Yalanın Dostu, Gerçeğin Düşmanı Çoktur* (Halka 14. bölüm)
Yazar: Ayça AKMAN
Motivasyonları ve amaçları farklı olsa da yalanlar üzerine kurulmuş hayatlar bir kez daha çatıştı bu bölüm Halka’da. Aslında Kaan’ın dediği gibi” Yalan olmasa hikâye çıkmaz. Karakol da olmaz, adliye de olmaz. En başından yalan söylemeyecek insan. İşte biz böyle kirleniyoruz.”
Çağatay hikâyenin en kirli karakteri benim baktığım yerden! Birisi, onu benim gözümün önünden alabilir mi lütfen? Tez elden mümkünse… Cengiz Han vurulduğunda onda babasındaki karizmanın, yönetme iradesinin yarısı bile yok; cesaretliyim, akıllıyım diye böbürleniyor ama tırnağı bile olamaz; eğer liderin yerine geçerse çok üzüleceğim, demiştim. Şu anda resmen yas tutmaktayım. Cengiz Erkmen, seni günahım kadar sevmedim yalan yok, ama kötülüğün de bir raconu vardır. Bilirim, söz konusu Halka’ysa üzerine toprak atılmadığı sürece kimse ölmüş sayılmaz. Bir ihtimal, küçücük bir ihtimal “yukarıdakilerin” yanında olan biteni izliyor ve sıranı bekliyor olabilir misin? Ah, artık hikâye isyankâr evladının etrafında dönüyor, mutsuzuz. Nasıl bir oğul yetiştirdiysen onun da aklı evvel, tıpkı senin gibi. Biliyor musun, zaaflarını sana anlattığı için çok pişman. Bize de bir çıtlatsaydın keşke o zayıf noktalar nelerdir? Eli kanlı, yine senin gibi: Daha genç yaşta adam öldürmeye başlasaydım daha güçlü olurdum iddiasında. Oksijen yerine intikam soluyor, ne söylenirse ve neyi söylerse tam tersini yapıyor. Yalancı, anlayacağın. Satrancı seviyor, evet fakat hamleleri çok acemi, tavırları çok ergen, motivasyonu çok çocukça be lider! Sen onu büyüttüm desen de büyümemiş o, hiç mi sevmedin onu Cengiz Han? Ben de bunları sana niye anlatıyorsam? Sen de Çağatay’dan kaçıp Hümeyra’ya sığınmamış mıydın zaten? Babasını bile vurabilecek tıynette; güç için, daha çok kazanabilmek için ruhunu şeytana satabilecek bu insanla belli ki çok işimiz var.
Satranç demişken geçen bölümün sonunda o iki taşı devirdiğinde Çağatay’ın şüphelendiği kişilerin Kaan ve Cihangir olduğunu gayet iyi anlamıştık biz. Ama iki kafadarın geçen bölüm yaptıkları soygunu onun çözmüş olabileceğine ihtimal vermemelerini, hele de “Bu video kayıtları üç dakika aynı görüntüyü tekrar verebiliyormuş.“ dediğinde uyanmamalarını zekâlarına yakıştıramadım doğrusu:)) Çağatay, maharet gerektiren soygun işinde yardım istediğinde Kaan‘ın Halka‘yı çözme arzusu, Cihangir’ın aklına baskın geldiğinden teklifi kabul ettiler. Lakin bir güzel külçe altınlara konan Çağatay Han onları uyuşturup tırın içine kapatıverdi. İskender’i de tırı karşılayıp içindeki emanetleri sahibine, yani Külçe isimli şahsa, teslim etmek üzere görevlendirdiğini hesaba katarsak üçü için temiz bir tuzak kurduğunu söyleyebiliriz. Aslında burada temel motivasyonunun ne olduğunu yukarıdaki Halka, Vekilharç‘la birlikte çalışmasını istediğinde “Beni tecrübe mi ediyorlar etsinler, hepsine karşı ben tek…” diyerek açık etti liderin oğlu. İskender’in de vurguladığı gibi amaç, eski Halka‘yı tasfiye etmek, herkesi birbirine düğümlemek, anahtarlarını ellerinden almak ve sıfırdan bir oluşuma gitmekti. Vekliharç‘ı öldürmek istedi, olmadı. Ama İlhan, İskender, Kaan ve Cihangir için önünde hiçbir engel yoktu. En başından beri uyuşturucu işinin içinde olmak istemeyen İlhan‘ı da maharetle Burunsuz dedikleri uyuşturucu satıcısına parayı teslim edecekleri takas alanına çekerek son hamlesini yaptı. Tavlanın zarlarına değil, satrancın hamlelerine güveniyordu, evet. İşini şansa bırakmıyor, aklıyla hareket ediyordu ona da tamam. Ancak herkese, her konuda yalan söylemeye başladığınız zaman arada gerçekler de kaynar, ayrıntılar gözden kaçıverir. Güç zehirlenmesiyle flu görmeye başlayan Çağatay da hasmını hafife almanın bedelini, Halka’nın çocuklarının daha evvel sahte paralarla doldurduğu kamyoneti hiç kontrol etmeden Burunsuz‘a verdiğinde çapraz ateş arasında kalarak ödedi.
