Vuslat, 24. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
“Çok şey istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Kendimizi isteklerimizin, muhtaçlığımızın hapishanesine ellerimizle kapatıyoruz. Muhtaçsan ona sahip olana boyun eğersin, köle olursun.” Salih Baba’nın İstenen Amaç’ı anlatırken söylediği bu cümleler bölüm bittiğinden beri beynimde dans edip duruyor. Kâh Aziz’i anlamak adına düşünüyorum kâh Sinem’e ders çıkarmak için. Konumuz Sinem değil elbet, Aziz… Çok şey mi istiyor Aziz? Etrafındaki çer çöpü ayıklayıp Feride’siyle temiz bir hayat kurmak derdinde, o. Suçlayabilir miyim? Hayır! Amaç doğru ama ne demişti Abdullah Efendi geçen hafta: “Eğri yoldan doğru yere varılmaz!” Amaç huzur ve mutluluk ama ona giden yolu, yalan ve plan üstüne kurdu Aziz. Üstelik kendisi farkında olmasa da ona biçilen rol farklı bu hayatta. O “yolcu”… Zorlu bir yoldan yürüyecek, her adımda nefsini temizleyip “visal”e ulaşacak. Kemale ermek için nefsini yok etmeyi öğrenecek. İşte ana problem de bu noktada başladı bana göre. Komadan çıkana kadar bambaşka bir Aziz tanıdık biz. Olup biteni kavrayamasa da olana tevekkül edip teslim olmuş bir adamdı o. İyi kötü, düşe kalka da yol alıyordu. Gel gör ki ölümün kıyısına gidip geldikten sonra yeni bir Aziz’le tanıştık biz. Tamam, özünde yine o “iyi” adamdı, yine sevdiklerini feda etmeyen ve onlar için yaşayan adamdı ama kendine bir dünya kurdu ve o dünyanın tanrılığına soyundu.
Yeni hayatına başladığından beri, son bir yılı unutmuş gibi yaptığından Salih Baba’dan da uzak durmayı seçmişti, Aziz. Salih Baba, onun rehberi, çıktığı yolda el feneri… Ondan uzak kalmak da yalpalamasına, savrulmasına ve kaybolmasına neden oluyor elbette. Sürdürdüğü oyuna daha fazla katlanamaz olunca önce babasına itiraf etti gerçeği, ardından da Salih Baba’da aldı soluğu. Aziz, sonunda Salih Baba’ya geldi ama bu geliş yine bir kaçış aslında, onu boğan her şeyden kaçış ve gördüğü rüya da aslında iç huzurunun hiç olmadığının en büyük işareti. Rüyanın başında ışıltılı ama boş kaselerin olduğu göz alıcı renkli ışıkların oynaştığı bir mekânda gördük onu. Bana sorarsanız o sahne Aziz’in Feride’den önceki hayatı. Renkli, karmaşık bir hayatın içinde; cafcaflı, gösterişli ama bomboş insanlarla dolu bir dünyada bir başınaydı o. Feride’nin sesiyle kendine geliyor ve gerçek olanı aramaya başlıyor ama yere düşüyor. O düşüş bence ikinci hayatının da başlangıcı. Aradığı sesi bir mezarda buluyor ama Feride’yi canlı canlı mezara koyan da o. Elindeki kolyeyi alıyor ancak Feride’yi çıkarmasına Abdullah Efendi engel oluyor çünkü tevekkül etmiyor Aziz. Abdullah Efendi’nin uyarısını anlasa yoluna çeki düzen verecek. ”Allah’tan başkasına ihtiyacın yok!” diyor Abdullah Efendi, ona. Aziz, bir kez daha rüya aracılığıyla uyarılıyor ama bunun manasını düşünecek şartlara da duruma da sahip değil henüz.
Aziz, şu ana dek tevekküle hiç yanaşmadı. Feride’yi korumak adına ve planı doğru işlesin diye gerçeği Feride’ye söylemedi, tamam ama kabul edelim ki bu, egosuna da çok iyi geldi. Feride’nin her şeye rağmen ondan vazgeçmeyişi, insanlara ve hayata karşı duruşu, hatta onun yüzünden acı çekişi bile mutlu etti Aziz’i. Bundan zevk aldı ve nefsini alabildiğine doyurdu. Feride, ihtiyacını terk etmeyi göze aldı hatta bunu başardı ama Aziz bunun yanına bile yaklaşamadı. Kerem’i sınadı, babasını tehditle yola getireceğini düşündü, Nehir’e acı çektirmeyi planladı kısacası haddi olmadığı hâlde tanrıcılık oynadı. Bunun bedeli ağır olmalı, olacaktır da… Bir tehditle yola getirdiğini düşündüğü babası, Feride’nin ölüm emrini imzaladı bile. Açıkçası Aziz’in özgüvenin, egosunun yerle bir olması için bir acı derse ihtiyacı var. Hiçliğini fark etmesi, gücünün aslında ona ait olmadığını idrak etmesi ve “benim” dediğini kaybetmekle karşı karşıya kalması gerek. Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir*. Abdullah Efendi’nin gözünün bebeği de olsa, Salih Baba yine aynı sıcaklıkla onu kucaklamış da olsa aklının başına gelmesi için Allah’ın “celal” yüzüyle tanışması gerekiyorsa tanışacak!
