Bir Çocukluk Kaç Kere Ölür?
Yazar: Ayşe KUTLUHAN
‘’Beni bir ben bilirim, bir de beni yaradan.’’ demiş ya Hz. Mevlana, tam da o noktadayım şu anda. Tarifi imkânsız bir duygu karmaşasıyla kalktım, dün gece bölümün başından. Esasında pek kalkmak da sayılmazdı, kendime geldiğimde aval aval ekrana baktığımın farkına vardım. Kuzgun için hayatına son verilmesi gereken ilk düşman, Rıfat değildi kesinlikle. Onun babasının geçtiği yollardan geçerek ve elindeki her şeyi ondan aldıktan sonra ölmesini dilediğini hepimiz biliyoruz. Bu yolda ilerlerken Şeref’i yok etmesi beni şaşırtmasa da itiraf etmeliyim ki ona bu kadar erken veda edeceğimizi, hiç tahmin etmemiştim. Işıklar içinde uyuma, Şeref! Bir zahmet.
Bölümün başında sunulan karmaşık bir flashback ve bölümün sonuna kadarki süreçte, sahnelerin geçişleri beni ne kadar yorduysa öte taraftan Barış Arduç’un sergilediği oyunculuk, beni benden alarak diğer bütün hataları, halı altına süpürmeme sebep oldu, diyebilirim gönül rahatlığıyla. Öncelikle ona, sergilediği bu muhteşem performans için teşekkür edip detayları yine yazımın sonuna saklayarak bölüme geçmek istiyorum, izninizle. Zaten bolca kafa karışıklığı var bu bölüm, elimizde. Bu yüzden sürçülisan edersem şimdiden affola.
Yirmi yıl intikam almak için bekleyen Kuzgun’un, aslında buna yönelik öfkeden başka hiçbir şey biriktirmediğini, hayatını elinden alanların isimlerini vücuduna kazımak dışında bir eylemde bulunmadığını geçtiğimiz haftaki bölümde net bir şekilde anlamıştık zaten. ‘’Kurbanlar verirsin.’’ diyen Terzi Derviş’e, verilecek kurbanı olmadığını ve tek tabanca olduğunu savunan Kuzgun, Şeref’e giderek kendi elleriyle ona bir kurban sunmuş oldu. Öfkesi kalbinden taşan ve gözü döndüğünde mantığını devre dışı bırakan, kalbinin olmadığını söylese de aslında duygularıyla hareket eden bir karakter, Kuzgun. Bundandır ki attığı ilk intikam adımında kardeşini kaybetmekten kıl payı kurtulurken sonraki adımında kardeşim dediğini acı bir şekilde uğurlamış oldu sonsuzluğa.
Ben, şimdi ne söylesem tarifsiz kalır ölüme karşı. Hele söz konusu Kuzgun gibi her şeyini kaybeden birisiyse ölümle sınanan, kelimeler daha da kifayetsiz kalıyor insanda. Bir birey, kaç yaşında çocuk olur? Üç, dört, beş!? Bir insan, kaç kere kaybolur? Bir geçmiş, kaç kere yok olur? Bir çocukluk, kaç kere ölür? Satırlarca sıralayabilirim size bu soruları ve sordukça bildiğimiz cevaplarda kayboluruz, hep birlikte. Kuzgun, çocukluğunu iki kez kaybetti. Kuzgun, geçmişini ikinci kez kaybetti. Peki, Kuzgun özgürlüğünü kaç kez kaybetti? Ne kadar güzel söylemiş, Sevgili Cahit Zarifoğlu: Uçmayı öğrenmeden, göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi kalbimiz. Kuzgun’da henüz çocuk olmadan, büyük olmayı öğrenmeye çalışmış. Küçük adam, gün geçtikçe ezilmiş ve eksilmiş. Şimdi siz söyleyin! Kanından gidenlere mi yansın Kuzgun yoksa canından gidenlere mi?
Kuzgun ve Kesik kardeşliğinden ilerlemeye devam edersem satırlar satırları kovalar ve ben bıkmadan yazmaya devam ederim, sevgili okur. Bu yüzden yönümü biraz da Kuzgun ve Dila’nın, o “dillere destan” dedikleri çocukluk aşklarına çevirmek istiyorum. Sekiz yaşındaki bir çocuğun, dillere destan aşkına kimse inanmaz, doğal olarak. Keza çocuk demek, oyun demek; çocuk demek, masumiyet demek; çocuk demek, sevgi demek, benim nazarımda. Dila ve Kuzgun arasında gözle görünür bir bağ var; aşk dedikleri. Kime göre, neye göre olduğu sonsuz tartışmaya açık olan bir çocukluk aşkı. Sekiz yaşından sonra kendini kaybetmiş ve geçmişini silmiş birine sevgiyi sorarsan ya da aşkı, onda kalan en masum şeyi anlatır sana: oyun arkadaşını çünkü anne yok, öfkesi derin. Kardeşler yok sayılmış ve geride ona kalan tek masum şey birlikte oyun oynadığı, zaman zaman yaramazlık yaptığı, oyun arkadaşı. Bu açıdan baktığımda bu masum sevginin dillere destan bir aşk olarak nitelendirilmesi bana göre saçma.
