HANGİMİZ SEVMEDİK 25. BÖLÜM
Yazar: Sinem ÖZCAN
İki sahne var ki doya doya izledim öyle geldim yazmaya…(Gözlerim hâlâ yaşlı, ekranı düzgün göremediğim doğrudur.) Geçen bölüm, Tarık’ın yaşadığı şokla bitirmiştik. Hâliyle bu hafta da oradan açtık bölümü. 24. bölüm yorumunda “bekliyorum” dediğim sahnelerin bir kısmı geldi, çok şükür. Diğerlerinin de ayak sesleri duyuldu. O yüzden bölüm boyunca içimi bayıltan Şener triplerine ve mahallelinin manasız vicdan azabına hiiiiçççç takılmadım. Yine de söylemeden geçemeyeceğim. Yalancı çoban kırk yılda bir doğruyu söyledi diye kahraman mı oldu? Hadi o Ayşen’in “şevalye…” sıfatıyla girdi havalara, kendini pir ü pak görüyor da mahalleli nasıl olup da birden onu kahraman ilan etti, yine anlamış değilim. Açıkçası ortalama beşer dakika süren monologları olmasa hiç umrumda da olmayacak ama ne yapalım gülü seven dikenine katlanır. ( Her ne kadar Şener diken değil resmen kaktüs de olsa yok yapacak bir şey. “Tez vakitte Allah kurtarsın, beni ondan” diyorum sadece)
Tarık, Emel’in günlüğünü ve içindeki fotoğrafı gördüğü anda içim cız etmişti. Öyle bir durum ki o, suç var suçlu yok! Haksızlık ettim aslında suç da yok! Belki tek hata Emel’in o günlüğü ve fotoğrafı hâlâ saklıyor oluşu… Ama atamaz ki, yok edemez ki… Kendisinin nerde durduğunu görmesi için açıp açıp bakması gerek. Keşke Tarık’ın eline geçmeseydi… ( Benimki de laf! Geçmese nasıl ilerleyecekti acaba öykü? )
İlk bölümden beri Emel’in gizli sevdası yüreğime dokunmuştu benim. Itır ve Tarık’ın evliliğini öğrendiği andan beri de o sevgiyi yüreğine gömmeye uğraşması, Itır’dan çok onun aşkına saygı duymama yol açmıştı. Çocukluğundan beri gizli gizli sevdiği adam, en yakın arkadaşıyla evlenince bence insanüstü bir erdem gösterip İlyas dışında kimseye açık vermeden olup biteni kabullenmiş ve onların aşkını izleye izleye yaşamayı öğrenmişti, Emel. Tam yeni bir yola çıkmaya hazırlanırken yüreğine bir başkasını sokmaya ramak kalmışken o kadar özenle sakladığı duygular, onların muhatabınca öğreniliverdi. Nasıl suçlayayım ki ben Emel’i? Niye Tarık’a âşık oldun mu diyeceğim, yani? Niye o günlükten kurtulmadın diye mi çemkireceğim? Taş olurum!
Diğer taraftan Tarık, bir anda kendini ateşin içinde buldu. Kırk yıl düşünse aklına gelmeyen, kanlı canlı karşısında duruyordu. Kendi adına mı üzülsün? Emel’e mi kızsın? İlyas’a mı yansın? Emel – Itır dostluğunun akıbetini mi düşünsün? Yaşadığı tüm git – gelleri, ikilemleri, çözümsüzlüğü öyle derinden hissettim ki!
Tarık, kendi cehennemini yaşarken ondan gelecek bir umut için, gözünün içine bakan İlyas’ın Tarık’ın aşırı sertliğine anlam verememesi ve tepki göstermesi de normal. Karşısında konuşmayan ve sadece şüpheye yer bırakmayacak kadar net “Bitir abi, bu işi” diyen bir adamı anlaması elbette mümkün değil. Diğer yandan Itır’ın da durduk yere sinirlenen, içine kapanan ve terslenen bir adamı kabullenmesi güç. Üstüne üstlük karşısındaki adama zaman ve alan tanımak yerine sorunu kişiselleştirmek de Itır’ın doğasında var.
