Sefirin Kızı, 1. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
İzleyeceğim dizileri seçerken herkes gibi benim de ölçütlerim var, elbette. İlk sırayı da çoğu kez içeriğin kendisi alır. Hikâyenin daha ilk tanıtımdan beni yakalaması, bir yerinden eteğimi çekmesi gerek. Bir de oyuncu olsun yönetmen olsun rejisör olsun imzasının peşinde gittiğim isimlerim var. Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem de ilk işlerinden bu yana aksatmadan takipçisi olduğum isimlerden… Dürüst olayım öykünün altında onların adı olmasa izleme kararı alır mıydım, Sefirin Kızı’nı? Sanmam. Memleketimi de anlatsa, âşık olduğum dili de dinlesem yöresel işler çok da bana göre değil ama kalemi tutan eller, bana “Kır bacağını otur da şu işi bi’ izle be kadın!” dedirtti ve “İyi ki…” diyerek kalktım ekran başından.
Bir kadın öyküsü Sefirin Kızı. Acının, yalnız bırakılmışlığın, incitilmişliğin ve şiddetin büyüttüğü bir kadın Nare… “Destan olmuş” bir aşkın kahramanı, bir sapığın saplantısı, günahsız bir kızın annesi, kızının arkasında durmayı becerememiş bir Sefir’in kızı ve Kavruk’un alaca kuşu; Nare… Efe’nin kızını Efe’ye teslim ettiği ana kadar da hep birilerinin adına tamlanan olmuş ismi. Sevdiği ona “Sefir’in kızı” demiş de o ağaca kendini “Sancar’ın Nare’si” diye kazımış ama artık sadece “Melek’in annesi” olmayı giymiş üstüne ve şimdi, Melek’ini babasına emanet ettiği anda yepyeni bir yola çıkıyor destanın alaca kuşu ve biz, bu yolda onun birilerinin bir şeyi olmaktan sıyrılıp Nare olma öyküsüne tanık olacağız.
“Nare’nin Sancar Efe’si” hem onun tek aşkı hem de en büyük hayal kırıklığı. Sevgisiyle göğe uçurduğu Nare’yi alıp uçurumun dibine de o, fırlatmış. Sevmiş ama erkek bağnazlığının esiri olmaktan da kurtulamamış. Dinlememiş, yargılamış, aşağılamış ve at gözlüğünü çıkarıp büyük resmi görememiş Sancar Efe. Evlenmeden dudaklarına dokunmaya kıyamadığı kadının bedenine kendisinden önce bir başkasının sahip olmasını kaldıramamış. İlk durak yazısı olmasaydı bu, ben bu Sancar’ın efeliğinden girip Kerimoğulluğundan çıkardım ama ilk bölümden çizgimi bozmayacağım. Kalemi tutan elleri biliyorsam o Sancar’ı öyle bir allar pullarlar ki bu yaptığı densizliği unutur, “Ah Sancar, vah Sancar! Ne de güzel seviyormuşsun Sancar!” deriz ama kararlıyım ben Sancar Efe’yi alıp bağrıma basmayacağım. (Söylediklerimi unutursam yüzüme vurmaya hakkınız var!)
Nare’yi vaktiyle delice sevmiş de olsa erkek egosuna yenilmiş; onu kaybedince sevdasını içine gömmüş ve ansızın karşısında bulduğunda da duygusunu öfkeyle kapamayı yeğlemiş bir adam, Sancar. Kendini sıfırdan yaratan her insan gibi sert ve tavizsiz. Yıllar sonra belli ki annesinin ısrarıyla aldığı evlilik kararından özünde çok rahatsız ama suçu birden karşısına çıkan Nare’ye atıvermek kolayına gelmiş görünüyor. Geçmişte onu uçurumun tepesine çıkaranın kendisi olduğunu yıllar içinde hiç düşünüp tarttı mı bilinmez ama hâlâ empati yapmaya yanaşmadığı da aşikâr. Bir zamanlar gelinliği ile kapının önüne fırlattığı kadını bu kez kızıyla sokağa savurmakta tereddüt bile göstermedi. Kendini dünyanın merkezi sayan ve gücünü bundan alan tüm benciller gibi burnu fena hâlde sürtülmeye hazır duruyor. O burnu kızı mı, Nare mi yoksa hayat mı sürtecek bilemem ama Sancar’ın henüz “efe”liği hak etmesine çok var benim gözümde.
