Sefirin Kızı 2. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Uçurumun kenarında bıraktığımız Nare, Kavruk’un “Bu defa uçma alaca kuş!” dileğine uyup son anda, kızının hatrına yaşama tutunma kararı aldı. Son anda koşup gelen Sancar’ın ona uzanan elini tutmasını elbette beklemiyordum. O, uçurumun kenarına tırmandığı gibi aşağı inmeyi de bilir. Hele Gediz’e söylediği gibi defalarca o tepeden aşağı itilmiş ve tekrar tekrar ayağa kalkmayı öğrenmişken… Nare, daha önce de hayatından vazgeçmeyi ve ölümü seçmeyi denemiş ancak bu kez onu uçurumun kıyısına getiren ne Sancar’a duyduğu aşk ne babasının kalpsizliği ve bence ne de katil olduğunu düşünmesi. O, minicik kızının sırtına yüklediğini düşündüğü kocaman kayayı kaldırmak için kendinden vazgeçmeyi göze aldı. Aldı almasına da o her şeye göğüs gererek büyüttüğü, onunla nefes almayı yeniden öğrendiği varlıktan vazgeçmek mümkün olamadı. Hayatta kalmaya karar verdiği an da kızını tekrar yanına almaya ve onunla yaşamaya bir kez daha yemin etti.
Dıştan bakıldığında “Çocuğu kendi eliyle getirip bıraktı Sancar’a. Şimdi vazgeçmek de neyin nesi?” diye düşünebilirsiniz. Oysa ben, sonuna kadar hak verdim Nare’ye. Canınızdan vazgeçmeyi planladığınız anda, evladınızı elbette en güvendiğinize bırakırsınız ve hayatta kalmayı seçtiğiniz anda da nefes alabilmek için yüreğinizden kopardığınızı yeniden o yüreğe almak istersiniz. O noktada; hayatlar karışmış, Sancar alt üst olmuş, kızınız bir babası olduğunu öğrenmiş… bütün bunlar artık sadece bir ayrıntıdır. Üstelik Nare, bunalımının en kara anında bile “Burası Melek’le Nare’ye memleket olur mu?” düşüncesindeydi. İlk kez bir araya gelen baba – kızı ayırmak, koparmak derdinde de değildi; sadece kızıyla birlikte daha önce kendisine cennet olmayan yerde bir yuva kurmaya çalışıyordu. Kızını tek başına doğurmuş, her şeye rağmen bu yaşına dek gül gibi büyütmüş ve hayatta evladından başka kimsesi olmayan bir kadın olarak da buna sonuna kadar hakkı var.
Kimse kusuruma bakmasın, ben Sancar’ı düşünüp “Ama yazık ya…” noktasında olamayacağım şu aşamada. Sancar benim gözümde aklanamıyor, hâlâ. Geçmişteki olay bir parça daha netleşti. Nare uçurumdan atlayıp yaralanmış ve Akın, Sancar’a bir yalan atmış: “Nare kaçtı geldi ve Japon sevgilisiyle tatile gitti.” Yahu buna kargalar güler. Nasıl yani? Bu kızın sevgilisi vardı ama koştu geldi, senle evlendi; sonra sen onu başkasıyla birlikte oldun, beni aldattın diye kapının önüne atınca koşa koşa, bırakıp geldiği sevgilisine mi gitti? Buna 8 yaşındaki Melek inanmaz! Tamam, insan inanmak istediğine inanır da bu kadın sana ağlaya ağlaya Akın’ın adını vermiş bana tecavüz etti, demiş hiç mi onun söylediklerini sorgulamaz insan? Hiç mi bu nasıl iş demez? Akın’a Nare’nin söylediklerini aktarmakla olmuyor, o iş. Ne diyecekti Akın sana? “Ha evet, abi ya oldu öyle bi’ şey. Sen çok takılma!” mı? Sevdiği kadın yerine bir başkasına, üstelik de “Bana tecavüz etti.” diye adı verilmiş bir adama inanan Sancar’ın yaptıklarına da sevdasına da ben nasıl inanayım, siz söyleyin! Üstüne üstlük Gediz’le kavga ederken Nare’yi kastederek “Onu benden zaten alamazsın!” demek de nedir? Madem Nare’nin sevgisinden bu kadar emindin o zaman niye kadına inanmadın, o zaman niye “Beni aldattın!” diye sürükleye sürükleye kapıya koydun, o zaman niye kızını alıp geldiğinde “Çocuk kalacak, sen gideceksin!” maçoluğuna büründün? Yalnız, özgüvene bakar mısınız? Kadını en hassas yerinden, sevgisinden, vur; anlamaya dinlemeye yanaşma; kendine bir hayat kur, git başkasıyla evlen ama horoz gibi kabararak “Onu zaten alamazsın da…” diye posta koy. İyiymiş… İyiymiş de birileri sana lafla peynir gemisi yürümez sözünü hatırlatsa mı Sancar Efe? “Benim” deyince senin olmuyor, efem! Hele hele efelik erdeminden söz açıp da gereğini yerine getirmezsen tam olarak “korkak” oluyorsun; bil istedim!