Bak Tarıkçığım bu da sana benden abla nasihati olsun: Biz kadınlara göre sevdiğimiz adamın yüzü düştüyse bizden uzaklaşıp içine döndüyse hele hele olup biteni bize anlatmamayı seçiyorsa kesin ilişkide sorun vardır. Karşımızdaki adamın yalnızlığa ihtiyacı olamaz, tamam mı? Kendi başına bir sorunu çözmek filan da isteyemez; ne bileyim iş hayatında, ailesinde, çevresinde bizim dışımızda da bir sorun yaşayamaz, yaşıyorsa da itinayla burnundan getirilir, işte o kadar! Bunu bir anla, bir kabullen, bir itaat et bak nasıl rahatlayacaksın!
Ben, yine de bunca baskıya karşın kimseye açık vermeyen, her türlü konuşturulma çabalarını ustalıkla ekarte eden Tarık’ı takdir ettim, doğrusu. Bir şekilde aklının sesini dinleyip aldığı darbeyi kendi içinde yumuşatmayı bildi. Emel’le yüzleşmek de bence o adımda alınacak en doğru karardı. İlyas’ın olayı bildiğinden habersiz olduğundan konuyu doğrudan muhatabıyla çözmeye kalkmak en sağlıklısıydı. Bu noktada yaptığı tek hata, bana göre Emel’i sevgisinden dolayı suçlamaya kalkmak oldu. Emel, ona “Nasıl yaparsın?” sorgusuna alınmayı hak etmiyordu. Biraz daha sakin kafayla düşünebilme şansı olsa Tarık da onun baştan beri izlediği yolu görür ve işi suçlamaya dökmez sadece anlamaya gayret ederdi. Gel gör ki Tarık da sonuç itibariyle “Y” kromozomu taşıyor. Bu kadar çözüm odaklı, akılcı ve sistematik düşünme onu aşar. Yine de elinden geleni yaptı, ne yalan söyleyeyim.
Yaptı yapmasına da işte ben o an Emel’in tepkisine hayran oldum, asıl. Hiç eğilip bükülmeden kendini de sevdasını da öyle dimdik savundu ki bir defa daha “Helal olsun!” dedirtti bana. Hissettiği aşkın imkânsız olması, onun küçümsenebilir ya da suçlanabilir olduğu anlamına gelmiyor, Tarık Bey! Ne demek “Sen, beni nasıl seversin?” Sevmek için kime dilekçe veriyorduk, pardon? “Ben seni annemden çok sevdim!” diyen bir kadına, hele de kaybettiği bir anneden söz ediyorken ağız açılıp tek kelime edilemez. Allah’tan Tarık da ilk çıkıştan sonra susmayı ve anlamaya çalışmayı tercih etti.
Itır ve İlyas, bu konuşmaya şahit olunca işler karışacak farkındayım ama bu yüzleşmenin olması gerekiyordu. Kimsenin kimseden gizlisi saklısı kalmadı. Şimdi ya darmadağın olacaklar ya da bir yolunu bulup o güzel dostluklarına sığınacaklar. İşin açıkçası bu nasıl olur, bilemiyorum. Itır’ın defoları malum, kocasına âşık bir Emel’i nasıl basar bağrına? İlyas’a gelince Emel’in duygularını bilmek başka, âşık olduğu adama bu kadar doğrudan itirafına tanık olmak başka. Onun yapısında biri bunu nasıl taşır? Zor… ( Frgamana göre de ilk fire ondan geliyor anlaşılan. İlyas’a çemkirme işini önümüzdeki haftaya erteliyorum ben de)
Şener’in gidişinin yol açtığı sarsıntıdan etkilenen Sevda ve Tuncay’dan da söz etmemek olmaz. Olayların merkezinde olmasalar da bir biçimde kendilerini dâhil etmelerine bayılıyorum. Her ne kadar Münir Baba, Tuncay’ı Şener’in alt modeli olarak görüyorsa da Tuncay, Şener’den çok Münir Baba’nın daha aklı başındası bana kalırsa. Bu defa da yanlıştan en çabuk ve en güzel dönen o oldu. Sevda ve Tuncay’ın saf, çocuksu, deli dolu aşklarını çok seviyorum demiş miydim? Büyümüş de küçülmüş havaları olmayan, kendilerine birkaç beden büyük laflar etmeyen tam da canlandırdıkları çağı yansıtan ikili, bence dizinin en iyi yaratılmış çiftlerinden biri.
