ZİFİRİ RUH
YAZAR: Şeyma BULUT
“…insanlıkla ilgili kararını vermişti; içine oturan zifiri karanlığı delecek en ufak bir ışık sızmasına bile izin vermeyecek kadar kapatmıştı kendisini. Umutsuzluktan gücü alan, bunun sarsılmasına izin verdiği anda yıkılacak bir kalebende benziyordu. Demek ki insanlığa güven duymanın tam olarak yıkılışı böyle oluyormuş diyordum, umut kapıların, pencerelerinin sıkı sıkıya kapatıldığı bir kararlık hâli, artık hiç kimsenin aralayamayacağı bir demir kapı…” demişti Huzursuzluk isimli eserinde Zülfü Livaneli. Bu hafta bölümü izlerken bu kitap beynimin içinde döndü durdu. Özellikle de Kuzgun’un ailesiyle olan konuşmalarında net bir şekilde bu paragraf canlandı gözümde. Ne kadar da Kuzgun’u anlatıyor değil mi ? Kuzgun’un ruhu ebedi bir karanlığa esir olmuş. Bir zifiri ruh var onun içinde. Geçmişinde yaşadıkları yüzünden de bir türlü aydınlığa bakamıyor, hatta geçmişindeki en masum iki insan olan kardeşleri bile onu ışığa çekemiyorlar. Kim bilir? Belki de sevgiye inandığında o da bir şekilde aydınlığa adım atabilir.
Kuzgun’da bu hafta geçtiğimiz haftaya oranla daha heyecanlı ve merak uyandırıcı bir bölüm izledik. İyi ve kötünün, doğru olanla olması gerekenin iç içe geçtiği anlara şahit olduk. Bir yanda Kuzgun, Dila ve Bora üçlüsü arasında olaylar beklenmeyen bir şekilde yol alırken diğer yanda Terzi’yle Berham Adıvar bilmecesiyle karşılaştık.
İlk bölümden bu yana Dila ve Kuzgun arasındaki aşkı andıran çocukluktan getirilen duygulara pek anlam veremesem de ikili arasındaki ilişki yeni bir boyuta geçmiş gibi duruyor. Dila’nın Kuzgun’a olan sevgisinin aşk olduğu kanaatinde hâlâ değilim. Çocukluk arkadaşının kaybolmasından dolayı duyduğu vicdani sorumluluk hissiyle hareket etmiş. Onu aramış, bulmaya çalışmış. Kuzgun’un katil olduğunu öğrenince de vicdan azabı daha da şiddetleniyor. “Ben bilseydim” diyor. Kuzgun’u daha önce bulabilse bunların önüne geçebileceğini düşünüyor. Kuzgun ise Dila’nın bu ruh hâlinden olabildiğince faydalanma amacında. Zaten kendi özel yerlerindeki görüşmede Dila’ya cinayet silahını vermesi, kararına saygı duyacağını dile getirmesinin ardından oradan ayrıldıktan sonra gösterdiği tavır bunu destekler nitelikte. Zaten Derviş Terzi ona Dila’yı sevip sevmediğini sorduğunda da “Dila benim o evdeki kalem” diyerek girdiği intikam oyununda Dila’yı kullanacağını da açık bir şekilde ifade etti. Kuzgun’un kendisine oynadığı oyunu fark edemeyen Dila ise sevdiği adamın, kucağına bıraktığı bombayla ne yapacağını bilemez duruma geldi.