Kim ne derse desin “bekaret sorunu” bizim toplumumuzda dün de vardı bugün de var. Üstelik sadece Anadolu’da sadece kırsalda da değil. Büyük şehirlerde, sözde eğitimli geçinen kafalarda da var ve üstelik ne yazık ki sadece “erkek kafası”nda değil hemcinsini aşağılamak ve dedikodusunu yapmaktan asla vazgeçmeyen kadınımızın da zihninde var. “Gerdeksiz gelin” diye eltisini aşağılayan Elvanlar da biziz, bakire çıkmadığını düşündüğü için sevdiğini kapının önüne atan Sancarlar da. Belki de o yüzdendir gencecik yaşında Nare’yi kapının önüne atan Sancar şaşırtmadı beni. Şaşırtmadı da kızdırdı. Sevgiyi “el değmemişliğe” bağlaması ve anlayıp dinlemeden yargılaması sinirlendirdi. Toydur, gençtir, cahildir anlarım ama şu an gördüğüm Sancar’ı “destansı” bir aşkın kahramanı yapamadım ben. Yine de yazan kalemleri çok iyi bildiğimden bunun altından en azından Sancar’la empati yapabileceğim bir sebep çıkacağını da adım gibi biliyorum ama o vakte kadar ona kızma hakkımı da kullanmak istiyorum ve Gediz’in ona “Allah, belanı versin!” cümlesini de yürekten paylaşıyorum, yalan yok.
Çok yakın dost olsalar da gerek yetişme koşulları gerekse aile yapıları nedeniyle ilk anda Gediz, Sancar’dan farklı bir görüntü çizdi. Aileden zenginliği ve aldığı eğitimle konumunu daha hazmetmiş ve ayakları daha yere basan bir adam profili çiziyor, şu an için. Sancar’ın sivriliklerini törpüleyen de sağduyuyu unutmayan da Gediz. Görür görmez etkilendiği kadının, can dostunun aşkı olduğunu anladığı anda mesafesini ayarlaması da Nare’nin arkasında duruşu da arkadaşına verdiği tepki de benden ilk bölüm için tam puan aldı. Açıkçası Gediz ve Nare’yi birlikte gördüğüm ilk anda hafif bir Selvi Boylum Al Yazmalım esintisi aldım ve bu çok hoşuma gitti. “Sevgi neydi? Sevgi, emekti.” efsane repliği beynimin içinde döndü durdu ve “Ahhhh dedim, ahhhh keşke…” olmayacağını bile bile dedim ama dürüst olayım ben, ilk anda Gedizsever oldum. Nare’yle Gediz’den bir Asya ile Cemşit çıkmaz ama ahhh keşke…
İkinci kez uçurumun kıyısına gelen Nare’yi oradan Sancar mı Gediz mi alır bilemem ama bu kez Kavruk’un “Bir daha uçma alaca kuş!” dileğinin gerçekleşeceğine inanıyorum. Bir can almanın acısıyla yeniden kendini ölümün kıyısında bulan Nare, o canı almadığını bilmiyor henüz ama “Kötüler ölmez” ilkesi gereği Akın’dan kurtulamamış, belli ki. Çocukluğunu, gençliğini ve kadınlığını ona zehir eden bir manevi abi Akın. Yıllar boyu o zulme katlanan Nare’nin bir anda bıçağı eline alması için çok geçerli bir nedeni olmalı ki bunun ipucu da onu bıçakladıktan sonra babasına bıraktığı mesaja gizlenmişti bana kalırsa. “Kızımın hayatını da mahvetmesine izin vermeyeceğim!” diye feryat ediyordu Nare. Kendi hayatından çoktan geçmiş bir kadının, onu sahiplenmeyen erkeklere inat, evladına sahip çıkmaya yeminli bir annenin feryadıydı, bu. Kızının geleceği de kendisininkine benzeyecek endişesiyle eyleme geçmiş belli ki. Sevdiğine sahip çıkmayan Sancar’ın evladını sahipleneceğine de çok emin çünkü “Kimse baban gibi güzel sevemez.” yargısı olmasını istediği bir temenni değil, Sancar’ın içinde bir yerlerde var olduğuna inandığı o duygunun dışavurumu bana kalırsa. Evladı için bunca zaman yaşamaya katlanmış ve onu güvene aldığına inandığında da kendi hayatını bitirmeye karar vermiş. Kararını o ya da bu nedenle uygulayamadığında evladını babasının yanında bırakmaya şimdiki kadar kararlı olur mu, sanmam ve bir mücadele kapısı da oradan açılacak gibi görünüyor.