Diğer taraftan Dila’nın aşk diye nitelendirdiği duygunun da Kuzgun’un hissettiklerinden bir farkı yok. Ailesine bağlı da olsa geçmişinden kaçmış ancak çocukluğundaki tek masum sevgisinden, Kuzgun’dan, kaçamamış Dila. Hep bir şekilde onun gelmesini ummuş ve içinde kaybolduğu karanlıktan onu çekip çıkarmasını, yeniden hayatına ışık olmasını beklemiş. Ancak o işler öyle olmuyor be Dila Hanım! Adaletin herkese çatır çatır işliyor da söz konusu Kuzgun’un, gayet de haklı olan intikam savaşı olduğunda ‘’aldırtmam!’’ diye çemkirebiliyorsun, ona. İntikam aldırtmak istemeyişinin milyon sebebi olabilir. Kuzgun’un kötü işlere bulaşmasını hatta belki de katil olmasını istemeyebilirsin. Onunla olan bağının, onu bulmuşken tekrar kopmasından ya da bir gün Kuzgun gibi kimsesiz kalmaktan da korkuyor olabilirsin. Uzar gider bu korkular, bu endişeler. Uzar uzamasına da Kuzgun’un ne böbreği geri gelir ne çocukluğu ne de tek geçmişim dediği kardeşinin canı. Aldığı ya da alacağı intikam da geri getirmez hiçbir şeyi ama herkes hak ettiğini alarak ait olduğu yerde bulur kendini. Bu cenderede senin konumun ne olur, pek bir tahminim yok. Kuzgun o paketi oraya koyanın sen olduğunu öğrendiğinde konuşalım, bunu. İşte o zaman ‘’Beni sana inandır.’’ dediğin Kuzgun’a sen, kendini inandırmak için fazlaca mesai harcamak zorunda kalacaksın.
Kuzgun’un en derin yaralarından birisi de annesi tarafından tercih edilmeyen olmasıydı. Kızgınlık ve kırgınlığın karışımı olan bir duygu besliyor annesine ve kardeşlerine karşı, Kuzgun. Bana kalırsa sadece onlara değil, yaşadığı her şeyden aynı şekilde babasını da sorumlu tutuyor. Belki de o tuzağa bu kadar kolay düşmesine kızıyor ya da ölerek onun da kendisini yalnız bırakmasına. Geçen hafta Kuzgun kaçıp eve geldiğinde evde kimseyi bulamayışının altında başka bir etken var diye düşünmüştüm. Hâlâ o evde kalmaları ve Meryem’in belki oğlu gelirse diye bahçe ışığını açık bırakması da buna bir dayanaktı benim için. Bu bölüm, o dönem Meryem’in oğlu için Rıfat’ı vurduğunu öğrenmiş olduk. Polis karakolunun önünde alenen yaşanan bu olayda, Rıfat şikâyetçi olmasa da Meryem muhakkak bir ceza almıştır. Bu da zaten Kuzgun’un onları bulamayıp oradan oraya savrulmasına yetmiştir. Kuzgun’un bu gerçeği öğreneceği günü şimdiden iple çekiyorum. Keza Kuzgun’u tercih edilmekten ziyade, döndüğünde terk edildiğini düşünmesi öldürdü.
Üç kardeş arasında uzun bir süre kaynaşma olmayacak, muhtemelen. Yirmi yıl geçmesine rağmen, abilerine karşı besledikleri bir özlem ve öte taraftan az daha Kartal’ın ölümüne sebep olacak bir yangın gerçeği varken Kumru’dan ziyade, Kartal’ın, Kuzgun’a yaklaşımı nasıl olacak diye meraktayım. Kartal, tercih edilen olarak kendisini abisinin yerine koymuş ve bunun vicdanıyla yaşamış yirmi yıl boyunca, kabul. Gayet iyi ev çocuğu da gözüküyor ancak onda beni rahatsız eden, içime sinmeyen bir şeyler var. Sanki her an bir kötülük yapabilir gibi… Bu konuda yanılmayı çok istiyorum. Çünkü ben üç kardeşin bir şekilde sırt sırta verip kaybettikleri zamanı telafi etmelerini istiyorum.