Dila, geçmişinden getirdiği ‘sözde’ adalet duygusuyla Kuzgun’a olan sevgisi arasında sıkıştı. Son sahnede de elindeki cinayet delilleriyle adliyede gördük Dila’yı. Dila’nın atacağı adımı bilemeyiz tabii ki ancak ben o sahnede bir küçük farklılık olduğunu düşünüyorum. Dila hâlihazırda Kuzgun’a bir hayat borçlu olduğunu düşünüyor. Geldiği durumdan kendisini sorumlu tutuyor çünkü babasının yanında çalışmasına vesile oldu ve paketi eve yerleştirdi. Bu durumda olanla olması gereken arasındaki çatışma kendisini gösterecektir. Burada olası iki ihtimal var: Birincisi Dila olması gerekeni yapar, bir adalet sevdalısı olarak Kuzgun’u adalete teslim eder. Ancak bu da karakterin daha önce gösterdiği davranış şekliyle uyumlu değil. Yani bunun olması Dila karakterinin çizgisine ters çünkü Dila daha önce bunu yapmamıştı. Zaten bu bölüme kadar Dila’nın adalet anlayışını da görmedik. Yani bunca yıl babasının ve abisinin işlediği suçlara sessiz kalıp Londra’da o hayatı yaşarken neredeydi adalet duygusu? Ya da Kuzgun’un ailesi bu acıları yaşarken, yıllarca olanları bilmesine rağmen susarken içindeki o adalet duygusu onu hiç mi rahatsız etmedi? Buna adalet değil de çocukluğunda bir şekilde sebep olduğu felaketten dolayı içindeki suçluluk duygusu diyebiliriz. Bir de söylemeden geçmeyeyim o yaştaki bir çocuk için o sözcükler fazla büyük değil mi? Yani sekiz, dokuz yaşlarındaki bir çocuk nasıl oldu da adaleti bu kadar ağdalı bir dille anlatabildi. Bu noktada maalesef inanmadım sahnelerin gerçekçiliğine. Bu nedenle bize anlatılan karakterin bunu yapması oldukça mantıksız bir hamle olur diye düşünüyorum. Diğer yandan sadece delilleri teslim edip Kuzgun’un ismini vermezse tam da Dila’dan beklediğimiz davranışı sergileyecek ve adaleti bir yana bırakarak sevdiğini koruma odaklı hareket etmiş olacaktır. Senaristlerimiz nasıl bir adım atacaklar onu önümüzdeki hafta göreceğiz. Ancak Dila’nın Kuzgun’u polise vermesi babasını da çok zor durumda bırakacaktır. Diyelim ki babasını da gözden çıkarttı o zaman neden Rıfat’a “Artık temiz iş yapacaksın” desin? Dila’nın atacağı adımı bilemiyoruz ancak ne yaparsa yapsın onun bu hamlesiyle işler olduğundan da karmakarışık bir hale gelecektir. Yani Kuzgun’u ele verirse bir şekilde babasını da zor durumda bırakacak, vermemesi durumunda da Kuzgun’la Bora arasında zaten başlamış olan mücadeleyi daha da alevlendirecektir. Çünkü Dila’nın onu ele vermemesiyle tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi zaten savaş için her şey bu kadar hazırken Dila’nın buradaki veliaht prens olacağına şüphem yok. İki karakterin de saldırmak için bahanesi olacaktır. Çünkü Bora da Kuzgun da bir şekilde Dila’yı hayatlarında tutmak istiyor. Bora bir şekilde babasının cinayetini aydınlatma bahanesiyle Dila’ya adım adım yaklaşırken Kuzgun da hayata geçirmek istediği planlar doğrultusunda Dila’yı anahtar olarak görüyor. Bu iki adam için de Dila şu an için fazlasıyla mühim.Fakat bu durum Kuzgun için bir süre sonra geçerliliğini yitirebilir çünkü hâlâ Kuzgun’un bilmediği çok ağır bir gerçek var. O da paketi evine yerleştirenin Dila olduğu. Ağacın önündeki sahnelerinde Kuzgun, Dila’ya çocuk olduğunu ve masum olduğunu söyledi. Peki, bunca yıl ailesini paramparça eden ateşin fitilini Dila’nın ateşlediğini öğrenirse ne olur? Hamleyi yaptığında çocuk olabilir, ancak sonrasında da susması Dila’yı Kuzgun’un gözünde Rıfat ve Şeref’ten daha farklı bir yere koymaz. Hatta geçmişlerindeki o masum sevgiden de dolayı Dila, Kuzgun’un çok daha ağır bir tepkisiyle karşılaşabilir.
