Vuslat, 15. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Çarkıfelek bu hafta Vuslat’ta bizi “hıyanet”te duraklattı. “Hıyanet”i bildiğimizle anlayalım dedi Salih Baba ve bize “ihanet”i anlattı. “İhanet, edeni de edileni de harap eder. İhanet eden pişmanlığıyla, ihanet edilen inancıyla sınanır.” dedi. Öyküde bizim şimdiye kadar fark edebildiğimiz ihanet, geçmişte yaşanan ve hâlâ büyük bir sır olarak korunan, kökleri her yanı sarmış derin bir mesele. Bir ucu Tahsin Korkmazer’e diğer ucu mahalleye uzanan o büyük gizemde bu hafta bir küçük perde kalkar gibi oldu.
Tahsin’in çok korktuğu ve Aziz’e “karanlık” diye tanımladığı Bülent Bey, aslında Madam Aneta’nın kocası. Dolayısıyla Alice’in babası ve Kerem’in dedesi gibi görünüyor. Kendi baştan ayağa “kara” olan Tahsin Korkmazer’in onu “karanlık” diye tanımlaması ironik olsa da Madam Aneta’nın “Onun hırsı, kendini de bizi de mahvetti.” sözünden anladığımız, çok da haksız değil, demek ki Tahsin Bey.
Bülent’le ilgili bir diğer bilgi de onun Aziz’in dedesiyle ortak olduğuydu. Benim anladığım Mehmet Şefik Bey, onun “para ve güç” imparatorluğuna pek bulaşmamış görünüyor ama Tahsin babasının yolundan gitmemiş ve Bülent’in yanında yer almış anlaşılan. Geçmişi, bugüne aktaracak olursak Aziz de Kerem de dedelerinin genetik miraslarını devam ettiriyor, sanki.
Bu arada “gizemli” Bülent Bey, fotoğrafta Feride’nin kolyesini görüp “Bu kolyeyi ben yapmıştım.” dedi. Faik Bey de Feride’ye “Kapalıçarşı’da bir usta bundan dört tane yapmış. Adam yurt dışında yaşıyormuş.” diye anlattı kolyelerin hikâyesini. Feride’nin “Demek üç kolye var!” yorumuna bir düzeltme yapmam lazım. Hayır, Ferideciğim dört kolye var: Biri Hasibe’de, biri annende (sendeki), biri Alice’de ve dördüncüsü meçhul bir yerde. Bu durumda yurt dışında yaşayan usta, Bülent Bey demektir. Üstelik de kolyeleri satın alan Faik Bey’in kardeşi o ustayı tanımadığına göre Bülent, henüz Feride onu hatırlayamayacak kadar küçükken Madam Aneta’dan ayrılıp yurt dışına gitmiş olmalı. Zaman zaman karşımıza çıkan “Almanya”da bu noktada bir anlam kazanmaya başladı. Bülent ve Tahsin’in birlikte iş yapmaları Almanya’da başlamış demektir.
Öte yandan Kerem, kendi araştırmasını yapmaya girişti. Gerçek nüfus kâğıdına ve bir tapuya ulaştı. Tapu da onu Madam Aneta’nın evine kadar getirdi. Onun aradaki bağlantıyı kurması çok uzun sürmeyecektir. Bu da Tahsin Bey’in başına düşündüğünden de büyük bir dert açılması demek. Tahsin Bey, Kerem’i “karanlıktan” korumak için yanına aldığı iddiasında ve “Asıl onlar Kerem’i bulursa felaket olur.” endişesinde. Kerem’in soyadının “Saltuk” olduğunu biliyorduk biz ama onun ele geçirdiği nüfus kâğıdına göre soyadı “Aslan”. Tahsin Bey’in Aziz’e verdiği dosyada da Kerem’in annesine ait iki nüfus kâğıdı gördük. Biri, Alice Aydın adına düzenlenmiş ve anne adı Aneta, baba adı Bülent … Diğeri çok net görünmüyordu ama hayal meyal “Nazlı” adını okudum. Parçaları birleştirince Alice’in Nazlı olduğu ve Kerem’in annesi olduğu kesinleşti. Kerem’in doğum yeri Almanya. Bu durumda geçmişi biraz hatırlamak gerekiyor. Madam Aneta ve Alice’in bir nedenle kavga ettiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu kavganın nedeni Alice’in kocasıyla Almanya’ya gitmeye kalkması. Kızının orada babasına ulaşacağından korkan Madam Aneta, bu nedenle engellemeye çalışmış ama Alice, Almanya’ya gitmeyi seçmiş olabilir. Bu da Kerem’in Almanya’da doğumunu açıklar ancak dizinin bu aksında hâlâ gizemli bir parça kaldı benim için: Gülten.