Aziz’in egosu ve ben bilirimciliğine karşın Feride ilk andan beri tevekkül eden taraf oldu. Bu arada söylemezsem olmaz, Vuslat’ta Sevgili Betül Yağsağan harika karakterler çiziyor. Bu hafta Feride’yi izlerken karaktere tam anlamıyla hayran oldum, bir an bile sapmadı ve bir an bile boşluk oluşmadı. Feride çok net, inançlı ve derinden seven bir kadın ve asla “bağırmayan” bir gücü var. O kadın korkmaz, yılmaz ve vazgeçmez. O kadını tehditle, yalanla, kıskandırmayla geri adım attıramazsınız. Bütün varlığıyla güveniyor çünkü ve bir başka kadının üçüncü kişi olarak araya gireceğini bir an bile düşünmez. O âşık olduğu adama kızar, kırılır, incinir ama onu Aziz’den ayırmaya çalışan Nehir’e de Tahsin’e de pabuç bırakmaz. Çok kırılmış, incinmiş, yanmış tutuşmuş olsa da kapris yapmaz, sevginin diyetini ödetmez, intikama kalkışmaz ama onu hatırladığını “lütfedip” söyleyen adamın boynuna da atlamaz. Ondan hesap da sormaz sadece duygusunu ve kırgınlığını anlatır fakat kapıları kapamaz. Bu kadını elde etmek zor ama elde tutmak çok daha güç; yürüyüp gittiğinde yaratacağı boşluğu doldurmaksa imkânsız. Feride, karşısındaki adamın boynuna kement atmaz, hâline bırakır ve gerekiyorsa ondan vazgeçer ama sevmekten değil, sevdiğinden geçer üstelik bu geçişi ve bu kadını durduracak bir güç de yok. Hele Aziz’de hiç yok!
Aziz, bu hafıza oyununu kurguladığından beri hep Feride’nin “Sen beni, benim sana olan inancımdan vurma!” cümlesini hatırlayıp duruyorum. Defalarca da dile getirdim. “Senin bana olan inancını yıkmaktansa dünyayı yıkarım!” diyen adam, ahdine vefa gösterebilecek mi, diye. Nitekim bu hafta Feride o sözün gereğini istedi, Aziz’den. “O zaman o dünyayı yık!” dedi. Bence, “Yık!” dediği dünya, Aziz’in egosuyla kendini Tanrı ilan ettiği dünyası. Feride, Aziz’e “O takdiri, Allah’ın değil senin yazmış olman sorun.” derken tam da bunu söylemeye çalışıyordu. Söyledikleri, “Bir kendine gel!” ifadesi aslında ama bir yandan da “Madem bir oyuna kalkıştın, oynadığın oyunun sonucunu al ve dünyayı kimin başına yıkacaksan, onun başına yık, artık” anlamı da var, elbette. Özetle “Yaptığını da yapma şeklini de zerrece onaylamıyorum ama bizi yok etmemen için yapman gereken buysa özgürsün!” icazeti verdi. Aziz aklını başına cemalle mi celalle mi alacak bilemedim ama Salih Baba’nın onu yürekten kucaklamasına bakınca ondan ümidi kesmemek lazım diye de düşünüyorum.
Vuslat’ta karakterler enfes yazılıyor, demiştim. Bölüm finalinde Feride’nin monoloğuna ne bir kelime ekleyebilirim ne de bunu demeseydi dediğim bir cümle bulabilirim. O kadar yerli yerinde, o kadar Feride’ce ve o kadar dozu iyi ayarlanmış bir monologdu ki hayranlıkla izledim. Bu arada söylemezsem olmaz Devrim Özkan’ı Tahsin Korkmazer’le konuşmasında da final monoloğunda da çok beğendim. Oldukça uzun ve karmaşık bir sahneyi ritmi düşürmeden çok iyi kotardı ve Feride’nin ruhunu çok net çıkardı, ortaya. Yürekten tebrikler.
Vuslat’ın senaryosu kadar rejisi de her bölüm büyülüyor beni. Hatta bazen görüntüleri izlerken içeriği kaçıracağım endişesi taşıdığımı da itiraf edeyim. Sevgili Barış Yöş arada öyle bir oyun yapıyor ki ben çocuk gibi parmağım ekrana uzanmış “Aaaa!” diye şaşkınlığımı ifade ederken buluyorum kendimi. Tıpkı bu bölümde Tahsin ve Feride’nin uçurum kenarındaki konuşmalarında olduğu gibi… Alçak açılı çekimle, uçurumun kıyısındaki Feride ve Tahsin’i o kadar güzel verdi ki sahnenin tehditkâr ve korkutucu atmosferine çok etkili bir dokunuş yaptı. Ben onun bir de sahneyle duygu vermelerini çok seviyorum. Oğlu Fırat’ın mezar taşına şemsiyesini koyup yağmurda ıslanan Tahsin, o kadar hoş ve çarpıcı bir görüntüydü ki… Öykünün önüne geçmeden, lüzumsuz atraksiyonlar yapmadan, akışın canına okumadan hikâyeyi çok nahif, çok şık ve çok estetik anlatıyor Sevgili Barış Yöş. Elbette görüntü yönetmeni Tolga Çetin’in ve kurgu yönetmeni Engin Öztürk’ün de katkılarını görmemek mümkün değil. İzlerken aldığım keyif için binlerce teşekkürler…
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.
- Ziya Paşa’nın Terkib- i Bend’inin bir dizesi.