Yalnız beynimin bir yerini kemirip duran bir detay var. Sancar, Nare’yi evden atmadan “Benimle niye evlendin?” diye bağırıp duruyordu. Eğer o, bir resmî nikahsa ve ardından boşanmadılarsa Menekşecim geçmiş olsun, tatlım! Biz seni İzmir marşıyla kenara alalım, canım! Yookkk, o evlilik yasal değilse veya bir biçimde boşandılarsa o zaman Sancar’ı çok büyük bir ikilem bekliyor zira ilk bölümde gördüğüm Menekşe, bana ruh sağlığı çok da yerinde bir kadın izlenimi vermedi. Bölüm finalinde sorun, Nare’nin uçurum kenarından alınması gibi görünse de bunun buzdağının görünen yanı bile olmadığı da kesin. “Biri ölürse aşk, destan olur yoksa yalan olur. “diyen Nare’ye şimdilik büyük konuşuyorsun, diyor ve geleceğin bize ne getireceğini gerçekten merak ediyorum.
İlk bölümde zaman zaman ritim sorunları yaşansa da kurulan dünyayı sevdim, ben. Derli toplu anlatılmış ve bağlantılar çok başarılı kurulmuştu. Geçmiş ve gelecek aksları sorunsuz ve çok doğru bütünlenmişti. Her şeyi ve herkesi bir anda anlatma telaşına kapılmadan bazı yerleri kasten flu bırakıp sağlam bir denge kurmuşlar. Çekimi, renkleri ve kurgusu tertemizdi ve özellikle drone çekimlerini çok beğendim. Hele Nare’nin uçurum kenarındaki sahneleri görsel olarak da çok iyiydi. Emre Kabakuşak gerçekten güzel iş çıkarmış. Müziklere değinmezsem olmaz. Uzun zamandır jeneriğinden içinde yer alan en küçük ezgiye kadar bu kadar sevdiğim iş olmamıştı. Gökhan Kırdar, farkı hemen belli etmiş kendini.
Nare’de Neslihan Atagül Doğulu’ya bayıldım, doğrusu. Ben onun nahif oyunculuğunu hep beğenirim ve Nare’ye de tarzını doğru aktarmış bence. Sancar’a da duygularına da inanmadım ama Sancar’da Engin Akyürek’e çok inandım. Neslihan Atagül Doğulu ile uyumlarını da ilk andan sevdim. Uraz Kaygularoğlu, enfes bir Gediz olmuş ama benim bu bölüm favorim Kavruk’ta Edip Tepeli. Bakışlarındaki yoğunlukla, duruşundaki nahiflikle ve sessizliğine yüklediği anlamla ilk andan çaldı kalbimi. Castı genel anlamda başarılı bulmakla birlikte yan rollerde ne yazık ki gözümü fena hâlde kanatan bir iki oyuncu da yok değil. Umarım iyi bir oyuncu rejisiyle kısa sürede törpülenirler yoksa inandırıcılık duygusuna zarar vermeleri maalesef ki kaçınılmaz.
Bence izleyici karşısına derli toplu ve iyi bir açılış bölümüyle çıktı, Sefirin Kızı. Hikâye dolu ve katmanlı, karakterler derinlikli ve reji işini gerçekten iyi yapıyor. İlk bölümdeki ritim düşmeleri düzeltilirse çapaksız, tertemiz bir iş çıkacak. Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem kalemleri sürprizlidir. “Tamam, anladım; bu iş nereye gidecek belli oldu!” dediğiniz an, alıp öyle bir sokağa atar ki sizi, dümdüz gidip duvara çarparsınız. Bu defa da kemerimi sımsıkı bağladım, kendimce çarpmamak adına önlemimi aldım ve merakla bekliyorum.
Yazan, yöneten, canlandıran, set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline emeğine sağlık.