Yazar: Sinem ÖZCAN
‘Sahra’da olanları, ‘sahra’da olduğunu bilmeyenleri ve ‘sahra’sından çıkmak isteyenleri izledik bu hafta Vuslat’ta. Hikâye o kadar katmanlı ve o katmanlar o denli iç içe ki anlayabilmek, bağlantıları kurabilmek ve ekmek kırıntılarını takip etmek ciddi bir emek istiyor. Ekran başında dizi izlerken çok uzun süredir hasret kaldığım bir duygu, bu. İzlediğimi anlamak için çabalamak, kendime sorular sorup bulduğum cevapları gerekçelendirmek ve bütün bunları yaparken yeni ipuçlarını kaçırmamaya gayret etmek. Ben Vuslat’ı ilk andan beri “Aa, kızla çocuk karşılaştı; bak, âşık oluyorlar. Bi de kötü adam var onları ayıracak!” duygusuyla izlemiyorum ve açıkçası tam da bu yüzden benim için çok kıymetli. Senaryo çok ince örülmüş, bağlantıları çok güçlü ve “Ne bu, şimdi?” dediğiniz her şeyin bir noktada çok anlamlı bir yere bağlanacağını bilmenin güvenini yaşıyorsunuz.
Sahrayı yalnızlıkla anlatmayı seçti, Salih Baba ve ekledi: Anlayamadığımız şeyleri, anlayabildiklerimizle anlatmaya çalışırız. O zaman sahra, yalnızlık değil; biz yalnızlığı biliyor ve onunla anlamlandırmaya çalışıyoruz demektir. Ben de o yoldan ilerleyeceğim, elbette. O kadar çok yalnızı var ki Vuslat’ın… Aziz var bi’ kere… Satrancı urefanın yolcusu… En büyük yalnızlardan biri, o. Can dostu da onu bırakıp gidecek korkusuyla ameliyathane kapısında ömründen ömür veren Aziz… Yalnızlığının farkında ama ‘sahra”da olduğunu bilmeyen Aziz… Yalnızlığının kapısını içeriden açıp kendisi gibi olanı, Feride’yi, içeri almaya çalışıyor. Feride, onun “kendisi gibi” olduğunun farkında değil henüz. Sevgiyi nefret, kötüyü iyi sanmakla meşgul ama kafası da karışmıyor değil. Yalçın’ın da onun da kafasını karıştıran Salih Baba ve Abdullah Efendi çünkü onların siyah ve beyaz dünyalarında “kötü” olduğunu düşündükleri adam, her ikisinden de itibar görüyor. Salih Baba’yı da Abdullah Efendi’yi de bilip tanıyanlar için ‘doluya koysan almaz, boşa koysan dolmaz’ durumu bu (Tam da buraya kendimi de +1 olarak ilave edeceğim izninizle). Öte yandan somut dünyanın, somut gerçekleri var ki o da ortada bir suç ve suçlu durumunun oluşu. Yalçın duvardaki teorinin hatalı olduğunu kabullenip değiştirdi ancak hâlâ Aziz’i odak görme yanlışını yapıyor. Feride’yse duyguları ona ne söylerse söylesin gördüklerinin gerçekliğinden sıyrılamıyor. İkisi de haklı, ikisinin de (benim gibi) daha fazla veriye ihtiyaçları var.
Altan, ameliyathanede gitme – kalma savaşı verirken soyut âlemin insanları koşa koşa gelmişlerdi hastaneye. Yüreğindeki acı, ayağındaki kesiklerini ona hissettirmediğinden yalın ayak, kan revan içinde koşmuştu Abdullah Efendi ve ardından Salih Baba. Onların gelişi Aziz’in yürek yangını söndürür gibi oldu, nedeni bilemese de ve maddeci dünyanın adamı Aziz, kendi ayakkabısını Abdullah Efendi’ye hiç düşünmeksizin hediye etti. Üstelik de “fakir sevindirmeye alışkın varlıklı adam” gururuyla değil, aksine bir minnet ifadesiyle… Aziz, farkına varmasa da başlayan döngüden en fazla nasiplenen o.
Altan, kardeşini yalnız bırakmayıp döndü dönmesine ama akan kanın yerine konması gerek ve o kan da Çakal Necmi’de var. Salih Baba’nın hatta Abdullah Efendi’nin kanı uysaydı bu kadar durmazdım üstünde gel gelelim AB – olan Çakal Necmi çıkınca zihnimdeki ‘kuşkucu griler’, “Bi’ dakka!” dedi. “Bi’ dakka geri saralım ve atılan çengelin ucuna bi’ takılalım.” Şimdi biz Çakal Necmi için ne biliyoruz? Karısı, kızı ve oğlu bir şekilde katledilmiş. Salih Baba’nın söylediğine göre “Tetiği çekeni bulmuş ama emri vereni bulamamış” Çakal Necmi. Biz bir de Tahsin Korkmazer biliyoruz. Dünyaları ayrı olsa da git gide Kadırga’ya bağlanan bir Tahsin Korkmazer. Böyle bir emri verir mi verir. Çoluk çocuk demeden adam öldürtür mü, hem de hiç kılı kıpırdamadan… Peki, ya o katliamdan biri sağ kurtulduysa? Hani kan grubu AB – olan biri… Haaa diyeceksiniz ki “Yahu bu adamın annesi varmış, üstelik Aziz’le de askerde tanışmışlar. Nasıl bağladın ki onu, oraya?” Bağlayamadım… Henüz o kadar ekmek kırıntısı bulamadım çünkü fakat benim “kuşkucu grilerin” fısıldadığı bu. Bekleyip göreceğiz ama bir şekilde Çakal Necmi’nin hikâyesi gelip bizim ana hikâyemize kitlenecek ondan kuşkum yok işte!