Dila bu çıkmazlarla uğraşırken Kuzgun da hedefine bir adım daha yaklaşabilmek için Rıfat’a bir teklifle gitti. Rıfat’ın Bora’yla yaptığı işbirliğinde bir paravan şirket kurarak kendisini onun başına geçirmesini teklif etti. Rıfat, Kuzgun’un dediğini yaparsa Kuzgun girdiği bu mücadelede hedefine bir adım daha yaklaşacak. Korumaları olarak sadece belirli bir noktada ilişki içerisinde olduğu insanların işlerine de dahil olarak amacına bir adım daha yaklaşmış olacaktır. Hem bir şekilde Bora ile ortak olarak onunla yakın olacak, hem de düşmanlarının işlerini nasıl yürüttüklerini öğrenerek güce giden yolda kendisine büyük avantaj sağlayacaktır.
Kuzgun’dan aslında daha büyük bir plan beklemiştim, ben. Hâlâ da bilmediğimiz bir planın olduğunu düşünmek istiyorum. Hatırlarsanız ilk bölümde Kuzgun’un yirmi yıl boyunca düşmanlarını adım adım takip ettiğini ve dahiyane bir planla Dila’yı Kapadokya’ya getirdiğine şahit olduk. Maalesef dizide gördüğümüz tek plan da buydu. Kuzgun, tamamen içgüdüsel ve doğaçlama hareket ederek anlık planlar yapıyor. Fakat mevcut vaziyet göz önüne alındığında bu anlık ilerlemeler ne kadar faydalı olur, bilemiyoruz çünkü anlık yaptığı bir planla Şeref’i öldürdü ve şimdi hapse girme tehlikesiyle karşı karşıya. İstanbul’a ölen babasının intikamı için dönen adamın çok daha analitik davranması gerekir. Hâl böyle olmayınca da konunun üzerine inşa edildiği kurgu çizgisinden çıkıyor. Kuzgun’un sokaklardan geldiği her bölümde vurgulanarak ânı yaşadığı fikri vurgulansa da yirmi yıl boyunca düşmanlarını adım adım izleyen takıntılı kişiliğiyle sergilediği tavırlar örtüşmüyor maalesef. Buradaki mantıksızlık sebebiyle de hikâye gerçekçiliğini kaybediyor.
İlk bölümdeki büyük oyunundan sonra da Kuzgun kendisine yol arkadaşı olarak da Derviş Terzi’yi seçti. Kuzgun, Derviş’e çok güveniyor ve hatta onu babasının emaneti olarak görüyor. İşte burada da ciddi bir tutarsızlık olduğu kanaatindeyim açıkçası. Kuzgun’un geçmişini ele alacak olursak ne olursa olsun bir yabancıya bu kadar güvenmesi pek doğru gelmiyor bana. Çünkü geçmişinde kime güvendiyse ya yarı yolda kalmış ya da güveninden dolayı zarar görmüş bir insan, Kuzgun. Annesine güvendi terk edildi. Ona iyilik yapan bir insana güvendi, bir böbreğinden oldu. Sokaklarda hep ihanetle test edildi. Peki nasıl oldu da eline tutuşturulan bir kimlikle birine bu kadar güvendi? En son sekiz yaşında gördüğü babasının el yazısını nereden biliyor? Babasından olduğu söylenen mektubu Derviş’in yazmadığı ne malum? Ya da Rıfat ve Şeref’le böylesine bağlantısı olan bir adamın onu tuzağa çekmediğini nereden biliyor? İşte tüm bu sebepler Kuzgun’un söylediği ve yaptığı arasında bağlantı kurmama engel. Dila’ya sevgisizlikten, güven sorunundan bahsederken hayatı boyunca hiç tanımadığı bir adama böylesine güvenmesi maalesef hiç ama hiç gerçekçi değil. Kurguda bize sunulan karakterin böylesine spesifik bir hatayı yapmaması lazım.