Gülten’in, Korkmazer ailesiyle farklı bir ilişkisinin olduğunu bir süredir biliyoruz. Üstelik bunun Nazlı ile bağlantılı olduğunu da öğrenmiştik. Bu hafta Tahsin Bey’e “Ben Nazlı için evladımı feda ettim. “dedi ve elindeki fotoğraftan anladığımıza göre Kerem’le yaşıt bir çocuğu varmış Gülten’in. Sultan’ın arkadaşı olan bir kızı var, onu biliyoruz ama “feda edilen” evlat o olamaz. Muhtemelen bir şekilde ölen bir başka çocuktan söz ediyor Gülten. Madam Aneta’ya “Aneta abla” diye hitap etmesi de Nazlı’nın annesini tanıdığının işareti. O da Tahsin Bey de Madam Aneta’yı tanıyorlar ama Perihan, Madam Aneta’yı gördüğünde tanımadığına göre onun olayın, bu kanadıyla alakası yok demektir. Abdullah Efendi’nin Salih Baba’nın dükkânında başında durduğu beşik de fotoğraftakiyle aynı olduğuna göre, o beşik Kerem’in. Bu da demektir ki Almanya’da doğsa da İstanbul’a dönmüşler ve Gülten’le Nazlı o dönem görüşmeyi sürdürmüş, Madam Aneta’yı bilemiyoruz.
Kerem’in anne ve babasını Tahsin Korkmazer’in vurduğunu da görmüştük. Anlaşılan Tahsin Bey, küçük Kerem’i yanına alıp onun kimliğini değiştirmiş ve amacı da dedesi Bülent Bey’den onu korumakmış. Bütün bunlar, olayın Tahsin Bey, tarafından anlatılan biçimi elbette, gerçeği nedir; onu da Aziz çözdüğünde öğreneceğiz, artık.
“Büyük sır”la ilgili iki detay daha aydınlanır gibi oldu, bu hafta. İlki; aranıp duran saat, Aziz’deki dedesinin saatiymiş. Ben buna çok ihtimal vermemiş ve yere düşüp parçalanan duvar saatine odaklanmıştım ama Bülent Bey’in masasındaki fotoğraftan anlaşılan, o Mehmet Şefik Bey’in saatinin peşinde. İkincisi de Çakal Necmi, tıpkı Abdullah Efendi gibi hikâyenin kilit isimlerinden biri. Hatta ortaya çıkmaması gereken, çıkarsa işlerin iyice karışacağı düşünülen en önemli parçası. Geçmişte ailesinin katledildiğini ve onun bunu yapanları ele geçiremediğini öğrenmiştik. Şimdi de hapiste geçirdiği bir başka dönemden haberdar olduk. Hangisi önce, hangisi sonra bilemiyoruz ama ben hâlâ ailesinin katledilişinin bu olup bitenlerle ilgisi olduğu kanısındayım.
Aziz bir yandan, Kerem bir yandan olayların üstüne gittikçe çember daralacak ve ne var ne yok ortaya dökülecekti ancak Aziz’in hapse girmesi dengeleri değiştirebilir. Kerem’in öldü sandığı Ali Bey’in de hayatta olduğunu öğrendik. Bu da işlerin biraz daha karışması demek. Abdullah Efendi’nin bu haftaki hikmeti “İki ‘bir’ olmayınca bir şey olmaz!”dı. Pek çok defa, birçok değişik kişiye tekrarladı durdu, bunu. Diğerlerinin hikmetini anlamış değilim ama tam da bu noktada Aziz olmadan, Kerem’in tam anlamıyla gerçeğe ulaşamayacağını da düşünüyorum. İkisinin bildikleri birleşip “bir” olduğunda “bir şey” olacak.
Bu hafta geçmiş ve gelecek arasında gri hücrelerim o kadar fazla koşturup mesai yaptılar ki “Aziz’in yolculuğu” kafamda biraz geri planda kaldı ama aslında o, bunu hak etmiyor çünkü çok büyük bir adım attı, Aziz.
