Hayaller, hayatlarla sınanıyor…
Yazan: Ayşe KUTLUHAN
Herhangi bir kitabı okumaya başlamadan önce ilk önce muhakkak son sayfasını okurum. Nedenini bilmiyorum… Belki meraktan, belki de sonunu bilip okumaya devam etmek daha cazip geliyor bana. Bu bölüme de en son sahneden başlayıp devam etmek istiyorum. Zira kalbimi tüm duygularımla bıraktığım tek sahne diyebilirim, Ecem’in ‘’Annem!’’ diye haykırdığı o sahne… İnanın yazarken bile iliklerime kadar ürperiyorum dersem kesinlikle yalan olmaz. Ben diziyi izlerken karakterleri ne kadar benimsersem benimseyeyim, ne kadar içlerine girersem gireyim iş dramaya geldiğinde ‘’Bu sadece bir kurgudan ibaret.’’ diyebilirim. Muhakkak etkilenirim ama şu salya sümük ağladım, moduna asla girmem. O raddeye geçtiğim sahneler de sayılıdır zaten. Ecem’in haykırışlarını duyduğum o sahne de bunlardan bir tanesi işte… Ne yürek bıraktı bende, ne de başka bir şey. Belki de annelik içgüdüsünden olacak ki iki gözü iki çeşme ağladım dersem, kesinlikle yalan olmaz. İşte tam da burada Eslem Akar ve Demet Evgar’a ne kadar övgü yağdırsam, o kadar azdır diyebilirim. O duyguyu kesinlikle içime içime işlediler… Takdir ediyorum…
Sadece kızını korumak adına onun yaptığı suçu üzerine alarak cezaevine giren Deniz Demir’in hikayesi ile başlamıştı, Avlu. Daha derinlere girdiğimiz de ise oraya mahkûm olan farklı farklı hayatları izlemeye başladık. Kimse suçlu doğmaz; toplum, kendi içinde suçlu bireyler yetiştirir diye söylemiştim daha önce de. Bu bölüm bunun doğruluğunu karakterlerin geçmişine az da olsa inerek açık ve net gördük gibi. Deniz zaten bana göre tamamen hayat kurbanı diyebilirim. Ama kesinlikle ‘’Hiç suçu yokken…’’ tabirini ona kullanamam. Kendisinin de açık görüşte kocasının yakasına yapışarak haykırdığı gibi o, yaşadığı onca psikolojik şiddete rağmen kocasından vazgeçemeyerek kendine bu zemini bizzat yine kendisi hazırlamıştı. Çocuk için bir yuvanın devam etmesi hiçbir zaman sağlıklı gelmemiştir bana. Neticede dönüp baktığımızda Deniz, en geç bir hafta sonra çıkması gerekirken ve bu kez gerçekten hiçbir suçu yokken üzerine yapışan bir suçtan dolayı ağırlaştırılmış müebbet yiyor. Peki, sonuç; eline bile almadığı o suç aletlerinden birini, kendisini korumak adına elbette almak zorunda kalacaktır. Buyurun size aklından zerre kötülük geçmeyen masum bir kadından azılı bir suçlu… Kudret ve Azra arasında kalan birisi istemese de bunu yapmak zorunda kalacaktır, hiç kuşkusuz… Sonuç; ardında kalan kızı ne eve sığıyor artık ne babasının yanına. Harcanmaya hazır bir genç kız. Kaybolmaya yüz tutmuş ve topluma bir suçlu olarak yetişecek yeni bir birey…
Bölümün başından başlayıp ta sonuna dek giden bir soruşturma izledik. Gerek savcı, gerek müdürün ağzından bir sürü laf duyduk Deniz Demir’i itham edecek. Bunlardan en çok aklımda kalanı ise savcının, Deniz’in ‘’Ben bu bilekliği ilk kez görüyorum. Daha önce hiç görmedim.’’ demesine karşılık ‘’Ben senin gibisini ilk kez görmüyorum ama!’’ diye cevap vermesiydi. Yıllarını bu işe vermiş, elinden her gün milyonlarca gerçek suçlu geçmiş bir savcı ısrarla kendini savunma adına, kanun dili ile, nefsi müdafaa için kocasını yaralayan bir kadına azılı katil muamelesi yapması ne kadar etik? Gerçek suçlu etrafta dolanırken neden sadece Deniz’in üzerine yoğunlaşıyorlar? Yapılan onca tatbikattan sonra cidden anlamış değilim… Ben, buna ya işinin ehli değilsin derim ya da bu işte bilinçli bir art niyet var, derim. Savcıda içime sinmeyen bir şeyler var. İzleyip görelim…
