Eyvallah Sefirin Kızı,Eyvallah! (Sefirin Kızı,34.bölüm)
YAZAR: Şeyma BULUT
Sefirin Kızı’na bu hafta Sancar’ın “Eyvallah Sefirin Kızı!” sözleriyle veda ettik. Kısacık bir cümle ve ardından gelen onlarca yakarış, hayal kırıklığı ve acı. Hepsi ama hepsi tek bir cümlenin içinde saklıydı.
Hayal kırıklığı ne kötü bir duygu ki insanı gözlerinden kalbine kadar yakabiliyor bazen, hele de o hayalleri en güvendiğimiz insan yıkmışsa tam anlamıyla erken kıyamet! Sancar’ın erken kıyameti, Nare’nin uğruna her şeyi feda etmeye hazır olduğu konağı Kahraman’a verdiğini öğrendiğinde koptu. Nare sanki İsrafil gibi o sura üfledi ve Sancar’ın kıyametini getirdi. Emanetine ihanet etmesi, can düşmanına boyun eğmesi Sancar için artık son noktaydı. Halbuki o sevdiğinin acılarına da iyileşmesine de sabır göstermiş, yüzüklerini sır gibi saklamıştı.
Dizinin başladığı günden bu yana benim Nare’nin sevgisi ve aşkıyla ilgili tek bir şüphem dahi yoktu ancak bu hafta çok acı bir gerçek yüzüme tokat gibi indi: Nare, canından çok sevdiği adamı asla anlamamış hem de asla!
Ben bugüne kadar hep Sancar, Nare’yi anlayamıyor, ne yaşadığını, nasıl hissettiğini göremiyor diye düşünüyordum. Belki ilk zamanlar öyleydi ama şimdi durum bambaşka. Sevgilisini anlamadığını düşündüğüm Sancar, önce ona inandı sonra anladı ve de içinde tek bir dirhem şüphe olmadan güvendi. Yaşadığı büyük acılar, üst üste yediği darbeler onda olumlu birçok değişikliğe sebep oldu ama ne yazık ki Nare için aynısını söylemiyorum. Nare, Sancar’ı çok seviyor, onsuz nefes alamıyor, evet ama bu kadar sevdiği insanı asla anlayamamış. Anlayamadığı için de onu korumak isterken ne yazık ki Sancar’ı en hassas yerinden, can evinden vurdu.
Uzaktan bakılınca “Aman canım abartmanın ne gereği var? Hepi topu bir ev, özgürlüğünden daha mı önemli?” diyebiliriz belki ama resmi biraz yaklaştırınca meselenin bir taş yığınından çok daha öte olduğunu görebildim. Bu duruma tam vakıf olabilmek için Sancar’a Nare’den bağımsız bakmak lazım diye düşünüyorum.
Sancar Efeoğlu, uçak bileti alabilmek için bile bir sene çalışmak zorunda kalacak kadar yokluk içindeki bir adamdı. Küçücük bir kulübeden ve ailesinden başka hiçbir şeyi yoktu. Onlarca yıl çalıştı, çabaladı ve o yarıcının oğlundan bir efe yarattı. Kazandıklarını da “Aman zengin olayım, rahata kavuşayım!” diyerek kazanmadı. Güçlendikten sonra ilk yaptığı şey 100 yıllık aile yadigârını geri almak oldu mesela. İçinde yaşadıkları o konak, ona dedelerinden miras. Senelerce Efeoğlu Ailesi’nin çocukları büyük dedelerinin o konaktaki tarihini dinleyerek büyüdüler. Orası onların kökleri, sığınakları ve seneler önce dedelerinin ektiği o tohum koskoca bir çınar gibi onların etrafını sararak büyük bir tarihi barındırıyor. Bu sebepledir ki Sancar özgür bir adam olup sığınaklarını kaybetmektense cezaevine girmeyi bile göze aldı. Yazılarımı düzenli okuyanlar Nare ve Sancar arasındaki görüş farklılıklarının çok büyük bir sorun olabileceğinden bahsettiğimi anımsayacaktır. İşte o fark son sahnede kendini çok şiddetli bir biçimde gösterdi. Nare, Sancar’ı anlamadığı için ona göre bir taş yığını olan evi, Kahraman’a devretti. Onun penceresinden baktığında basit bir şey olabilir ancak Sancar’ın tarafından baktığında ihanetle eş değer bir durum çıkıyor karşımıza.