Şeref ava giderken avlanan taraf olurken Kuzgun onu av zannedenleri avladı, çok temiz bir şekilde. Hem babasının hem kardeşinin intikamını alırken Rıfat’ın güven testinden de geçtiğine hiç şüphem yok artık. Rıfat, ona bir hayat ve bir can borçluyken Kuzgun’un önüne bu saatten sonra kimse geçemez gibi. Yolunu ve yönünü kaybeden Kuzgun, Terzi Derviş’in bilgeliğine de artık inanmışken soluğu her fırsatta onun yanında alır, muhtemelen.
Bu bölümde Barış Arduç’a özel bir paragraf ayırmazsam, ona çok büyük saygısızlık yapmış gibi hissederim kendimi. Zira Meryem ve Kuzgun karşılaşmasından tut da Kumru ve Kuzgun görüşmesine ve ardından beni en derinden etkileyen, Kesik’in ölüm sahnesine kadar pek çok yerde beni, benden aldı. Morgda, kardeşini yıkayan Kuzgun’un acısını, bütün mimiklerine kadar işleyen Barış Arduç’a binlerce teşekkür ederim. Füsun aradığında Kuzgun’da hissettiğim o çaresizliği, kendi çaresizliğim gibi hissettirdiği için Barış Arduç’a binlerce teşekkür ederim. Ben Kuzgun’un içindeki yangını sonsuz hissettim. Karşısında annesi konuşurken dilinin ucuna gelen kelimeleri zorla geri çektiğinde de Kumru ona sarıldığında, kardeşine sarılmamak için kendini zor tuttuğunda da Kesik’in üzerini kan revan içinde gördüğünde de ben onun içindeki alevin, onu ne kadar yaktığını kendi içimde hissettim. Emeklerine sağlık Barış Arduç.
Genel Notlarım:
- Kesik ve Kuzgun’un tanışma hikâyesi beni çok etkiledi. Kesik lakabının hikâyesi de bir o kadar çarpıcıydı. Onları tanıştıran bir küçük su meselesiyken Kesik’i son yolculuğuna uğurlamak için yıkayanın da Kuzgun olması çok ince bir detaydı. Yazanların yüreğine sağlık.
- Bora’nın gelişi, Şeref’in gidişine işaretmiş meğer. Ancak benim algılayamadığım bir durum varsa o da Dila ve Bora’nın daha önce tanışıyor olmayışları. Bu ikisinin ailesi sadece ortak değil, akraba da neticede. Hadi hepsini geçtim; Bora, halası evlendiğinde de mi ortalarda yoktu? Bora’nın gelir gelmez Dila ile konuşmak istemesi, bende soru işareti; Kuzgun ve Bora savaşı, ayrı soru işareti. Dilerim hakkını veren bir “kötü” olur, Bora.
- Bora-Dila, Kuzgun- Füsun kıskandırmaları vuku bulmaz umarım, sonraki bölümlerde. Alınacak intikamı en zirvesine kadar görmek isterim açıkçası. Saçma sapan kıskançlıklara yer olmaması gerek, öyküde.
- Terastaki Kuzgun ve Dila yüzleşmesini çok sevsem de sahnede geçen ‘’İntikam için geldin, aldırtmam!’’ cümlesi, bölümün bendeki bütün ciddiyetini aldı götürdü, diyebilirim çünkü o an gülmekle meşguldüm. Kabul ediyorum, iyi plan kurdu, Dila.
- Kesik’in ölümünün hemen ardından Dila’nın, Füsun ve Kuzgun’un peşine düşüp kıskançlık emareleri sergilemesi kadar saçma bir sahne yoktu, sanırım. E, bir dur kadın! Adam canını vermiş.
- Üç bölüm boyunca dizide devam eden ciddi bir reji sorunu var ancak bu bölüme kadar bu denli gözüme batmamıştı. Sahnelerin geçişleri ve birbirine bağlantıları, beni o kadar yordu ki anlatamam. Buna bir çözüm bulunur diye umuyorum.
- Benim için bölümün en büyük eksiği müzik. Kuzgun’un o kadar enfes sahneleri vardı ki müziksiz izlediğim bu sahnelerde, benim zihnimde müthiş şarkılar çalıyordu, mesela. O kadar enfes sahnelere neden tadında bir müzik serpiştirilmiyor, anlamış değilim.
Reytingler biraz sallansa da güzel bir bölüm seyrettik dün gece. Toparlayacağından hiç şüphem yok. Emeği geçen herkesin yüreğine sonsuz teşekkür ederim.
Sevgiyle kalın.