Derviş Terzi, şu anda dizideki en gizemli karakter olma özelliğine sahip. Yusuf Cebeci’yle arasındaki bağlantı ortaya çıktığında bu karakterin asıl amacının da ortaya çıkacağını düşünüyorum. Evet Kuzgun’a güce giden yolda yardım ettiği aşikâr ancak içgüdüsel olarak sanki kurguda çok daha önemli bir misyonu olduğunu düşünüyorum çünkü Derviş sadece Yusuf’u tanımıyor. Aynı zamanda Rıfat ve Şeref’i tanıyor. Hatta onların da emir aldıkları adam olan Berham Adıvar’ın işlerine dahil olması gereken kişilere elbise dikmesi onun Berham için de önemli bir konumda olduğunun göstergesi bana göre. Derviş’in henüz hiçbirimizin bilmediği bir amacı olduğu kanaatindeyim. Böylesine çetin bir savaşın tam ortasında ve her şeye böylesine hâkim bir karakterin tek işinin elbise dikmek olması mantığıma sığmıyor. İçinde barındırdığı gizemle kurgunun gizli anahtarı olduğunu düşünüyorum. Her hafta onun sahnelerinde resmen beyin fırtınası yapıyorum ve bu karakteri her bölüm daha da yakından tanımaya çalışmak bana fazlasıyla heyecan veriyor açıkçası.
Bu haftanın parlayan ismi kesinlikle Hatice Aslan’dı. Oyunculuğuyla her hafta beni koltuğuma çiviliyor dersem abartmış olmam sanırım. Meryem ve Kuzgun arasındaki duygu karmaşasını göz bebeklerine kadar işledi. İlk olarak Kuzgun’la konuşmalarında, ardından oğlunun odasında onun kokusuyla hasret giderdiği anlar görülmeye değerdi.
Bora babasına karşılık, Kuzgun’dan annesini almak istedi. Neredeyse de başarıyordu. Önce bu sahnelerin nedenini anlayamasam da Kuzgun’un musalla taşındaki sahneleriyle resim berraklaştı. Yazının başında Kuzgun’un ruhunu hapsettiği zifiri karanlıktan bahsetmiştim. Bu karanlığın sebebi de geçirdiği acı dolu yıllar değil, annesizliği. Meryem’in ondan vazgeçmesi… Ancak gördük ki Kuzgun’un içindeki o sekiz yaşındaki küçük çocuk hâlâ aydınlıkta. Hâlâ bir şekilde ışığa çıkmak istiyor. Kuzgun her ne kadar o çocuğun sesini susturmayı başarsa da içindeki özlem daha da ağır basacağa benziyor. Dili, aksini söylese de annesinin ölmesi fikri bile onu delirtmeye yetti. Arabada geçirdiği sinir krizleri, Derviş’in yanından ayrıldıktan sonra annesini ölüme terk etme fikriyle musalla taşına yatması, içindeki küçük çocuğun hâlâ annesine ihtiyacı olduğunu gösterdi. Zaten annesini kurtarmak için yaptığı hamle de ona o kadar aykırıydı ki itiraf edemese de ailesi için aslında yapabileceklerinin sınırı olmadığını gördük. Annesini kaçıran Bora’yı karşı hamle olarak onu çocuğunun hayatıyla tehdit eden Kuzgun’un canı yandığında fark gözetmeksizin nasıl can yakabileceğinin de bir göz dağıydı. Fakat bu sahneler neden bu kadar kısa verildi? Terzi’yle ve Dila’yla olan en küçük sahneler bile tüm ayrıntılarıyla gözlerimizin önüne serilirken Kuzgun’un annesini kurtarmak için yaptığı hamleleri, bu hamleleri yaparken yaşadığı ruh hâlini göremedik. Kuzgun’un Bora’nın evine gittiğinde yaşadıklarının bir flashbackle verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Kuzgun’u bir an patika yolun girişinde sonrasında da Atlas’ın odasında gördük. Ancak o arada yaşanılanların verilmemesi sahnenin etkileyici olma özelliğini maalesef oldukça aşağılara çekti.
