Vuslat 4. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Çarkıfelek, bu hafta “cehennem”de mola verdirdi, bize. Herkesin kendi cehenneminde yanışını izledik, bölüm boyunca. Aziz için ateşlenen silah, Feride’yi vurmuş ve Aziz’in cehennemi geçen haftadan başlamıştı. Salih Baba’nın broşu olmasa Feride’nin hayatta kalması pek mümkün değildi ama broşu delen kurşun, henüz nasibi bitmemiş bir ömrün devamını sağladı.
Broşu, Feride’ye veren Salih Baba “bildiğimden değil, yapılması gerektiğinden” dese de Feride’nin başına gelen ona bir biçimde malum olmuş ve “cehennem”i anlatırken bunun huzursuzluğunu sonuna kadar yaşamıştı. “Cehennem; ateştir, gazaptır, öfkedir. Öfkenin yaktığı ateştir. Öfkenin ateşiyle gözüne perde inmesidir, ki o ateşle en sevdiklerini yakıp tutuşturur insan. Bilmez! Cehennem, o ateşin dönüp seni daha çok yakmasıdır. Çaresizce beklemektir. Cehennem, acı çektiğimiz değil acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” der Hallac-ı Mansur. İnancın, güvenin bittiği yerdir, andır. Ateşin tek çaresi ise onu söndürebilme kudreti olan “su”dur. diye yorumladı cehennemi.
Oğlunu tokatlayıp evden atan Faik Bey’in, baba sevgisini yaşayamadığı için Fırat’ın, bir anlık öfkesine mağlup olup can alan Aziz’in; Hasibe’nin, Perihan’ın hatta Sultan’ın cehennemlerine tanık olduk. Ne var ki o ateşi söndürecek “su” sadece Aziz’e ikram edildi. Diğerlerinin ya daha çaresizce beklemeleri gerekiyor ya da gözlerine inen perdenin kalkacağı yok. Onları kendi yollarında bırakıp Salih Baba’nın eliyle “su” verdiği Aziz’de duracağım ben bir süre.
Cehennem, öfkenin ateşiyle insanın en sevdiklerini yakıp tutuşturması demekse Aziz’in öfkesinin de Feride’yi yaktığı çıkarımına varıyor aklım. Anlık bir öfkeyle aldığı üç canın bedelini, Feride’yle ödemek üzereydi, Aziz. Henüz bunun farkında bile değil, elbet. O yüzden Salih Baba’nın uzattığı bir bardak buzlu suya o hayretle ben gülümsemeyle baktık. Bir türlü gideremediği merakı, Aziz’i Salih Baba’ya getirdi sonunda. Getirdi getirmesine de Aziz, akıl adamı. Salih Baba’nın rehberlik ettiği yolda hiçbir kapıyı açmaz, akıl. Açmadığı gibi zihnindeki sorulara da soru ekler; karıştırır, dağıtır, labirentlerde boşa döndürür adamı. Nitekim hepsi tam altıda durmuş saatler, eline tutuşturulan bir bardak su, cümlelerinin daha ağzından çıkmadan tamamlanması geldiğinden büyük bir merakla yolcu etti, onu.
Aziz, rüyayı gördüğü günün sabahından beri hayatına yavaş yavaş sızan, onu çevreleyen, etrafına bir perde ören tuhaflıkların farkında ancak gündelik hayatın rutininde ne parçaları birleştirmesine ne de oturup düşünmesine fırsat var. Üstelik gündelik hayatında sorunları çözdüğü akılla yaşadıklarının muhakemesini yapmasına da imkân yok. O, başka bir dil bilmeyi gerektiriyor. Aklını susturup gönül diliyle konuşan Salih Baba’nın lisanını öğrenmeye başlarsa etrafındaki perdenin ardını görmeye başlayacak.