Birkaç bölümdür aklıma düşen ama bir türlü değinmeye fırsat bulamadığım İskender – Müjde ikilisine, hem baba kız ekseninde hem de karakterlerin gelişimi bazında ufacık da olsa değinmeden geçmek istemiyorum bu hafta. İskender hikâyenin başında pek de sempatik bulduğum bir şahsiyet değildi, dürüst olmak gerekirse. Aklımın bir köşesi hep onu Karabulut‘un katili olarak konumlandırdığından sempati hanesi hep boş kaldı. Onunla ilk empati kurmaya başladığım anı, İlhan tarafından vurulmadan az önce “Çocuğa söyledin mi İlhan?” diyerek Kaan’ı ve onun geçmişini saklamaktan duyduğu rahatsızlığı hissettirdiği an olarak niteleyebilirim. İlhan’la aralarını bozan ve dostluğu bitiren bu olayın İlhan’ı (defterde yazdığı gibi ) Halka’ya sokan tezgâh olup olmadığını belki ilerde öğreniriz ki bu zaten başka bir yazının konusu. Kaldığımız yere dönecek olursak, yavaş yavaş hem ona ruh üfleyen kalemlerin özeni hem de ona hayat veren Umut Karadağ’ın sıcak oyunculuğuyla İskender Akay’ın benim gözümde sevilesi bir karaktere dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Neticede kendisini sokak kedisi olarak betimleyip “Beni herkes sever kızım, herkes yemek verir ben aç kalmam.” diyen bir karaktere ne kadar kayıtsız kalabilirsiniz ki? Onun lügatı tetkike açık, takdire şayan bir lügat. ”Polis, bizi telli duvaklı alır.” dediğinde kahkaha atmamak mümkün değil yahut “Müjde bulutlara bakıyor, bizim etrafımız dört duvar; hayatta bir tek kızım var, onun yeri belli…” dediğinde hak vermemek… Bu bölüm Külçe; Cihangir, Kaan ve İskender‘i rehin tuttuğunda sekansın en başından en sonuna İskender‘in repliklerini pek sevdiğimi, Umut Karadağ’ın ciddiyetten alaycılığa, alaycılıktan ciddiyete atlayan anlık ruh değişimlerine bir kez daha hayran kaldığımı belirtmek isterim. Kaan Yıldırım da küçük pasları dakikasında alıp başarıyla skora çevirince biz seyircilere bunun tadını çıkarmak düştü sadece.
Müjde’ye gelince… Onu babasından ayrı konumlandıramıyoruz maalesef. Çok sevildiğini, ayakları üzerinde dursun tuttuğunu koparsın diye en iyi okullarda okutulduğunu, annesini kaybettiğini biliyoruz hepsi bu. Onun babasını çok sevdiği ve onu korumak için işlere hâkim olmak istediği de diğer bir ayrıntı. Bunun dışında kimi zaman Çağatay’dan taraf, kimi zaman Terzi‘nin yanında, kimi zaman Kaan ve Cihangir‘e yardımcı, para ile çalışan pek de ilkeli görünmeyen bir duruşu var. Ha, derseniz ki ne yapıyorsa babasının çıkarını korumak için yapıyor ben de derim ki hayır aksi birçok örnek var… Keşke konuları birbirine bağlayan yan karakter olmak yanında kendi hikâyesi de olan güçlü bir kadın olabilseydi de Hümeyra‘nınkinin yanına onun profilini de koyabilseydik…
Hümeyra‘nın gücü geçmişinden, yaşanmışlıklarından geliyor, tıpkı Vekilharç‘ın ona söylemiş olduğu gibi. Paraya tutunanlardan değil o ve bu nedenle derdi sahici…Vekilharç’la ortak paydaları Çağatay‘ı yukarının takdirini kazanıp gerçek güce ulaşmadan önce tahtından indirmek ve bu bir ölüm kalım savaşı çünkü ucunda kendi canı, oğullarının canı ve Halka‘nın sözcüsünün hayatı var. Artık polise çalıştığını kimsenin bilmediği Hümeyra, yaşamındaki yalanlara böylece bir yenisini daha eklemiş oldu. Kaan’la yaptığı veranda sohbetini hayatının neresine koyar, bilemem ama onun her bir sözcüğü, farkına bile varmadan annesinin en zayıf noktasına saplamış olması