Sancar, seneler sonra kavuştuğu sevdasına o kadar güvendi ki bu dünyadaki en büyük mirasını ona emanet etti. Defalarca konağı kaybetmektense cezaevine girerim, dedi ancak Nare bunların hiçbirini anlayamadı. Sancar’ın o son andaki eyvallahı ve Nare’nin ellerini bırakmasının en önemli sebebi sevgisinden ya da aşkından vazgeçmesi değil. Can evinden vurulan bir adamın köksüz kaldığını öğrendiğindeki yıkılmışlığı. Şimdi şunu diyebiliriz: Madem bu kadar önemliydi neden bu kadar büyük bir mirası Nare’nin ellerine bıraktı? Cevabı çok basit. Seneler sonra kök salmak için kızıyla memleketine dönen Nare’nin kendi köklerine bağlanmasını ve orada yeşermesini istedi. Keşke Nare de biraz olsa bu gerçekleri görebilseydi.
Aslında ben Nare’ye biraz da olsa kızgınım. Muğla’ya ilk geldiği zamanlarda “Beni anlayın istiyorum!” diye haykıran bir insan nasıl oldu da en sevdiğini, gözünden sakındığını anlayamadı? Şimdi size çok acımasız gelecek ama bilmediğiniz şeyi anlayamazsınız arkadaşlar. Nare köksüz ve hatta memleketsiz bir kadın. Bazı değerlerimizi, ata mirasını, toprağı bilmiyor. Kök salmaya geldiği vatanının tarihini masal gibi dinliyor ve en büyük hatayı burada yapıyor. Anadolu insanı için mirası, toprağı her şeyden önce gelir. Yüzyıllardır bu miras ve toprak için insanlar sevdiklerini, ailelerini ve hatta kendilerini feda ettiler. Bunlar Nare’ye saçma gelse de memleketinin yüzlerce yıllık gerçeği bu.
Sancar, bu dünyada her şeyden çok sevdiği iki insanı bile geride bırakacak kadar evine, toprağına, geleneklerine bağlı . Hep dedik ya bu adam çok geleneksel diye. Hatta bunları Sancar’dan çıkarırsak geride ruhsuz bir et torbası kalır, inandıklarıyla bir bütün o. Nare’nin bunları görebilmesi ve dahi anlayabilmesi lazım. Yahu bu adam, seneler sonra kavuştuğu sevgilisi ve kızıyla bile vedalaşmaya hazırdı. Yeter ki konakları, ailesi ve bugüne kadar getirdiği tüm değerleri yerli yerinde dursun. Gerisinin asla önemi yoktu. Nare son yaptığı hareketle Sancar’ı hem köksüz hem de sevdasız bıraktı. Şimdi bazı şeyleri toparlama sırası onda diye düşünüyorum. Sancar yaptıklarının bedelini çok ağır bir şekilde ödedi, şimdi sıra NARE’DE!
Sancar senelerce emek verdiği şirketini almak için kaçarken Nare de yaptığı hatayı telafi etmek zorunda artık. Etrafları bu kadar düşmanlarla çevriliyken nasıl başaracaklar bunu? Bana kalırsa bireysel olarak bir şey yapamazlar. Burada onlara sağlam bir omuz gerekli ve bu omuz Gediz’den başkası değil. Kahraman, onlara adım adım yaklaşırken sağdıçların yan yana olmak zorunda olduklarını söylemiştim ve yineliyorum bu düşmanlık bitmek zorunda yoksa ikisi de her şeylerini kaybedecekler. Nare tek başına bir şey yapamaz. Belki Akın’ın mirasıyla olabilir ancak Sancar’ın öyle bir adamdan kalan parayla bir şey yapmak isteyeceğini sanmıyorum. Bu sebeple bana kalırsa birlikten kuvvet doğar diyerek eski günlerdeki gibi düşmanlarının kafasını ezmek zorundalar.
Yalnız belirteyim, şimdiki dağılmış Gediz’den değil Sancar’a kimseye fayda gelmez. Gediz o kadar çok hata yaptı ki şimdi o yaptıklarının bedelini ödüyor. Belki zamanı geriye alsa çok daha başka davranırdı ama alamaz, o zaman o da herkes gibi telafi etmek için silkelenip kendine gelecek. Sancar’ın birini affetmesi çok zor ve hatta imkânsız. Adamın kodlarında yok böyle bir şey ancak belki, bir ihtimal Gediz kaybettiklerini almalarına yardım ederse yeniden dost olamasalar da belki yeniden yan yana durup ortak olabilmenin bir yolunu bulabilirler. Zaten hayatını kurtararak Sancar’ın kalbinde ve merhametinde güzel bir alan açtı. Belki hâlâ affedemiyor ama en azından artık uzaktan bakmayıp yanına oturabiliyor. Yüzüne bakarken gülebilip eski dostunun acısına ortak olabiliyor. Sancar değişti demiştim ya, en büyük ispatı da Gediz’e olan tavırlarında yatıyor. Yalnız bu iki eski dostun birbirlerine çok ihtiyaçları var ve bunun için de toparlanmaları şart. Özellikle Gediz’in. Sancar, acı konusunda şerbetli. Birlikte bir şeyler yapmalılar ama bunun için de bu yıkık dökük adamın gidip o eski,cevval ve iş bitirici Gediz Işıklı’nın sahalara dönmesi şart.
