Vuslat 6. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
“Endişe”de mola verdik, bu hafta Vuslat’ta. Endişe ya da diğer adıyla vesveseyi “kendi kuyuna düşmektir.” diye tanımladı, Salih Baba. Kuyu motifi, sadece vesvesenin metaforu değildi bu kez. Aziz’in belki de en büyük yaralarından birinin de kaynağıydı. Aziz’in, Kerem’in ve Perihan Hanım’ın da karanlıklarının başlangıcı… Fırat’ın köşke gelişi, aile üzerinde bir soğuk duş yaratmıştı ve biz “Fırat” adının bir trajediyi çağrıştırdığını da algılamıştık. Gerçekten de altında büyük bir acı yatıyormuş. Aziz’in ‘gerçek’ kardeşi Fırat, kuyuya düşüp ölerek pek çok hayatın en büyük kâbusu olmuş.
Kardeşlerinden birini üstelik “öz kardeşi”ni kurtaramayan bir ağabey, evladını kaybeden bir anne ve kurtulan olmanın vicdan azabıyla yaşayan bir başka küçük çocuk. Hepsini kendi kuyularına atmış, minik Fırat giderken. Onun gidişiyle sevgisiz, sert, güce tapan, empati yeteneği yok olmuş bir kadın olmuş Perihan Hanım. Özü gitmiş, kabuğu kalmış ve o kabuğu elinden geldiğince boyayıp gösterişli hâle getirerek “Ayaktayım ben!” mesajı vermiş, herkese ama içten içe onu kemiren bir hastalığa da teslim olmuş.
Kerem, belki de bu dramın en büyük dönüşümü yaşayanı… Kurtarılan olmanın, ömrü boyunca azabını çekmiş. Çocuk aklı kendini suçlamış yaşadığı için, kendine öfkelenmiş ama büyüdükçe öfkeyi çevresine yansıtmayı ve onu kurtaranlardan intikam almayı varlık nedeni edinmiş. Perihan Hanım, yaşayan o olduğu için Kerem’i suçlarken Kerem, kendi karanlığının içinde onu yaşatan herkesten öç almaya ant içmiş. En çok da elini tutup onu kuyudan çıkaran abisini yok etmeye adamış kendini. Kerem kendisini “psikopat” olarak niteledi ama açıkçası doğuştan gelen bir ruh arızası var mıydı onun, bilemiyoruz elbette ama hayatın onu buraya ittiği çok açık. Günlük yaşamın içinde sosyopat olarak yerini alsa da ben aslında hâlâ Kerem’in şeytanın metaforu olduğunu düşünüyorum.
İnsanda endişelerin iki kaynağı olduğuna inanılır. Biri şeytan, diğeri kendi nefsi. Aziz için her ikisi de iki ayrı koldan çalışıyor, bana göre. Bir yandan henüz ona ne denli ayak bağı olduğunu anlamadığı kibri, öte andan Kerem… Hiç ara vermeden, soluk almasına müsaade etmeden üstüne üstüne geldikleri için de Aziz kendi kuyusunda, karanlığıyla boğuşuyor. Ne demişti, Salih Baba endişeyi anlatırken? “Kendini, kendi karanlığına hapsetmektir. Kaybolduğunu, düştüğünü sadece kendin bilirsin. Sesini senden başkası duymaz. Kendi kuyuna düşmek; kendini varlığınla, varlığında yok etmektir.” Aziz’in gördüğü rüya bütünüyle bu açıklamayı gerçek kılıyordu.
Karanlık bir kuyuya düştü, yapayalnızdı ve boğuluyordu. Üstelik de boğazına sarılan kendi elleriyle. Yani kendini, kendi varlığıyla yok etmeye çalışıyordu. “Zaten oradaysan kaybolduğun bilinmez. Kaybolduğun bilinmezse arayanın olmaz. Aranmazsan bulunamazsın. Bulunmazsan kurtulamazsın.” diye sürdürmüştü Salih Baba, açıklamayı ve Aziz kuyudaydı ama bunu kendisinden başka bilen yoktu. Kimse onun kaybolduğunun farkında değildi ve aramıyordu da. Dolayısıyla kurtuluş ümidi de yoktu taa ki birden o broş karanlığın içinde parıldamaya başlayana dek… Onu avcunun içine aldığı anda broş, onu kuyudan çıkaracak bir ipe dönüştü. Broş, Feride’nin… O zaman Aziz’i o kuyuda arayıp bulacak olan ve oradan çekip çıkaracak olan da Feride.