Meryem’in ortadan kaybolmasıyla Kumru ve Kuzgun yeniden karşı karşıya geldiler. Başlarına gelen her şeyden Kuzgun’u sorumlu tutan Kumru, annesi kaybolunca soluğu yine abisinin yanında aldı. İkili arasında yine sert konuşmalar geçerken Kuzgun umursamaz bir tavırla kapısını kapattı, yeniden. Ancak Kumru evlerinin ışığının neden yandığını, annesinin onu ne kadar beklediğini, nasıl acılar çektiklerini haykırdıkça Kuzgun’un kapının arkasında çökerek elleriyle kulaklarını kapatması bende onlara gitmek istediğini ancak intikam yemininden dolayı bunu yapmadığı izlenimini uyandırıyor. Zaten o konuşmadan kısa bir süre sonra evden ayrılarak Meryem’in peşine düşmesi hâlâ ailesine karşı içindeki sevgiyi gösteren ayrıntılar. Evet Kuzgun bunu pek göstermiyor onlara ancak biz de maalesef cımbızla sahnelerin arasında ayıklamak zorunda kalıyoruz. Yani en azından içinde yaşadığı duygular bizlere bir iki sahneyle sunulsa Kuzgun’un ailesine karşı içinde barındırdığı öfke, özlem ve sevgi karışımı duyguları daha iyi anlayabiliriz. Bunlar verilmeyince anlık olarak oyuncuların performanslarından kaynaklanan başarılarıyla etkileyici ancak sonrasında düşününce inandırıcılığı az olan sahneler olarak kalıyor. Kuzgun’un içsel hesaplaşmasının biraz daha verilmesi çok daha lezzet katacaktır kurguya. Musalla taşında yattığı sahnede bunun çok güzel işlendiğini düşünüyorum. Ancak bu dört bölümde bir sahne olarak değil de naçizane fikrim olarak her hafta ufak ufak kırıntılar şeklinde sunulsa Kuzgun’un iç dünyasına çok daha güzel girebiliriz sanki.
Dizimizde bu haftaki oyunculuk performansları da geçtiğimiz haftalara orana daha iyiydi. Bora Dağıstanlı dışında… Bora Dağıstanlı’da karakterin bir şekilde olmamışlığı su yüzüne çıkıyor. Bora gibi kurguya ortadan dalan bir karakterin biraz orijinal olması gerekir diye düşünüyorum. Bora, birçok projenin kötü karakterlerinin harmanlanmış şekli izlenimi uyandırıyor bende. Safi kötü bir karakter zaten değil. Maalesef iyi ve kötü arasındaki çizgiyi de tam yansıtamadığı için Bora’nın dahil olduğu ve kritik denebilecek sahneler basit kalıyor. Karakterin hangi duygunun üzerinde temellendiğini de tam anlayamadım. İntikam mı? Aşk mı? Öfke mi ? Hangisi bu karakterin inşa edildiği duygu? Kötü adam tiplemeleri her zaman belirli bir duygu üzerinde yükselir. Bazısı intikamdır, bazısı yok sayılmışlık, bazısı aşk acısı ama her zaman belirli bir duygu vardır. Bora’daki duyguyu anlamlandıramıyorum bir türlü. Duygu karmaşası konusunda da herhangi bir ışığı yok maalesef. Yani sanki Matrix’de olduğu gibi eline iki hap verilmiş, o da birini seçip o paralelde davranmaya çalışıyormuşçasına tavır sergiliyor. Bu sebeplerden dolayı da bu karaktere bir türlü ısınamadım maalesef.
Rejiye gelecek olursak görüntü olarak iyileştirmeler mevcut olsa da geçişlerdeki kopukluk sorunu halen devam ediyor. Bu hafta sahneleri tek tek ele alacak olursak -özellikle camiideki musalla taşı sahnesi – etkileyiciydi. Fakat sahne geçişlerinde ve özellikle flashbacklerde sıkıntı halen devam ediyor. İzlerken akıcılığı bir şekilde yakalasalar da geçmiş – gelecek arasındaki sahnelerde kopuyorum. Yine de diğer bölümlere nazaran açıları daha fazla beğendim. Kopukluklar da giderilirse çok daha tadında bölümler izleyeceğimize eminim.
Bu hafta bana en keyif veren bölüm oldu. Üzerinde kafa yorduğum, merak uyandıran keyifli bir bölümdü. Yazıma Cezmi Ersöz’ün bu güzel dizeleriyle son veriyorum, haftaya görüşmek üzere.
Ölüm, sizin eve sığınan kimsesiz bir çocuktu.
Sen ondan öğrendin kendine ne kadar uzakta olduğunu
Ölüm düşürdü seni ruhunun gurbetine
Ve büyük bir yalandan kurtardı.
Bu yüzde hiç aldanmadın
Hiç de mutlu olmadın…
Ölüm, ömrünün o yalan yarısını senden aldı.