Vuslat, 16. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Salih Baba “İnsan bilmediğinden korkar.” deyip gerçek açıklamayı serince gözümüzün önüne, benim daha önce bir sürü gri hücremi yakıp kurduğum teori de domino taşları gibi yıkılıverdi. Aziz’in “Her şeyden iki tane var.” çıkarımı; olanı basitleştirip basiti, düğüm yapıverdi. Sanırım, Vuslat’ın en sevdiğim yanı da bu: İzlerken zihnimde bir sürü soru işareti dolaştırması, kendi kurgumu oluşturmama izin vermesi ve cevaplar ortaya çıktığında “Evet, ya! Ben bunu niye düşünemedim ki…” dememi sağlaması. Yalnız 16 bölümdür Vuslat’tan öğrendiğim bir tek şey varsa o da “Çözülen her düğüm, bir başkasının ipucu olacaktır.” Bu defa da yakaladım ipin ucunu ve nerede düğümlenecek diye beklemedeyim.
Aziz’in çok uzun zamandır, etrafındaki kaostan uzaklaşıp kendisiyle baş başa kalmaya ihtiyacı vardı. “Olanda hayır vardır.” hikmeti, bence bir kez daha gerçekleşti ve bedeli hapse düşmek de olsa hayat, ona üç günlük bir mola verdi. Katil olduğunu düşündüğü hâlde “Sana inanmayı seçtim.” diyen kadının hayalini alıp yanına kendi ayağıyla gitti cezaevine. Öte yandan yaşayıp anlamlandıramadığı gizemleri sorgulamaya ve en mühimi sorma cesareti bulmaya ihtiyacı vardı ama en çok da kendisindeki değişimi fark etmesi lazımdı. Mahkeme salonundaki iç monoloğundan anladığımıza göre de Aziz, en azından “yolcu” olduğunu fark etti. “Çaresizliğim ve gücüm aynı anda büyüyor. Bu nasıl bir çelişki, bilmiyorum; sadece yürüyorum.” derken girdiği yeni yolun ayırdına varmış, onu çağırana adım atmış ve teslim olmuş bir adam vardı, karşımızda. Olup biten hiçbir şeyi kontrol edemediğinden çaresizliği artmış, gerçek “yoldaş”larının yanında olduğunu sezdiğinden gücü çoğalmıştı. O, buna çelişki dese de aslında “Yürü!” emrine itaat etmeyi ve teslim olmayı öğrenmişti. Tam da o nedenle “Kendi kalemini kıran hâkim gibiyim.” dedi. Yeni Aziz, eski Aziz’in idamına hükmetmişti çünkü. Adını koyamasa da hiçliğini sezmişti ve teslim olmanın huzurunu tadan yeni varlığı; güce tapan, egosunun esiri, benliğini doyurmayı seçen “eski” Aziz’i öldürmeye karar vermişti. Salih Baba, gazabı anlatırken “Asıl zafer o kızgınlık ateşini, insanın kendisinin söndürebilmesidir.” dedi. Aziz, zafer yolunda yürüyor, artık.
Bu hafta Aziz’in payına “sabır” düşerken Tahsin Korkmazer de hızla “gazab”ının onu sürüklediği “büyük deniz” de batmaya gidiyor. Bir yandan Kerem diğer yandan Bülent, onun kalemini kırdılar, bana göre. Tahsin Korkmazer, büyük resmin karalarından biri. Zaman zaman, “Onun da iç sesini duysak mı ki?” diye geçiyor aklımdan ama ardından onda muhasebesini yapacak bir vicdan olmadığını hatırlayıp susturuyorum, zihnimi. “İnsan ne yaparsa kendine yapar.” derler, dedi Salih Baba, gazabı anlatırken. Tahsin Korkmazer, bu noktaya yavaş yavaş geliyor. Kızını, bilmeden de olsa kendi elleriyle tekerlekli sandalyeye mahkûm ettiğinde kalp kriziyle almıştı karşılığını. Şimdi bundan da büyük bir tehlike var, kapısında. Kerem, intikam yemini içip geliyor ona doğru. Bülent de bir anlamda onun yok edilmesi emrini verdi. Tahsin Korkmazer’in gazabı da sonunda gelip kendisini yakacak gibi ama öyle çok sırrı barındırıyor ki içinde, onlar ortalığa dökülmeden kendi ateşinde yok olacak gibi gelmiyor, bana.
Kerem, odağına Tahsin Korkmazer’i oturttuğundan beri Aziz’in başına çorap örmekten vazgeçmiş görünüyor. Ailesini bulma çabası ve öğrendiği her yeni bilginin onu Tahsin Korkmazer’e bağlaması onun da “gazab”ını artırıyor. Öfkesi kendi içinde yeniden ve yeniden alevleniyor. Kerem’i yine sarıp sarmalıyor ve devamlı harlıyor içindeki öfke ateşini. O Aziz gibi değil, kendi ateşini söndürecek gücü yok, haftalar önce belki de o yüzden Abdullah Efendi “Un ufak olursun!” deyip uyardı, onu. Dedesinin Bülent Bey olduğunu da düşününce Kerem için açılan ikinci perde, ilkinden de gazap dolu olacağa benzer.