herhalde kaderin acı bir tecellisi olsa gerek. Yalanlardan yorulmuş evladına tüm yaşamının bir kurgudan ibaret olduğunu, bizzat kendisi bunu öğrenmeden anlatabilmek ne büyük bir sınavdır. “insan bazen yalan söylemek zorunda kalabilir başkalarının iyiliği için “dediğinde yüzündeki korkuyu görmemek için kör olmak gerekti. Gerçeği istediğin kadar değil göze alabildiğin kadar söylemek ağır bir yüktür vicdanda. Bu da onun çıkmazı… İnsan meşakkate mi doğar gerçekten? Yoksa başka türlüsünü görmediği için böyle kabul etmek mi işine gelir? Kaan‘ın tüm bu serzenişleri, Cihangir’e yalan söylemek zorunda kalmasını kaldıramamasından, onu polise teslim etme düşüncesine dayanamamasındandı işin aslı. Kaan’a “Babama bile güvenmem, bir tek sana güvenirim“ diyen oğulun da sınavı yakın. Aslında telefondaki ses, buluşma yerine gelmediğinde ”Safız biz yine kullanıldık, sesini değiştirdiğine göre biz de onu tanıyoruz.” diyerek doğru yolda küçük bir adım attılar. Ancak gerçekler en kötü kâbuslarından bile acımasız ve ne yazık ki yara almadan tüm bunları sırtlamaları pek mümkün olmayacak.
Hümeyra, kumdan kaleleri yıkılmasın diye ufukta dalgaları kollayan, yeni duruma ayak uydurmaya çalışırken tek hayali oğullarıyla bir yuva kurup Halka‘dan intikam almak olan bir savaşçı gibi. Aynı savaşçı ruhla Cemal Amir’in birlikte çalışacağız bundan sonra isteğini de geri çevirmedi. Zamanında bu tarafını çok eleştirdim ben. Hâlâ da oğullarına fazla yüklenerek ketum bir duruş sergilemesi kanıma dokunuyor. Defterde yazan babasının hırslı kızı tanımlamasını, Cengiz’le akrabalık bağını, kayınpederi U’ların Halka’yla ilişkisini ve kocasının neden öldürüldüğünü kavramadan onu tam olarak anlamam da mümkün görünmüyor. Onun örgütle ilgili anlattığı gerçekler, yazılı ifade ve ses kayıtları formunda zarflanarak Bahar’ a teslim edildi amir tarafından, ölümünden sonra açılmak üzere. Elbette Cemal’in Hümeyra‘ya “Ne yapıyorsan yapmaya devam edeceksin ama bana çalışacaksın.” dediğini duymak sürpriz olmadı bizim için. Fakat bunu sadece ikimiz bileceğiz, dediğinde şaşırsam da onun muhbirlerden neler çektiğini hatırlayarak ekstra temkinli olma gayretine hak verdim. Benzer tavrı yine Halka operasyonuyla ilgili kendi müdürüne bilgi verirken bu konuyu es geçerek gösterdi. Kaan ve Cihangir hakkındaki doğruları bizzat birinci ağızdan dinleyen Cemal Amir nihayetinde oyunu yeni baştan kurdu ve muhbirlerini de ikiledi. Narkotikle işbirliği yaparak Çağatay’ı devirme planı yaparken açık noktalarını yakalayarak onu devamlı sorgulayan Bahar‘dan gerçekleri ne kadar saklayabileceğini zaman gösterecek, tabii zarftan Bahar sayesinde haberdar olan Kaan, daha evvel merakına yenilip zarfı açamaya yeltenmezse.
Çağatay’ı iş üstünde uyuşturucu alırken yakalamak isteyen Cemal Amir, takas yapılacak depoya niye geç kaldı onu tam anlayamasam da Bahar’ın Kaan’ı vurmasıyla sonuçlanan baskının neler getirip neler götürebileceğini az çok tahmin edebiliyorum. Karmakarışık hayatlarına Cemal Amir’in öğüdünü dinleyerek küçük kaçamaklarla nefes aldırmaya çalışan gençlerin (ki buna Müjde ile Cihangir de dahil) önündeki sır perdesini; yalanlara dost, gerçeklere düşman olanlar bir aralayıverseler de kim ak, kim kara; kim mazlum, kim zalim ortaya çıkıverse artık…
Yazan, yöneten, oynayan ve emek veren herkesin emeklerine sağlık.
*Emile de Girardin