İNADINA AŞK 22. Bölüm
Ekran bana bakıyor, ben ekrana bakıyorum… Kafamda milyon tane söz ama tıkandı kaldı boğazıma nerden, nasıl başlayayım bilemedim…
Galiba en iyisi beni en çarpan yerden girmek lafa…
Okudunuz mu, ya da dikkatinizi çekti mi hiç, bilmem ama Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ında iki betimleme vardır. Biri başında romanın, biri son sahnede… Kahraman, yıldızlarla dolu bir gecede gökyüzünü izler. İlkinde umutludur, beklentileri vardır ve gece onun için “masmavidir”. Yıldızlarsa pırıl pırıl elmas taneleri… Sondaysa her şey bitip tükenmiştir, artık kaçıp gitme vaktidir. Yine aynı gökyüzünü izler ama bu kez gece onun için “kapkara”dır ve aynı yıldızlar da siyah incilerdir. Sönük, donuk ve ışıltısız…
Ne anlatıyorsun şimdi bunları, demeyin. Ben, Yalın’ın ve Defne’nin ayrı ayrı gökyüzüne yıldızlara baktıkları yerlerde birebir yaşadım kitaptaki o sahneleri… Birlikteyken müthiş görünen gökyüzü ikisinin de başına yıkılmış gibiydi… İzlerken o gökyüzü dönüp dolaşıp benim de beynime geçti sanki…
Bu bölüm, kadın şımarıklığının ve bencilliğinin bir adama neler yaptığını muhteşem ama muhteşem bir oyunculukla ( Az sonra geleceğim oraya. Hâlâ etkisindeyim. Bir çıkıp tepeden bakmam lazım) gördüm bir kez daha! Her şeyini teslim ettiği, kendini sonuna dek bıraktığı iki kadının bencilliğinin üstüne bir de kız kardeşin şımarıkça sadece kendini düşünen egosu eklenince çöktü dağ gibi adam… Toplanır mı, bilemem… Zor hem de çok zor… Eskisi gibi olur mu? Olursa düşündüğümden de güçlü bir adam yaratılmış demektir. Fragmana baktım, bir başka kadın… E, doğal. Olacağı buydu. Kızamadım hiç. Hatta Defne’ye “İyi halt yedin!” dedim bir defa daha… Haaa, o kadından bir tehlike gelir mi? Sanmam! Yalın, âşık olduğu tenin yerini “yabancı tenlerle” dolduracak adam değil… Haaaa, bir şey yaşarsa suçlu mu? Dilim “evet” e gitmiyor… Zihnimde şu an Feridun Düzağaç “ Al beni ne yaparsan yap!” diye çığlıklar atıyor. Yalın binlerce defa yüreğini avcuna alıp uzattı Defne’ye ama “Beni seviyor!” güveni ve şımarıklığı “hanım” kızımızı dönülmez hataya götürdü işte. Yalın küllerinden doğar mı? İnşallahhhhh!
Daha ne diyeyim ki ben? Dilim lal dedim, gerçekten de lal… Susuyor ve şapka çıkarıyorum, detaylardaki muhteşemliğe… Diyalogların sağlamlığına ve geleceğin tahmin edilemez oluşuna… Yalın&Defne elbette gelecek bir araya, hemen değil belki ama eninde sonunda… İyi de nasıl? İşte ona cevabım yok!
Ne güzel bir güvendir bu. Bir dizi izliyorsun geleceği beyninde kurgulamak istiyorsun, başaramıyorsun (Senaryo ustalığı bu) ama içinde “Eminim hiç aklıma gelmeyen muhteşem bir geçit bulacaklar” duygusu yaşıyorsun. Bunu bana yaşatanlara binlerce teşekkür ederim yalnızca.
Şimdi geliyorum, bu bölüm benim için en zor kısma:
CAN YAMAN:
Geçen haftaki yorumumda Açelya Topaloğlu ve Can Yaman için ortak “Onların birlikte olduğu sahnedeki bakışlar için dublaja gerek yok. Olduğu gibi okunur” yazmıştım. Bu bölüm, sanki o öngörümün somutlanmış hâliydi.