Aziz, kardeşi kurtulur kurtulmaz Kerem’le uğraşmak zorunda kaldı yeniden. Kerem, tam da onun dediği gibi bir “kasırga”. Ne zaman çıkıp ne kadar süreceği belli değil. Aziz’in ona engel olması, hele hele yardımsız engel olması şu an için mümkün görünmüyor ancak kendini ve sevdiklerini kasırganın etkisinden kurtarabilmek derdinde, Aziz. Kerem’e çok sağlam bir gol atıp anne, babasıyla ilgili gerçeği söyledi ve bir ölçüde işe yaradı Kerem’i sersemletmeyi başardı ama bu Kerem’i durdurmaz ancak ona yeni bir cephe açar ki öyle oldu. Şu an için önceliği olmayan Tahsin Korkmazer’in öncelik sıralamasını değiştirmesini sağladı, sadece ancak Kerem, Aziz’le uğraşma planından vazgeçmiş değil üstelik de onun en zayıf noktasını yakaladı: Feride. Öyle bir anda çekip alacak ki Feride’yi Aziz’in yanından eğer planını başarıyla uygulayabilirse gerçekten de Aziz’in toparlanma şansı kalmayacak. Yalnız Kerem çok haklı onun için en değerli şey ‘zaman’ ve zaman aleyhine işliyor çünkü Aziz, eski Aziz olmaktan çıkıyor, Kerem de yeni Aziz’in henüz farkında değil. Bilmediğin düşmanla mücadele edemezsin! Muhtemelen hatayı da buradan yapacak. Aziz’le ne yaşayacak kestiremiyoruz ama Tahsin Bey’in elinden köşkü almayı başardı. Bu ilk hamlesi onun. Durmayacağını Tahsin Bey de biz de biliyoruz. Şimdilik köşkü Perihan Hanım için koz olarak tutuyor elinde ama Kerem hiçbir şeyi uzatmaz çok yakında bombayı patlatacaktır. Yine de bu hafta Kerem’de ilk kez insani bir belirti gördük: gözyaşı… Keremler de ağlarmış demek…
Kerem’in kendi siyahını inatla üstüne bulaştırmaya çalıştığı bir de Fırat’ımız var, malum. Yaptıklarıyla ilk kez Madam Aneta’nın hastaneye düşmesiyle yüzleşti Fırat. Aslında o da yalnızlardan biri ama bunun farkında olmayanlardan… Fırat, “çağırsalar da duymayan” yalnızlardan biri. Madam Aneta sayesinde dışarıdan gelen sesleri işitir gibi oldu ama henüz anlamlandıramıyor. Onun ilacı Sultan! Kerem’in siyahına karşıt Sultan’ın beyazı değmeye başladı üstüne ve ilk kez Fırat “Sen de Feride Ablam gibisin.” diye dillendirdi o temizliği. Onun yolu çok uzun ama en sevindiğim yan, ondan bir “junior” Kerem olmayacak; Feride de Sultan da o duyana kadar ona seslenmeyi sürdürecekler çünkü.