Kerem’in anneannesinin Madam Aneta olduğunu öğrenmesi, Tahsin Korkmazer için sonun başlangıcı olacak gibi geliyor, bana. Yakaladığı izi takip edeceği açık. Öte yandan dedesi de onu bulduğuna göre iki uçtan sıkıştıracaklardır Tahsin Bey’i. İşin ilginç tarafı Bülent Bey’in Aziz’i kendisine muhatap seçmiş olması oysa dıştan bakıldığında onun Aziz’le bir derdinin olmaması lazım. Kerem’i kaçıran da saklayan da Tahsin. Peki, Bülent Bey niye “oyun” için Aziz’i rakip alıyor kendine? Bunun cevabının ben, Mehmet Şefik Bey’e yani Aziz’in dedesine dayandığını düşünüyorum. “Her şeyden iki tane var.” açıklamasını da buraya uyarlamayı seçiyor ve Aziz’in, bir anlamda dedesinin devamı olduğunu düşünüyorum, Bülent Bey için.
Gizemli evdeki tabloların, Salih Baba’nın dükkânında çıkmasının da elindeki yüzüklerin tıpatıp aynı olmasının da açıklaması bu kadar basitmiş meğer: Her şeyden iki tane var. Biri Bülent Bey’de diğeri Mehmet Şefik Bey’de olan birbirinin aynı eşyalardan bahsediyoruz, anlaşılan. Salih Baba’nın elindeki yüzüklerden birinin kenarında N. K harfleri vardı. Aynı harfleri Abdullah Efendi’nin elindeki kırmızı defterde de gördük. K’nin “Korkmazer” olduğunu tahmin ediyorum ama N, o aileden kimseyle örtüşmüyor, şimdilik. Yüzüğü dikkate alınca N’nin kadın olma ihtimali güçleniyor. Ayrıca kırmızı kapaklı defteri de ben bir kadına daha çok yakıştırdım. İki veriyi toplayınca N’nin, Aziz’in şu ana dek hiç adı geçmeyen babaannesi olduğu sonucuna varıyorum. Muhtemelen o defter, bir günlük. Asıl mesele Abdullah Efendi’nin onu vereceği kişi… Büyük sırlardan bir ya da birkaç tanesini o defter açık edecek diye düşünüyorum.
Bu arada kafamda dönüp duran asıl soru şu: Niye insanlar birbirinin tıpatıp aynısı eşyalar edinir? Yani niye her şeyden iki tane var? Tek yumurta ikizlerinin bile birbirinin aynısı bir hayat sürmedikleri malum o hâlde bunun açıklaması ne ola ki? Bülent ve Mehmet Şefik Beylerle ilgili bildiğimiz, aralarında bir ortaklık olduğu. Yani bir zamanlar oldukça yakınmış iki aile, bu yakınlıkla ilgili bir bağlantı çıkacak sanırım ama Vuslat, tahminlerimde beni o kadar çok yanılttı ki artık yoğurdu üfleyerek yeme aşamasındayım. Ortalık biraz daha aydınlanana kadar varsayımda bulunmak, yok.
Zihnimde bir türlü kendine yer bulamayan ikinci konuysa Sultan. Sultan’ın Perihan ve Tahsin’in kızları olduğunu biliyoruz, hatta bu hafta yedi aylık doğduğunu da öğrendik. Öte yandan Kerem’in annesiyle gözle görülür benzerliği de ortada. Madam Aneta’nın onu Alice sanması boşuna değil. Hasibe sayesinde Kerem’in dikkati de buraya çekildi. Bu durumda ya Perihan, Tahsin ve hatta Gülten yalan söylüyor, Sultan onların kızı değil, o da Alice’in çocuğu ya da inanılmaz bir tesadüfle Sultan, hık demiş Alice’in burnundan düşmüş. Dizinin mantığını bir parça anlayabildimse bu kadar vurgulanan hiçbir detay tesadüfe bağlanmıyor ama şu an bu konuya da mantıklı bir açıklamam yok, ne yazık ki.