Söylemezsem olmaz, Sahra’nın ölümü beni çok üzdü. Yaptığı onca kötülüğe rağmen kızamadım ben ona. Evet cinayet işledi, Sancar’ı öldürmek istedi, hatta amaçları uğruna herkesi kullandı ama yine de kızamadım. Ben bu hayatta en çok sevgisiz büyüyenlere üzülürüm. Bu kızcağız da sevgisiz büyüdü. Sahip olduğu aileyle sevgiyi bilmesi de pek mümkün değildi. Belki de onu sadece Ceylan sayesinde tanıdı, anladı ki onun için kendini feda ederken Gediz’de tamiri çok güç bir kalp sızısı bıraktı. Birbirlerinin şansı olamadılar ama belki bu fedakârlığı, Gediz’in içine gömdüğü o eski ve temiz hislerini yeniden su yüzüne çıkartabilir. Kim bilir?
Sancar, Nare ve Gediz! Girdikleri bu bataktan ya birlikte çıkacaklar ya da her biri bir köşeye savrulacak belki. Umarım içlerindeki o kızgınlıkları bir kenara bırakmanın bir yolunu bulurlar da biz de belki bir kez iyilerin kazandığına şahit oluruz.
Şimdi, bitirmeden iki kadından bahsetmek istiyorum: Elvan ve Menekşe! Menekşe için ilk sözüm: Dozu fazla hırs, insanı delirtebilir, olacak. Menekşe’yi aslında anlıyordum ben. Sancar’la evliliğinin ilk zamanlarında yine delilikler yapsa da ben “Karısı sonuçta, kim böyle bir şeyi kabullenir ki?” diyordum. Atın üstünde “Bak yanımda sen varsın!” diyen de Sancar’dı sonuçta. Fakat sonradan yaptıkları tam bir delilik örneğiydi ve bana kalırsa o delirdi. Ceylan’ın bebeğini kendi bebeği sanmasıyla “İşte dedim, tam anlamıyla aklını yitirdi!” Serseri mayın gibi gezerken de olanlar oldu ve kendini birden cezaevi yolunda buldu. Açıkçası üzüldüm diyemeyeceğim. Amaçlarına giden yolda ne çocuk bildi ne de hamile bir kadın. Onun istediği olsun da ne olursa olsundu. Ben Sahra’dan bile bu kadar nefret etmedim açıkçası. Ne ektiyse onu biçti ve itiraf ediyorum, ben kendisini hiç özlemeyeceğim.
Bahsetmek istediğim diğer kadınsa Elvan. Açıkçası Elvan resmen olması gereken Anadolu kadını örneği gibi. Hâlâ kocasının evinde kalması insanı bir şaşırtsa da ne de olsa kimsesiz büyümüş bir kız ve Efeoğulları da onun ailesi. Bu sebeple bana çok batmıyor. Elvan’ın dürüstlüğü, sevdiği insanlara sahip çıkması ve kocasının karşısındaki dimdik duruşunu çok seviyorum. Menekşe sanki tanıdık birçok insanı, ELVAN DA OLMASI GEREKENİ TEMSİL EDİYORMUŞ gibi geliyor bana. Bu sebeple en yakın zamanda onun kıymetini bilecek, gölgesinde gerçekten dinlenebileceği bir insanla yolu kesişir diyorum, daha ne diyeyim?
Sefirin Kızı bu hafta yeni bir manevra aldı ve hikâye bir bakıma tam tersine döndü. Bugüne kadar Sancar’ı ve onun affedilme savaşını izlerken galiba roller değişecek yani en azından bana öyle geldi. Ayrıca ben biraz buruğum bu hafta çünkü dizi böylesine güzel bir manevra almışken hikâyemizin annelerine de veda ediyoruz. Ben de bir şeyler demek istiyorum müsaadenizle.
İşin aslı Sefirin Kızı başlamadan önce pek de yazma düşüncesinde değildim. Aklımda yoktu ta ki ilk bölümü izleyene kadar. Beni bu hikâyeye de karakterlere de inandıran Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem’in müthiş kalemleri oldu. Toplumumuzun çok acı bir gerçeğini, çok içten ve hayattan örneklerle ekrana taşıdılar. Bu hikâyenin yaratıcılarıyla çok güzel bir serüvene ortak oldum ama tabii ki her güzel şeyin bir sonu var. Eylem Canpolat ve Ozan Aksungur’a başarılar diliyor Nehir Hanım ve Ferda Hanım’a da bu güzel masal için çok teşekkür ediyorum.
Eyvallah ortiler, eyvallah!
Yazıma burada son veriyorum, bir sonraki bölüme görüşmek üzere.
Herkese mutlu yıllar, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.