İşin aslı, en baştan beri Sancar’ın bir kimlik sorunu var. O, kendini baştan beri Nare’ye layık görmüyor. Basit bir yarıcının oğlu olmanın kompleksi var üstünde ve bu nedenle de bütün sevgisine karşın ilk fırsatta ihanetle suçlayabildi onu. Üstünden yıllar geçmiş de olsa hâlâ aynı duygu içinde. Sancar’ın yaşadığı şoku da “Bana ağır geliyorsun” demesini de anlıyorum ama kendi içinde yaşadığı inkâr ve savaşı Nare’ye bu kadar bulaştırmasını kabullenemiyorum. Tüketemediği bir sevda yaşıyor ve artık kendine bir hayat kurma derdine düşmüş, o hayatı kurabilmek için de Nare’yi yüreğinde yok etmesi lazım ama yine mantıksız davranıp “Çocuğu alayım, Nare’yi göndereyim. Her şey yoluna girer.” derdinde ki bunun imkânsızlığını anlamak için de âlim olmaya gerek yok. Ortada müşterek bir çocuk varsa iki insanın birbirinin hayatından tamamen çıkması diye bir şey yok. Yüzünü görmek bile istemesen evladının sağlığı, mutluluğu özetle hayatı için o insanla yüz yüze bakmak zorundasın. Nitekim çocuk kriz yaşadığında kendi eliyle alıp getirdi Nare’yi. “Kızımı bırak git, ben hallederim!” tavrıyla halledilmiyor hiçbir şey. Hele de Halise ve Menekşe’nin olduğu konakta mümkünü yok.
Menekşe’yi ilk gördüğümden beri onunla empati yapabiliyordum ben. Geçen hafta “Ruh sağlığı pek yerinde görünmüyor.” demiştim, hâlâ da aynı fikirdeyim ama yine de anlayabiliyordum, onu. Haris olabilir, gözü yüksekte olabilir, sinsi olabilir hatta kötücül bir tarafı da olabilir ama benim gözümde, bu olayda suçu günahı yoktu. Bir adamı sevmiş, yıllarca beklemiş ve bir şekilde ona kavuşmuş; hiç dahil olmadığı bir durum yüzünden de kendi hayatı, geleceği ve mutluluğu elinden alınmış. En azından o öyle görüyor. Bu noktadan bakınca “Ah be kızım, sen istesen de bu adamla mutlu olamazsın!” desem de onu kurban olarak görmeyi seçmiştim, ben. Geçmiş zaman kullanıyorum farkındaysanız çünkü benim için empati, el kadar çocuktan hıncını çıkarmaya kalkışıp onu kötülüğüne alet ettiği anda bitti. Melek’i kendine rakip görmesini de ona iftira atmasını da kabullenemem. Çocuk ya, çocuk… Üstelik de annesinden ayrılmış, hiç tanımadığı bir evde, hiç tanımadığı bir baba ve ailesiyle yaşamak zorunda kalmış bir çocuk… İçinde toplu iğne başı kadar merhamet, sevgi ve şefkat barındıran hiç kimse bu durumdaki bir çocuğa kıyıp da onu, kendi hırsına kurban etmez. An itibariyle Menekşe benim için mağdur olmaktan çıkmış, zalim olmuştur ve bu noktadan sonra başına ne gelirse gelsin “Oh olsun!” demeyi de kendime borç bilirim. Ancak gerçekleri saptırma ustalığı, sinsiliği, plan programcılığı, kötülükte kırmızı çizgisinin olmaması ve konakta Halise gibi bir desteği olduğunu düşünecek olursak gördüğümüz Menekşe, göreceklerimizin fragmanı gibi geliyor bana. Umarım tez vakitte kendi başını yer.