Feride, Aziz’in hem en büyük sınavı hem de ödülü olacak, belli. Büyük ihtimalle aklını susturup gönlünü dinlemeyi Feride’yle öğrenecek Aziz. Feride kendisi hiç farkında olmasa da çok farklı bir kadın. Babasına ve kardeşlerine adadığı bir hayatı yaşıyor ve o hayatın çilesini hiç itirazsız taşıyor. “Niye ben?”, “Ben bunu hak etmedim ama…”, “Ne kadar talihsizim…” yakınmalarını hiç duymadık onun ağzından. Aksine sadece çözüm üretmek için çırpındığına ve kimseye zarar gelmesin diye uğraştığına tanıklık ettik. Katı durmayı başardığı tek insan, “Bunlar başıma senin yüzünden geldi.” diye suçladığı tek insan Aziz. Ben baştan beri Feride’nin Aziz için bir şans, bir ödül olduğunu görmüştüm de Aziz’in niçin Feride’ye sunulduğunu anlamamıştım. Hastaneden çıkarken “Senin yüzünden ölüyordum.” dediğinde çözüldü mesele. Aziz de Feride’nin imtihanı çünkü… Bunca zaman kimseye kötülük etmeden, “önce ben” demeden, alabildiğine fedakâr bir hayat sürmüş, Feride. Uzaktan baktığınızda insandan çok meleğe yakın bir kadın o. Oysa o bir melek değil… İnsan olduğunu, zaafları olduğunu hatta hata yapabileceğini görmesi gerekiyor. Kısacası kusursuzluğunun bozulması lazım Feride’nin. İşte tam da bu nedenle Aziz’le sınanacak çünkü onu zaaflarıyla ancak Aziz, yüzleştirebilir. Yani Feride, Aziz’in ateşini söndüren su ise Aziz’de onda ateşi yakacak kıvılcım.
Aziz’in ve Feride’nin iç dünyalarındaki karmaşa sürerken görünen dünyada da her şey alev ateşti, bu hafta. Üstelik tuhaftır, bu kez Kerem’in, oyunlarından birini devreye sokması bile gerekmeden karıştı ortalık. Hasibe’nin krizi fırsata çevirip yeni bir eve taşınması, Faik Bey’in cehennemindeki ateşi biraz daha büyütecek. Fırat, evden kovulduktan sonra babasıyla hayalinde yüzleşirken “Bir defa bile bana seni seviyorum, demedin!” diye haykırdı, Faik Bey’e. Çok ağır bir itham bu aslında, bir baba için. Feride’ye düşkünlüğünü ve sevgisini hep hissettiğimiz Faik Bey’in görünmeyen bir yüzü var, demek ki ve o yüz, dışarıdan gördüğümüz mazlum Faik Bey’den farklı, anlaşılan. Fırat yanlış yolda, tamam; babasının ilkelerine uygun yaşamıyor ona da peki; üstelik kanun, kural, haram, helal bilmiyor bu da kabul ama Fırat gencecik bir delikanlı. Önünde model olarak babası varken onun yolundan gitmiyor ve bambaşka bir noktada buluyorsa kendini, o zaman tek suçlu Fırat olamaz hatta onu kötü yetiştiren Hasibe de olamaz. Demek ki Faik Bey, oğlunun sevgi, güven ve inanç damarlarını doğru besleyememiş. Şimdi yandığı ateşin odununu bir vakitler kendi taşımış olsa gerek.
“Bir defa bile bana seni seviyorum, demedin!” diye ağlayan Fırat, yüreğimin bir köşesini kanattı kanatmasına ama o da cehennemine odunlarını kendisi taşıyor. Üstelik de o, acı çektiğini kimsenin duymadığı yerde yanıyor. Hatayı, bir başka hatayla telafi etmeye kalkıyor her seferinde de ateşi biraz daha harlıyor. Babasına duyduğu öfkeyi, ablasından çıkarıp azabına bir azap daha ekledi. “Sen benim ablam değilsin!” diye yüzüne haykırdığı kadının yere yığılışı Fırat’ın cehennemini biraz daha büyütecek. Söylemezsem olmaz; Baran Bölükbaşı o arabadaki hesaplaşmada beni benden aldın. Yüreğine, emeğine sağlık!
Öte yandan Tahsin Korkmazer köşkü de yeni bir Perihan Hanım vak’asıyla iyice karıştı. Uzaktan baktığımda Hasibe’de Perihan’ı, Perihan’da Hasibe’yi görüyorum. Biri halk işi, diğeri jet set versiyonu… Aynı zalimlik, aynı bencillik, aynı hırs ve aynı maddecilik ve her ikisinin de cehenneme savurduğu insanlar… Sultan, o ailenin en günahsızı ve Perihan Hanım’ın gazabından en büyük payı alanı ama bugün fark ettim ki onun işlevi de Kerem ve Aziz’i aynı noktada, aynı sevgide buluşturan tek insan olması. Geçen hafta Kerem’e bir parça haksızlık etmiş ve onun Sultan’ı bile gerçekten sevdiğine inanmıyorum, demiş olabilirim. Bütünüyle geri alıyorum, sözümü. Kerem’in içindeki tek beyaz nokta Sultan ama onu Keremlik etmekten vazgeçirecek kadar büyük mü yüreğinde işte onu hiç sanmam.