Amiri tarafından köşeye sıkıştırılan Yalçın, hiç istemese de Aziz’i tutuklamak zorunda. Açıkçası ortada ölüm olmasa da Aziz de o yaralamanın kefaretini ödemeli. Bunu da gönülden kabullendi. Salih Baba, Çakal Necmi’nin hapse düşmesini boşa anlatmadı ona. Necmi için hapishane “çilehane” oldu, dedi. Muhtemelen Aziz’in de böyle bir çilehaneye çekilmesi gerekiyor. Kendisiyle baş başa kalıp yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışması, çıktığı yolu idrak etmesi lazım. “Olanda hayır vardır.” ilkesi uyarınca hem maddi hem de manevi olarak teslim oldu, Aziz. İçine zorla çekildiği bu kaostan biraz uzak durmalı ve büyük resmi görmeyi denemeli. Ayrıca hapiste karşısına kim ve ne çıkacak onu da bilemiyoruz belki “yol”undaki kilitli kapıların birini de orada bulacağı anahtarla açacak. Teslim olma kararı verdikten sonra Feride’ye “Dışarıdaki en son an’ıma kadar seninle olmak istiyorum.” dedi. Feride onun yoldaşlarından biri ve gidebildiği yere kadar da onun elini tutup onun sevgisinden güç alarak yürümeyi seçti ama öyle bir kapı var ki önünde, oradan bir başına geçmek zorunda Aziz Korkmazer. Hikâyenin görünen yüzünde “ihanet eden” Tahsin Korkmazer. Pişmanlığıyla sınanır mı sınanmaz mı bilemem ama onun ihanet ettiklerinden biri de Aziz ve o “inancıyla” sınanıyor. Ailesine, babasına, kardeşine olan inancıyla… O sınav için de biraz sükûnete, deyim yerindeyse hayattan bir mola almaya ihtiyacı var. Hapis, ona bu şansı sağlar diye umuyorum.
Finalde “Hay’dan gelen hu’ya gider.” diye noktaladı sözünü Aziz. Gündelik dilde kullandığımız “Kolay elde edilen boşa gider.” anlamının dışında bir anlamı daha var bu deyişin. “Ölümsüz olandan yani yaratıcıdan gelen; Allah’ın bilinmeyen ve insana sır olan yanına döner.” diye özetlemek mümkün bunu. Yani Allah’tan gelen, yine ona döner ama geldiği gibi değil… Gelir; yaşar, öğrenir, bilemediklerini fark eder ve değişip bambaşka biri olarak yolculuğunu tamamlar. Bence Aziz, tam da şimdi çıktığı yolun farkına varıyor. Yolculuğu tamamlamasına elbette çok var ama o bilemediklerini fark etme ve öğrenme aşamasına geliyor, artık.
Final sahnesi demişken o sahnenin çekimine de Kadir Doğulu’nun sesinden dinlediğimiz “Zahid Bizi Tan Eyleme” ye de bayıldım. Kadir Doğulu, melodiye çok yakışmış ve çok da güzel yorumlamış. Diline, emeğine sağlık. O eser de sahneye tam oturmuş. Akıl edenlerin de yorumlayanın da çekenin de emeklerine sağlık. Her detayıyla kusursuz bir sekanstı, tabir yerindeyse “şiir gibi” aktı.
Bu arada öyle bir yer var ki söylemezsem olmaz. Kerem’in adamlarına talimat verip ardından geçmişinin peşine düşmek için arabasına bindiği sahnede örümcek ağının ardından başlayan ve yine aynı yerden sonlanan bir sahne vardı ki çekimine vuruldum. İzlediğim her karede bağlantı kurmaya alışkın zihnim, o sahnede çok şık bir detay yakaladı. Örümcek bağlamış anıları kurcalamaya giden Kerem’e, örümcek ağının gerisinden baktık biz. Nasıl hoş bir fikir, ne nasıl estetik bir çekimdir o Barış Hoca’m, Taylan Hoca’m… Emeklerinize sağlık…
“İki ‘bir’ olmayınca bir şey olmaz!” hikmeti döndü durdu zihnimde bölümü izlerken. Sık tekrarlandı, Kerem’den Aziz’e kadar pek çok kişiye söylendi. Bu da demektir ki birden çok anlamı vardı. İki taraf, ortaya çıkacak ve birleşecek ki “bir şey” olabilsin en genel manada bunu anlayabildim. Aziz’in, babasına “Onu saklandığı yerden çıkaracağım. Düşmanımı görmeden onunla savaşamam!” cümlesini de biraz bu bağlamda düşünmeyi seçtim. Onun yolu uzun, onun yolu zahmetli onun yolu belirsiz. Kendi diliyle “Erenlerin çoktur yolu, cümlesine dedik beli/ Ko desinler bize deli, usludan yeğdir delimiz.” dedi. Yolunun çokluğunu kabullenip evet dediyse bize de beklemek düşer elbet. “Olanda hayır vardır!” deyip bekleyip göreceğiz.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan bütün ekibin eline, emeğine sağlık.