Azra, babasının onu ve annesini terk etmesi ile boşlukta kalmış küçük bir kız çocuğu benim nazarımda. Baba çınar ağacıdır, gidince yıkılır kalırsın. Hele ki kendi çenesi yüzünden evini terk eden bir eşin ardından el kadar çocuğa ‘’Senin yüzünden!’’ diye çemkiren bir anne varsa ortada. Belli ki Azra ne kadar büyümeye çalışsa da hep babasının bırakıp gittiği o yerde, sindiği o yatakta ve o yaşta kalmış. Bu bölüm hayranlarından gelen mektupları okurken Azra’nın geçmişine gidip geldik ve o geçmişi bir ölçüde öğrendik: Bir yemek programında, canlı yayında, saçma bir şekilde kendine sarkıntılık eden bir erkeğin yüzüne, sınırını aştığı için kızgın yağı fırlatıyor; ardından hırsını alamayıp sıcak tava ile kafasına darbeler indirerek onu öldürüyor ve bu yüzden mahkûm oluyor. Saçma bir şekilde dedim çünkü aşırı mantık dışı geldi bana, işin o raddeye gelene kadar kimsenin müdahalede bulunmaması. Kaldı ki böyle programlarda her şey denetim ve kontrol altındadır. Onu bir kenara koyduğumuzda Azra’nın haklı bir şekilde babasına olan kırgınlığını gördük bu bölüm. Aslında Kudret’in aksine, onun içinde iyi kalmış bir yerlerin var olduğunu gördük. Psikolog Melis de o nedenle, pilot cezaevi uygulamasına aday olarak ilk önce Azra’yı seçti. Azra’nın yediği cezanın ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok şu anda. Buna yönelik bir şey vermediler ancak Kudret’in Deniz’e ‘’Herkes gider, ben kalırım.’’ demesinden anlayacağımız üzere Azra’nın cezası müebbet değil.
Azra’nın dışında Kudret’ten çok, Kudret’in oğlunun yaşadığı tramvayı izledim… Gözlerinin önünde hiç tereddüt etmeden adam öldüren annesinin karşısında açık görüşt,e korkudan farklı, değişik bir hâl alan oğlan çocuğu izledik. Oğlan çocuğu diyorum zira benim nazarımda o da Azra gibi annesinin o adamı vurduğu yerde, merdivenlerin başında kalmış hâlâ. Ecem ile yakınlaşması hakkında umarım annesinin oğlu olmaz, dedim bu bölüm. Görünen o ki annesinin oğlu olarak başladı Ecem’e yaklaşımı ama içimdeki ses bunun ilerleyen zamanlarda değişeceğini ve ikisinin birbirine sığınak olacağını söylüyor. Umarım yanılmam…
Melis’te beni rahatsız eden bir şeyler var, demiştim geçen bölüm yorumumda. Bu bölüm rengini gösterdi. Hedefi açık ve net cezaevi müdürlüğüne atanmakmış. Bir psikologun böyle bir göreve atanması nasıl bir şey, çözmüş değilim. Cezaevi müdürlüğünün herhangi bir branşı, sınavı ya da ne bileyim herhangi bir kuralı yok mu? Bir görevli geliyor, müdür yardımcısı dururken psikoloğu müdür olarak atıyor… Çok saçma… Melis’in iyileştirme yolunda yaptığı konuşmalara rağmen ben hâlâ onun hakkında ters bir şeyler hissediyorum. Zamanla buna yönelik bir şeyler izleyeceğiz bence.
Avlu seyrettiğim her sahnesi ile beni benden alıyor, diyebilirim. Gerek kurgusu gerek çekim açıları gerekse müziği; her şeyi ile o kadar şahane ki evet, diyorum kendi kendime. Bu kadar zor değilmiş Amerikan tadında diziler çekmek. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık diyorum…
Sevgiyle kalın…
Ufak Notlarım:
- İlk bölümden bu yana en çok takıldığım konu, küçük çocukların cezaevinde maruz kaldıkları psikolojik istismar. Bu olay, sosyal yardım dairesine uygun bir davranış değildir kesinlikle. Hele ki annesi cezaevinden çıkmış çocukların hâlâ orada bulunması direk saçmalık. Ülkede sosyal yardım altı adında yetiştirme yurtları varken çocukların cezaevinde işi ne?
- Ecem’in köpekler koku aldı diye apar topar kontrole alınmasını, bir suçlu gibi itilip kakılmasını hazmedemedim. Ne kadar doğru, tartışılır.
- Hakan’ın, yaşadıkları onca şeye rağmen geniş geniş hâlâ içkiye devam etmesi ve arsız arsız Deniz’e, Ecem’i aramamasını söylemesi beni çılgına çevirdi. İnsan az kendine pay biçer. Bu ne pişkinlik?
- Murat’ın Oktay’a karşı işkillenme durumunu birinci bölümde yaşadım ben. Onun ve Nihal’in arasında bir şeyler yaşandığı aşikâr. Ortaya çıkacak mı, göreceğiz. Öte yandan Murat’ın içinde bir yerlerde Deniz’in masum olduğuna yönelik bir şeyler olduğuna inanıyorum.