Kerem, şu ana kadarki en zararsız hâlini yaşadı, bu bölüm. Ortalık o kadar karışıktı ki onun da dediği gibi bir şey yapmasına hiç gerek kalmadı. Biraz Aziz’in dalına bastı, biraz Tahsin Bey’e göz dağı verdi, biraz etrafın nabzını tuttu o kadar ama onun bu sakinliği, fırtına öncesi sessizlik… Ardından ne gelecek, hangi ateşleri yakıp kimleri içine atacak kestiremiyorum. Şurası inkâr edilemez bir gerçek Ümit Kantarcılar, muhteşem bir Kerem çıkarıyor. Kendi adıma ben, bu kadar şirin ve sevimli bir başka “kötü” izlemedim. Oldum olası hikâyelerin “kötü” karakterleri çeker beni ve genel kuraldır “kötü”sü iyi olan kurgu, sağlam yürür. Hakkını teslim etmek gerek Kerem, çok iyi yazılmış bir kötü karakter ama Ümit Kantarcılar’ın Kerem’e kattığı ruh onu gerçekten çok özel bir yere taşıyor. İtiraf ediyorum, Kerem oyun kazandığı zaman biraz seviniyor bile olabilirim.
Bunca karışıklığın içinde bir iki detay var ki hafifçe çarptı gözüme henüz tam konumlandıramadım ama dikkatimi de çekti. İlki Çakal Necmi’nin Tekin’i yolladığı adresteki adam… Necmi’nin ailesiyle ilgili bir hikâyesi var, biliyoruz. Karısı ve üç çocuğunun katledilmiş olduğunu da hissettik ama Necmi şu ana dek öykünün en gizemli adamı. Onun hakkında Salih Baba’nın “ailesini öldürme emrini vereni bulduğu vakit durdurulamaz!” hükmünü verdiğini de hatırlıyoruz ve iç sesim bu işin ucunun Tahsin Korkmazer’e varacağını söylüyor. O adreste kim var, Necmi niye Tekin’i oraya yolladı, olay nasıl ve nereden bağlanacak bilemiyorum ama tetikte bekliyorum.
İkinci detay hastanede Altan ve Emine’nin ilk kez karşılaşmaları oldu benim için. Altan’ın Emine’yi süzdüğü kaçmadı gözümden. İlk bölümden beri dikkatimi çeken ve öyküsünü merak ettiğim karakterlerden biri Altan. Onun karanlığına Emine’nin aydınlığı iyi gelecek diye düşünüyorum
Gelelim son detaya… Abdullah Efendi, Feride’yi koruyan broşu ona verilmek üzere babasına “Her şeyin ömrü nasibi kadar” diyerek emanet etti. Demek ki broşun ömrü bitmemiş. Demek ki hâlâ yerine getirmesi gereken bir iş var. Onun işlevi Feride’yi korumak olduğuna göre demek ki Feride için hâlâ tehlike var. Her ne kadar Aziz “Ölmene izin vermem!” deyip tanrıcılık oynamaya kalktıysa da Aziz’in onun peşine taktığı korumaya, Abdullah Efendi de kendi korumasını ilave etti.
Fırat’tan aldığı darbeyle gücü artık tükenen Feride, otelin önünde yığıldı yere. Yığıldı yığılmasına da Kerem’den Fırat’a; Yalçın’dan Aziz’e hepsinin odağı oluverdi bir anda. Arayandan, aranana; kaçandan kovalayana kadar herkes Feride’de toplandığında roller nasıl dağıtılacak bilemiyorum ama merakla bekliyorum.
İlk iki bölümde Vuslat’ın rejisindeki dağınıklık beni çok rahatsız etmiş ve bunu da dile getirmiştim ve şimdi gönül rahatlığıyla söylüyorum ki yönetmen değişikliği diziye çok iyi geldi. Özellikle bu bölüm taşlar yerine oturmuş. Hikâye anlatıcısı dilini bulmuş. Hele Salih Baba’nın gözünden adım adım Aziz’e ve Aziz’in gözünden antikacının içine akan sahneyi çok beğendim. Sahnenin başlangıcındaki ritim, bir tık yavaş olsa mükemmel olurmuş ama o akışı yine de çok sevdim. Barış Yöş’ün gözüne, emeğine sağlık.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan herkesin eline, emeklerine sağlık.