Adile ve Münir’e ise artık gerçekten tahammül edemiyorum. Tuncay ve Sevda bile çoğu zaman onlardan çok daha olgun, çok daha tutarlı. Didişmek, çekişmek iyi de fazlası itici oluyor. Biraz el atıp yumuşatsanız mı acaba, Sevgili Senaristler?
Başta, iki sahnenin beni bu hafta fazlasıyla etkilediğinden söz etmiştim. Herkes gibi benim de bayıldığım ilk sahne finaldeki Emel – Tarık bölümü oldu. Geçen hafta beklediklerimden biriydi. Bülent Şakrak ve Can Yaman sahnelerinin muhteşemliğinden söz ederken bir Pelin Ermiş ve Can Yaman sahnesi beklediğimi de yazmıştım veeeeee geldiiii. Gerçekten de umduğum gibi dolu dolu, çok ama çok başarılı bir sahne geldi hem de. Pelin Ermiş’in performansına bayıldım. O kocaman monoloğu öyle hissetti ve öyle yaşadı ki her nüansına kadar geçti, ekranın diğer yanına. Yürekten tebrikler Pelin Ermiş…
Aynı sahnede gerek Pelin Ermiş’e sağladığı avantajla gerek yeri geldiğinde soft hareketlerle yeri geldiğinde de yaptığı ataklarla çok çok iyi bir performans da Can Yaman’dan geldi. İlk anki şiddetli çıkışı, sözü karşı tarafa devrettikten sonra geri çekmesi hem sahneyi güçlendirdi hem de mimik ve jestlerle sahneye hâkim olmayı bildi. Çok doğru yerlerde kullanılan yakın plan çekimlerle Tarık’taki kızgınlığın; şaşırmaya, anlama gayretine, üzülmeye ve giderek karşı tarafın duygularına hak vermeye dönüşmesini kare kare gördük. “Söylemeliydin…” diyerek yeniden konuşmayı ele aldığı anda, artık sahnenin başında sesindeki sertlik yumuşamış, daha duygusallaşmış ve yerini içine düştüğü durumdan dolayı üzüntü duymaya bırakmıştı. Bunu sesli dile getirdiği anda partnerinin yüzündeki ifadeden hata yaptığını anlayan ve afallayan bir adamı gördük bu kez de…Üzüntü dolu çok net bir bakışla sahnenin finalini partnerine bırakıp kendini geriye çekerken sahneyi de karşısındaki oyuncuyu da bir kez daha büyüttü.
Benim vurulduğum ikinci sahne ise bölümün hemen başındaydı. Emel’in yanından çıkıp minibüste onu bekleyen İlyas’ın yanına gitmeden önceki “Ne diyeceğim ben?..” diyerek başladığı o iç monologdan söz ediyorum. Benim için bölümün en muhteşem sahnesi oydu. Sesle oynadı Can… Onun mimiklerine her zaman hayran olan ben, itiraf ediyorum, ilk izleyişimde çoğunu kaçırdım. Dizi bittikten sonra sahneye tekrar bakmak istedim ve görüntü olmadan aynı duyguyu alıp almayacağımı görmek için ekranı izlemedim, sadece dinledim. Açıkçası çok daha etkiliydi. Her sözcüğün, her vurgunun hakkı verilmiş, tonlama çok doğru yapılmış ve bence çok şiirsel olmuştu. Ardından ses ve görüntüyü birlikte seyrettiğimde, montajda da görüntünün sesi desteklemek üzere kullanıldığını fark ettim. Ses, görüntüyü değil; görüntü konuşmayı tamamlıyordu ve gerçekten harika bir duygu çıkmıştı. Helal olsun diyorum Sevgili Can, bir kez daha… Helal Olsun! O muhteşem sahneyi yazan, çeken ve canlandıran herkese de ayrıca teşekkürler…
Önümüzdeki hafta İlyas merkezli bir bölüm geliyor gibi. Bu hafta oldukça az gördüm onu, haftaya acısı çıkar umarım.
Emeği geçen herkese teşekkür ederim.