Çok büyük bir akıllılıkla bu bölüm Yalın’a az replik yazılmıştı. Senaristler de yönetmen de ancak bir oyuncuya çok güveniyorsa bu riske girer. Nitekim her duruşunda, her bakışında ve her jestinde bütün teksti, virgülüne kadar aktaran bir oyunculuk izledim ben bu akşam. Tiyatroda olsak kendimi tutamayıp ayağa fırlayarak çılgınca alkışlayacağım sahneler hem de…
O uçak legosunu çıkarıp yeniden yaptığı sahne beni benden aldı.
Hâlâ hayran olduğu anneyi yeniden gördüğünde dudağını bir kıvrımıyla verdiği o içini deli gibi yakan “anne özlemi”…
Bütün saflığıyla, korkusuzca güvendiği kadının terk edişiyle yıkılan o küçük çocuğun, koca adamken ona sarılmak isteyen anneden uzaklaştığı an… “Sarılma” sözcüğünü ağzına bile alamayışı…
Bile isteye kendini ellerine bıraktığı, âşık olduğu kadının ona yalan söylediğini anladığındaki duruşu… Dağ evinde salıncağa kapanan, saçının telinden tırnağının ucuna acı çeken o adam…
Yalanları ortaya sermeden “âşık olduğu “kadını öpüşündeki farklılık… Hadi her şeyi anladım da o öpüşmedeki değişik duyguyu nasıl aktardın be adam? O, “son kez” duygusu nasıl geçirildi izleyenlere?…
Hele son sahnede Defne’nin sarılma isteğine tıpkı, birebir, aynen anneye verdiği tepkiyi vermek nedir?
Hangi birini sayayım ki?… Her bakışında satır aralarına yazılmış cümleleri tek tek izleyiciye geçiren dev bir oyunculuk… İzleyenleri ekran camından sahnenin göbeğine çekiveren doğallık… Hani elimi uzatsam, koluna dokunup “Geçecek, bak canın eskisi kadar yanmayacak!” diyebilirmişim gibi geldi.
Can Yaman,geçen hafta 22. bölüm için “22. Bölümde sizi mahcup etmeyeceğim. Benim için baştan sona dram dolu bir bölüm olacak” demişti. Mahcup etmek ne kelime, yeterince dile getiremediğim kaygısıyla ben mahcubum şu anda…
Öyle belli ki her bir kare için yüreğini ortaya koyup çalıştığı, öyle belli ki en küçük detayda bile “En iyiyi nasıl veririm?” diye uğraştığı, öyle belli ki gerçekten hem kendi için, hem sevenleri için elinden gelenden de fazlasını yapmaya çalıştığı…
Ya biz seni klonlayabiliyor muyuz Can Yaman? Öyle ihtiyacım var ki işine saygısı olan insanları görmeye…
Ne diyeyim o güzel yüreğine sağlık, döktüğün alın terine sağlık…
(NOT: Hedef yükseltiyorum ve ben seni sadece bir dram dizisinde değil tiyatro sahnesinde izlemek istiyorum)
Veeeee
AÇELYA TOPALOĞLU:
Geçtiğimiz bölümlerde çok iyi bir komedi oyuncusu demiştim, onun için de… Bu bölüm bir defa daha sınırlandırmanın yanlışlığını algıladım. Kendi lafım suratıma tokat gibi çarptı. Bu kez sadece komedide değil, dramda da çok iyi bir performans izledim.
Kararlı, ciddi, korku dolu, biraz sevgi şımarığı, en önemlisi kaybetmekten deli gibi ürken kadının tüm duygularını öylesine iyi geçirdi ki… Takdirle ve saygıyla karşılamaktan başka yapacak bir şey yok!
Son sözüm de yönetmenlere… Çok doğru nokta atışlarıyla dizinin ritmini değiştirmenize, drama boğmadan ama konuyu dağıtmadan komediyi korumanıza bayılıyorum. Bu kadar iyi bir senaryo ve böyle çok güçlü iki oyuncuyla sizlerin tecrübesi birleşince biz daha çok eller yürekte bölümler izleriz.
Emeklerinize sağlık…..