Aziz’in şeytanı Kerem ama rüyanın bize söylediği, meleği de Feride. Şeytanın ateşini ve karanlığını meleğin nuru ve parlaklığı yok edecek büyük olasılıkla; tabi Aziz, meleği avcunun içinde tutmayı başarırsa… Salih Baba’nın Aziz’in arkasından “Evlat yolun çok güç, çok sarp…” deyişi de elbette sebepsiz değil. Kolay olmayacak. Hele hem nefsinin hem de şeytanının verdiği endişelerle yükü iyice ağırlaştığından çıktığı yolda yürümesi çok zahmetli Aziz’in. Üstelik bir rehberi de bir el feneri de yok çünkü henüz yola çıktığının farkında değil. Önce bu uyanışın gerçekleşmesi lazım ki rehber olarak Salih Baba’yı, ışık olarak Feride’yi yanına almayı bilebilsin.
Satranc – ı urefanın arifi Salih Baba’nın bir zamanlar dünyaca ünlü beyin cerrahı Salih Koluber olduğunu da öğrendik. Üstelik uzmanlık alanı “travmaya bağlı hormonal anomaliler”. Perihan Hanım’ın oğlunu kaybetme travmasından sonra başlayan hastalığına pek uygun geldi bana, bu uzmanlık. Abdullah Efendi’nin niyeti, Aziz’e bunu göstermek miydi yoksa antikacı Salih Baba’nın kim olduğunu anlatmak mıydı bilinmez ama dergideki o makale, beni alıp bambaşka bir yere götürdü. Baştan beri Aziz’in yeni başlayan yolculuğunda en büyük engeli, kibri diyorum ben. Dünyaca ünlü bir beyin cerrahı olan Salih Koluber’i ve dergideki fotoğrafını gördüğümde aklıma ilk düşen, Salih Baba’nın da Aziz’le aynı yoldan geçip de bugüne vardığı oldu. Egosu kendinden büyük, muhtemelen başarı sarhoşu ve yine muhtemelen kendini hata yapmaz gören Salih Koluber, ne olduğunu bile anlamadan bir tokat yemiş ve beyaz önlüğünü çıkarıp duvara asmış olmalı. Faik Bey, kalp krizi geçirdiğinde Salih Baba’nın hastaneye “artık” giremediğini öğrenmiştik. Muhtemelen kibri yüzünden büyük bir hata yaptı ve büyük bir kayba neden oldu. Bu da onu eline neşter alamaz, sırtına önlük giyemez, hatta hastane kapısından giremez hâle getirdi. Geçen bölüm elindeki fotoğrafı da hatırlayınca ipuçlarını birleştirip acaba o büyük hata, Faik Bey’in kız kardeşi Feride miydi, sorusu düşüyor aklıma. Onun hatası, Feride’nin canına mâl olduysa Salih Koluber de Salih Baba olma yolculuğuna çıkmıştır diye düşünüyorum.
Aziz, kendi vesveselerinde boğulurken Feride de ilk defa endişelerinin yükü altında ezilip “Ben nerde hata yapıyorum?” diye feryat etti. Ceylan’ın da ona cephe almasının ağırlığı, taşıdığı yükün onu ezmesine neden odu. Feride’nin o evde yaşayabilmesi artık çok zor. Faik Bey, arkasında duruyor ancak onun Hasibe’yle de çocuklarıyla da başa çıkması çok güç görünüyor. Zaten bunu sezdiği için de ona sağlayamadığı huzuru “koca evinde” yaşamasını bir çare olarak düşünmeye başladı. Yalçın, Feride’yi incitecek, kıracak, hırpalayacak adam değil hatta pamuklara sarar sarmalar ama ne Feride’nin yükünü hafifletebilir ne de onun ruhuna iyi gelebilir. Feride ve Yalçın olmaz, yani… Bu evlilik akla ilk geldiğinde, bir kurtuluş gibi görünse de bu nedenle Feride’nin bile sıcak bakacağını düşünsem de pek oluru yok! Engeli nereden gelecek bilemiyorum ama Abdullah Efendi bir kez daha sahneye çıkıp eli yeniden dağıtırmış gibi geliyor bana.