Nare’nin Menekşe’yle bir derdi yok. Aslına bakarsanız şu anda Sancar’la da doğrudan bir derdi yok. Yani sevdasının peşine düşmüş filan değil. Tek derdi kendine yeni bir hayat kurabilmek ve bunu da kızı dışında kimseye bağlı olmadan yapabilmek. Henüz çok ufak bir bölümüne şahit olduğumuz, çocukluğundan beri yaşadığı çok ağır travmaları var. Birden çok defa, bunlar yüzünden ölümün kıyısına gelmiş. Annesiz büyümüş, babasının hiç umrunda olmamış ve burnunun dibinde bir takıntılı sapıkla yaşamak zorunda kalmış. Babası, sözüm ona mağduru korumakla görevli olan güvenlik güçleri ve hepsinden acısı, âşık olduğu adam ona inanmamış. Belli ki yıllardır kendini anlatmak, imdat çığlıkları yollamak için her yolu denemiş ama işe yaramamış. Bir noktada elini kana bulamak zorunda kalmış. Hiç istemeden katil olmak da onu bir kez daha ölümle burun buruna getirdi. Katil olmadığını öğrendiği andan itibaren de kendine yeni bir hayat verildiğini düşünerek buna dört elle sarıldı. Ben, Nare’ye çok hak verdim. O artık kimseye kendini anlatmak, soru cevaplamak istemiyor; o sadece yeni hayatını kızıyla huzur içinde geçirmek, mümkünse anlaşılmak ve kabullenilmek istiyor hepsi bu! Gediz’in ısrarla sorduğu “Onu seviyor musun?” sorusuna verdiği kaçamak cevaplardan çok belli ki “Sensiz yaşamaya alıştım.” dese de Sancar’dan geçememiş Nare. Geçememiş ama ötelemeyi bilmiş; suçsuz olmanın getirdiği güç, ondan vazgeçen adamı affetmesini sağlayamamış belki fakat o olmadan ayakta durmayı öğretmiş, Nare’ye. Eğer yüreği bu denli un ufak edilmemiş olsa, eğer o yürekte kızı ve – ne yazık ki – Sancar’dan başkası için bir köşecik kalmış olsa Gediz o kırıklara ilaç gibi gelirdi.
Gediz, olup biteni anlamak ve kafasına oturtmak için soruyor olsa da “Olan oldu, şimdi ne yapmak lazım?” tarzında bir adam. Anlamaya çalışıyor ve en mühimi yargılamıyor. Her şeyden önemlisi de güvenilir bir adam, o. Uzaktan baktığımda, Nare için biçilmiş kaftan aslında ama gel gör ki biz kadınlar güvenli koylara değil fırtınalı denizlere âşık olmayı seçeriz daima. Muhtemelen bu defa da Gediz, Nare ve minik Melek için gölgesinde huzur buldukları sağlam bir ağaç olmaktan öteye gidemeyecek. Sancar’ın deliliğini ve öfkesini aklıyla dengeleyen, sorun çözüp çözüm üreten, Nare’yi koruyup kollayan adam olmak yanında muhtemelen platonik bir aşkın da kahramanı olacak.
Nare, kızını yanına alabilmek için kuş gibi çırpınırken Sefir’in onunla ilgili planları bambaşka. Yıllarca, kızının sesini inatla duymazdan gelen Sefir Güven Çelebi’nin de yavaş yavaş beliren bir hikâyesi var, onun üzerindeki perde de yavaş yavaş kalkıyor. İtibarını kızının bile üstünde tutan bir bencil o ama onurlu görüntünün altını azıcık kazıdığınızda altından bütün siyahlığıyla gerçek, görünmeye başlıyor. Belli ki illegal yollara bulaşıp yaptığı bir borç var, ahlak anlayışı yok ve gücünün esiri olmuş bir kara ruh duruyor karşımızda. Bu adam kızını da satar, torununu da harcar ve ne yazık ki konumu gereği de çok güçlü. Kızının babasız doğan çocuğunu, kendi nüfusuna geçirmiş ve şimdi Nare’yi, Akın’a sunmak (!) için de kozunu oynadı. Bu noktadan sonra Sancar’ın öfkesi de Nare’nin kırgınlıkları da geriye çekilir ve bir güç birliğine gitmeleri şart olur, “Baba beni kurtar!” diye yakaran Melekçiğin çaresizliği her şeyin önüne geçer çünkü.
“Annemle yaşamak istiyorum!” seçimi yapan Melek’in giderken “Baba!” çığlıkları atması da o ufacık yüreğin nasıl ikiye bölündüğünün kanıtı. Şefkati anneden, gücü babadan talep eden Melek; ikisini ortak bir amaçta buluşturur, ondan hiç kuşkum yok. Tek dileğim bunun bir an önce olması çünkü Melek’in korkusu ve buna bağlı travması bende onun da Akın’ın yanında hiç güvende olmadığı kaygısını uyandırdı.
Kızlarının kendilerinden sökülüp alınışı; aşk, kırgınlık ve öfkeden de güçlü bir duygunun varlığını hem Nare’ye hem Sancar’a hatırlattı, bana kalırsa. Şimdi, sağduyunun peşine takılma vakti.
İlk bölümden çok daha akıcı, iyi açılan ve özellikle su gibi akan replikleriyle zevkle izledim ben Sefirin Kızı’nın ikinci bölümünü de. Bilhassa Sancar ve Gediz çekişmelerinin, Kavruk’un dolu dolu cümlelerinin ve Nare’nin hayranı oldum ama söylemezsem dilim şişer, bazı yan karakterlerin abartısından da altın şıngırtısından da ağdalı Muğla ağzından da biraz fenalaşmış olabilirim. Kavruk’ta Edip Tepeli’nin duru su gibi akan, doğal oyunculuğu; abartılı jestleri ve büyük hareketleriyle göz yoran diğer yan oyunculara örnek olabilse keşke…
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü sırtlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.