Madam Aneta görünürde Fırat’ın kurbanı ama aslında o da “bile isteye girdiği” yalnızlığı yaşıyor. Sultan onun zihninde örttüklerini uyandırdı ve kızı Alice’in varlığıyla da bizi tanıştırdı. Salih Baba’nın elindeki fotoğraf ve belge, Alice’i de Madam Aneta’yı da hatta Faik Bey ve kardeşi Feride Çağlar’ı da bambaşka bir düğüme ortak etti. Alice, annesinin istemediği biriyle evlenmek için annesinden vazgeçmiş. Salih Baba’nın elindeki “mal devir belgesi”nden anladık ki o adam Mehmet Aslan adında tanımadığımız bir genç. Bir malı devretmişler. Belge kimden geldi? Tahsin Korkmazer’den. O hâlde o mal Tahsin Bey’e devredilmiş demek ki vaktiyle. Öte yandan bir de fotoğraf var, arkasında Faik, Tahsin, Hasibe, Süheyla, Alice adları yazan Faik Bey’in kız kardeşi Feride’nin çektiği bir fotoğraf. Biz bu isimlerden Faik ve Hasibe’yi net biliyoruz, Feride’yi de öğrendik (Faik Bey’in ilk eşi Süheyla olabilir adından emin olamadım o yüzden kesin konuşmuyorum). Geriye kaldı Tahsin ve Alice adları. Alice’in kimliğini de biliyoruz bu durumda tek soru işareti, Tahsin. Belgeyle fotoğrafı birbirine bağlayınca da bu Tahsin’in, Tahsin Korkmazer olduğu sonucuna varıyorum ben. Bu arada gözümde geçen bölümden bir sahne canlanıyor. Tahsin’in bir adamın kafasına silah dayadığı ve yanındaki kadının “Yapma Tahsin abi!” diye feryat ettiği sahne ama Tahsin Korkmazer, o tetiği çekip her ikisini de öldürüyor ve minik Aziz buna tanık oluyor. Kusura bakmayın benim ‘kuşkucu griler’ yine çıldırmış durumda… Hemen bir komplo teorisi ürettiler bile. O zaman o “mal devir belgesi” köşke ait olabilir. Tahsin Korkmazer o köşkü Alice ve kocasından almış olabilir ve bir nedenle onları önünde engel saydığından ikisini de ortadan kaldırmış olabilir. O ikisi kim? Kerem’in anne ve babası. Bu durumda Kerem’in bölüm boyunca Tahsin Korkmazer’e sorduğu “Benim babamın, annemin adı ne?” sorusunun cevabı da çıkıyor ortaya: Senin annenin adı Alice, yavrucuğum! Kendisi hayatta değil ama ısrarla kendine benzetmeye çalıştığın Fırat’ın sayesinde hastanelik olan bir anneannen var hayatta. Bu durumda Tahsin Bey’den zorla çekip aldığın köşkün tapusunun ayrı bir anlamı var Keremcim, döngü hızla ilerliyor ve mal, şu an gerçek varisinin elinde olabilir. Bu yazdıklarım, tamamen bir komplo teorisidir. Beynim oksijensiz kaldığı için saçmalıyor olabilirim ama bu baştan beri düşündüğümü, yani Tahsin Korkmazer’i Kadırga’ya çok da net olarak bağlar, doğrusu.
Fotoğrafı çeken Feride Çağlar, Faik Bey’in kız kardeşi ve onunla ilgili de bir gizem var. Bir ucu Hasibe’ye diğer ucu Abdullah Efendi’ye varan bir gizem. Ben Abdullah Efendi’nin mecnun oluşunun da altında bir hikâye yattığına inananlardanım ve bu hafta onu Feride’nin kabri başında görünce bir kez daha o hikâyenin Feride’nin hem adaşı hem de halası olan genç kızla ilgili olduğuna inandım. Gün gelecek Salih Baba, bize Abdullah Efendi’nin de öyküsünü anlatacak diye düşünüyorum.
Vuslat’ta Aziz’i gördüğü rüya ve 6’da duran saatlerle tanımıştık biz ve ilk bölümde “sahibinin gelip alacağı söylenen” bir cep saati vardı. Saat, Aziz’e ulaştığında anlamıştık sahibinin o olduğunu. İçindeki ismi bizler okumuş ve Aziz’in dedesi olduğunu çözmüştük ama Aziz bu gerçekle, bu bölüm yüzleşti. Arabasıyla Feride’ye çarptığı andan beri Salih Baba’nın deyişiyle bir ‘döngü’nün içine girdi Aziz. Hiç bilmediği bir dünya ve kendi dünyasında hiç yer almayan insanlarla kesişti yolu. O gün bugündür, yaşadıklarındaki tuhaflığı görüyor ama bunları anlamlandırmak için düşünmeye fırsatı olmuyor. Bu kez hiç yadsıyamayacağı çok büyük bir ipucu buldu: Salih Baba’dan ona gelen saatin içinden dedesinin adı çıktı. Bence artık Aziz için sorgulama vakti geldi. Cevapları, sorduğu sorularla alamaz ama girdiği dünyaya bir başka gözle bakmaya başlar.
Yazımın başında da dile getirdim, çok yordu ve hırpaladı bu bölüm beni. Ama nasıl geçtiğini anlamadığım bir 240 dakika geçirdim ekran başında. Bir sürü soruyu kendimce cevapladım, o cevaplardan bir sürü soru çıkardım. Kısacası alışmadığım ama çok sevdiğim bir zaman dilimi yaşadım. Bunun çok büyük payı senaryoda. Son derece zekice ve son derece etkileyici oturtuluyor kurgu. Karakterlerin hepsinin altı çok sağlam ve hepsi bir yerinden ana çatışmaya kilitleniyor. Belki de bundan ben olmayanları da var sanıyor ve kendimce hatalı teoriler üretiyorumdur. Kusurum varsa affola.
Başta bu öykünün beyni ve ruhu olan Sayın Betül Yağsağan’ın, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.