On altıncı bölüm, bir geçiş bölümüydü bana göre. Şu ana dek süregelen en önemli çatışmalardan biri sonuçlandı: Feride, Aziz’in katil olmadığını öğrendi, Aziz hem kanun önünde hem Feride’nin gönlünde aklandı. Salih Baba’nın Aziz’e yüzüğü veriş nedenlerinden biri de buydu aslında. Artık Feride ve Aziz’in ilişkileri bir level atlayacak duruma geldi. Şartlar olgunlaştı. Aziz, evlenme kararını aldı. Aldı, almasına da ilkinden daha güçlü bir başka çatışma kurulmakta. Geçen hafta Aziz, “Görmediğim düşmanla savaşmam!” demişti. Bunu öğrenen düşmanı da kendini açık etmeye karar verdi. Bülent ve Aziz, karşı karşıya geliyor. Bu, ilkinden çok daha zorlu bir savaş. Aziz, bir kez daha hem karşısındaki düşmanla hem de zihninde ve yüreğindekilerle harbe giriyor. Yolculuğunda ilerlemesi için de bu şart. Bu durumda, bir süre daha, aldığı evlenme kararı aklında, yüzüğü cebinde kalacaktır. Evet, Feride onun yol arkadaşı, ışığı ve hatta kurtarıcısı ama henüz onunla yeni bir hayata başlayacağı kadar temizlenmedi, mayın tarlası. Nitekim, Feride’nin hazırladığı yemeği, Bülent’le tanışmak uğruna ertelemek zorunda kaldı. “Bir defalık” teklifi reddetme ihtimali yoktu, elbette. Yolun ortasında birdenbire Abdullah Efendi ile karşılaşmasa bilinmeyene yolculuğu kaygıyla yapacaktı ama Abdullah Efendi’nin yüzündeki tebessüm bence ona zaferi müjdeliyor. Bülent Bey, onun Feride için mi Aziz için mi ortaya çıktığını merak ededursun, Abdullah Efendi her önemli sınavında Aziz’in yanı başında durup tarafını çoktan belli etmiş durumda. Aslına bakarsanız öyküdeki bütün sırlar Tahsin Korkmazer’de düğümleniyor ama anahtar Abdullah Efendi’de. Onun kendince vakti zamanı geldiğine inandığında sahibinin avcuna bıraktıkları, gizleri birer birer gün yüzüne çıkarıyor.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Madam Aneta ve Kerem’in buluştukları sahneye başından sonuna vuruldum. Ümit Kantarcılar, beni benden aldı. Repliksiz bir sahnede o kadar yükseltti ki duyguyu, ekranın öte yanına geçip Kerem’e sarılan ben oldum. Koca adamın yüreğindeki beş yaşında çocuğu, yalnızlığını, sevgisizliğini, özlediği anne kokusunu şiir gibi aktardı. “Kötü”yü oynayıp karakteri bu denli sevdirmeyi başarmak gerçekten üstün bir çaba istiyor. Ne diyeyim emeklerine sağlık, Ümit Kantarcılar. O sahne oyunculuğun yanında çekimiyle de enfesti. Sahne bütünlüğü, atmosferi, renkleri ve diliyle hayran bıraktı beni. Mahkeme sahnesine de bayıldım; düşünülerek, özenilerek ve titizlikle kurgulandığı o kadar belli ki… Elinize, gözünüze, emeğinize sağlık Barış Hoca’m!
Yazının başında da dillendirdim, ben Vuslat’ı beynime yaptırdığı fazla mesai için çok seviyorum. Ekran başında geçirdiğim her dakikanın hakkını veriyor, sorgulatıyor, bağlantı kurduruyor, yeni sorular oluşturuyor kısacası zihnimi açıyor. “Kız adamla karşılaştı, adam kıza ihanet etti, kötü kadın onları ayırdı.” akışlı dizilere alıştırılan belleğimiz, zaman zaman gerçekten zorlanıyor. Anlaşılması güç, zira seri takip istiyor ve öykünün katmanları arasında geçişler çok ani oluyor ama kendi adıma hiç şikâyetim yok. Çok dürüstçe bir itirafta bulunmam gerekirse “Daha kolay anlaşılsaydı da daha çok izlenseydi.” fikrini hiç paylaşamıyorum. Belki artık nicelikle değil nitelikle ilgilenmemiz gerektiğini düşündüğüm içindir. Vuslat, edilgenliğe alışmış bir kitlenin takip edebileceği bir proje değil; olmamalı da… Emek vermeyi, zahmet çekmeyi ve etken olmayı zorunlu kılıyor. Benim için de en çok bu yönüyle değerli.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük sırtlayan tüm ekibin emeklerine sağlık.
Elinize kaleminize sağlık. Ben de kesinlikle nitelik konusunda size katılıyorum. Sadece zaman doldurmak için bomboş sahnelerin eklendiği uzatıldığı, yarısı flash backlerden oluşan ileri sarmadan izlenemeyen dizilerden sonra vuslat ilaç gibi geldi her dakikanın kıymetini gösterdi. Tek sıkıntım izlerken yaşadığım heyecanı paylaşacak kişilerin çevremde pek olmaması neyseki yazılarınızla yalnız olmadığımı hissediyorum.
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Vuslat benim de çok uzun zamandan sonra büyük keyifle izlediğim bir dizi ve sanırım o keyifle de yazıyorum:) Aynı duyguda olanlarla paylaşmak ve dediğiniz gibi yalnız olmadığımızı görmek ayrıca çok güzel.