Feride’nin, Abdullah Efendi’nin kıymetlisi olduğunu baştan beri düşünüyorum ama bu hafta anladım ki Aziz de bir nedenle onun kıymetlisi. Aziz’e eliyle çay ve yiyecek getirdiğinde, nezarete düştükleri vakit Abdullah Efendi’ye eliyle yemek getiren başkomiser geldi aklıma. O zaman Aziz’e “Sen çok şanslı bir adamsın. Onunla bir gece geçirmek sana nasip oldu.” demişti. Aslında sadece bir gece geçirmek değil ondan iltifat görmek de nasip oldu, Aziz’e. Eliyle hazırladığı tepsiyi ona ikram ettiğinde Salih Baba’nın yüzünde de o gıptayı gördüm, ben. Aziz’e, Salih Baba’nın gerçek kimliğini de boş yere açıklamış olamaz, Abdullah Efendi ancak Aziz, sürekli vurgulanan o çok keskin zekâsına rağmen bunu durup düşünmedi. Rüyasında gördüğü broş avcuna konduğunda büyük bir şaşkınlık yaşadı ancak bir türlü parçaları birleştiremiyor zihninde. Ya şeytanla uğraşmaktan vakti kalmıyor ya da henüz gözünün önündeki perde kalkmadı bir türlü. O nedenle de endişelerine mağlup oluyor. Peki, endişe ne zaman doğar? Arananın bilinmediği ve ortaya çıkmadığı zaman… Aranan, ortaya çıkınca endişe de ortadan kalkar. Aranan, kişiye göre değişse de yolu visal – i hak olan “yolcu” için asıl aradığı Hak’tır. Aziz, aradığının Hak olduğunu bilmediğinden endişede kayboluyor, işaretleri değerlendiremiyor ve yol sormayı akıl edemiyor.
Ceketinin cebindeki broş, yere düşüp de “sahibi”nin ayaklarının dibine yuvarlanınca bana sorarsanız ilk gerçek aydınlanmasını yaşadı, Aziz. Rüyada onu kurtaranın broş olduğu aşikârdı. Broş da Feride’nin olduğuna göre endişelerinden onu kurtaracak, onun elinden tutacak olanın Feride olduğu çıkarımını da Aziz zekâsındaki bir adam derhal yapacaktır, diye düşünüyorum. Yapacaktır da “şeytan”ın zehirlediği Feride’yi kendi yanına çekmesi çok da kolay görünmüyor.
Bu hafta bölüm etiketi “geçmişte saklı”ydı. Aziz’in endişesinin kaynağı da Salih babanın kimliği de hatta Kerem’in niye şeytan olduğu da gerçekten, geçmişte gizlenmişti. Kerem “şeytan” olmakta haklı mı bilemem ama bildiğim Ümit Kantarcılar’dan enfes bir “sosyopat” çıktığı. Kabul ediyorum Kerem çok sağlam yazılmış bir karakter ama öyle vurgular yapıyor ki Kerem’e, temelin üstüne kelimenin tam anlamıyla bir gökdelen dikiyor. Kerem’i çok severek canlandırdığı da ona çok emek verdiği de belli ve Kerem gerçekten şanslı bir karakter. Bir tık yüksek oynandığında çok irite edecek, bir tık altta kaldığında gücü ortaya çıkmayacak çok ince bir ayar istiyor ve Ümit Kantarcılar enfes bir ritim tutturuyor. Emeklerine sağlık.
Vuslat’ta beni en çok çeken unsur, senaryo. Her çözülen sorunun yerine daha zor bir başkasının gelmesine bayılıyorum. Detaylar o kadar dikkatle ve ince kurgulanıyor ki her seferinde “helal olsun!” diyorum. Faik Bey’in hastanelik olduğu bölümde Salih Baba’nın hastaneye giremediği detayı, minik bir replikle verilip geçildi, aradan 3 -4 bölüm geçtikten sonra bunun gelip bir bütüne yapışmakta olduğunu sezdik. Asla boşa laf sarf edilmiyor, asla boş detay kullanılmıyor ve asla bağlantılar zorlama olmuyor. Bu hafta Madam Aneta’nın dükkâna bir hızla gelip gittiğine şahit olduk, ardından da Çakal’ın dükkândan çıkışına… Baktığınızda bütünde yeri yokmuş gibi duran bir ayrıntı bu ama çok eminim ki birkaç bölüm sonra bu da gelip bir çatışmanın odağına kurulacak. Tıpkı geçen haftalarda Çakal Necmi’nin Tekin ve Ahmet’i ellerine bir adres verip yolladığı meçhul adam gibi… Öyküyü tek bir planda yürütmeyişleri, yan çatışmaların ana olaya çok iyi kitlenmesi ve kurgunun bu gizemli havası Vuslat’ı çok katmanlı bir dizi yapıyor.
Bütün bunların ötesinde bayıldığım bir başka özellik de karakterler “konuşuyor”, kardeşim. Yani, cidden konuşuyor. Diyaloglar akıyor. Uzun zamandır kelimelerle “iletişemeyen” karakterler izlemekten gına gelmişti. Çölde su bulmuş gibiyim, tam anlamıyla.
Rüya sahnesinin anlatımına da çekimine de ayrı vuruldum. İki dakikadan uzun ve diyalogsuz bir sahne olmasına rağmen derdini mükemmel anlattı. Görselliğiyle, renkleriyle, anlatımıyla ve müziğiyle çok başarılıydı. Emeklere sağlık.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline emeğine sağlık. Sabırsızlıkla yeni bölümü bekliyor, olacağım.