Yazar: Sinem ÖZCAN
Araf’ta kaldım ben, bu hafta. Çarkıfelek sadece Satranç – ı Urefa’da yolcuyu değil, beni de ekran başında Araf’a koydu. Gittim, geldim durdum bölüm boyunca ve itiraf ediyorum baştan beri en fazla etkilendiğim, dışta kalmaya çalıştıkça içine çekildiğim bölüm oldu, bu.
Aziz’in, Kerem’i oyundan atmasının bedeli olacaktı, geçen haftadan belliydi. O bedel, en çok Aziz’in canını yakacaktı; son sahnede Altan vurulduğunda Aziz’in neyle sınanacağı da belirmiş oldu. Üstelik bu sadece Aziz’in değil Tahsin Korkmazer’den Yalçın’a; Kerem’den, Feride’ye kadar herkesi de etkileyecekti. Altan, sadece sağ kolu değil, Aziz’in; yoldaşı… Bugüne dek ona dayanıp yürümüş, ona tutunmuş; yeri gelmiş onu kendine koltuk değneği yapmış. Altan için gözünü kırpmadan her şeyi Kerem’in önüne serer Aziz, serdi de… Aslında görünenin aksine, Aziz için şirket, mal mülk bir şey ifade etmiyor, onun asıl derdi babasının ve Kerem’in bir şekilde freni olabilmek. Bugüne kadar da iyi kötü başardı bunu. Yalnız onun çok büyük iki zaafı var: Güç ve kibir. Aziz Korkmazer olmanın verdiği gücü çok seviyor ve bu da kibrini artırıyor. Feride hayatına girene dek, aslında o ilk rüyayı görene dek, kendi doğru bildiği yolda gücün keyfini sürüp kibrini büyüterek mutlu mesut yaşıyordu da… Ancak onun haberi olmadan onun için açılan bir yol var ve o yolda bu iki kamburu atmadan ilerlemesi imkânsız.
“Aziz Korkmazer iktidarı”nın işe yaramadığı bir menzile ilerliyor, o. Güç kalkanını da kibir kaftanını da bırakıp yürümesi lazım. Bunun için de sınanıyor, sınanacak. Hatta kat be kat zorlaşan imtihanlara girip çıkacak. Hükümdar olarak adım attığı yolda, kul olmaya terfi etmesi gerek. Kerem onun sınavlarının uygulayıcısı, soruları o hazırlamıyor, notu da o vermiyor ama sınav kâğıdı onun eliyle geliyor, Aziz’e. Bu defa soru çok net geldi Kerem’den: “Yoldaşın mı, şirketin mi?” Cevabı çok kolay Aziz için: Yoldaşı… Gözünü kırpmadan şirketi feda etti, hatta Kerem istese ceketini alıp çıkardı da oradan. Karşılığında ilk puanını aldı: Yepyeni bir aile… Alamet Ahmet’ten, Tekin’e; Emine’den, Çakal Fahri’ye hatta Yalçın’dan Feride’ye birbiriyle görünürde ilgisiz ve en mühimi hepsi Aziz’le alakasız görünen bir sürü insan, başucunda beliriverdi ve elbette Abdullah Efendi’yle Salih Baba…
Altan ise kelimenin tam anlamıyla Araf’ta… Yaşamla ölümün arasındaki ince çizgide… O kendi kaderini yaşıyor elbet ama Altan da bunca zaman yalnız bırakmadığı “kardeş”ini şimdi bu ateş çemberinin içinde bir başına bırakır mı, bilemem. Altan’ın vurulduğu andan beri benim elim yüreğimde… Ben de Aziz gibi “Bırakıp gitme, be Altan!” diyenlerdenim. Biliyorum o Aziz’in hem kara kutusu hem de karanlık gücü ama yine de “Çiçek seven, hayvan seven adamdan zarar gelmez!” duygusallığı ile bakıyorum olaya. Biliyorum, onun da elinde kan var (bunu söylerken kendimle fena hâlde çeliştiğimin de farkındayım, sayın okurum) ama yine de Altan’ın aydınlık ve sevmeyi gerçekten bilen bir tarafı var. “O zaman Aziz’in tetikçiliğini nasıl yapıyor?” diye sorarsanız verecek hiçbir mantıklı cevabım yok sadece bir sürü “ama…” sıralayabilirim. Bir de zaman kazanmaya çalışan öğrenci gibi “Altan’ın art öyküsünü bilmiyoruz ki ilerleyen bölümlerde bir açıklaması gelecektir.” diye kendimi de sizi de avutabilirim. Dürüstçesi Aziz’i katil olduğu için bir türlü affedemiyorken Altan’ı neden bağışlamaya hazır olduğum konusunda hiçbir fikrim yok. Tek açıklamam: Ama çiçek seviyor 😊
Kerem, bu defa büyük hem de çok büyük oynadı ve yiğidi öldür hakkını teslim et deyip baktığımda da cidden nefis bir plan kurmuş. Tek hamleyle hem Yalçın’ı hem Tahsin’i hem Aziz’i köşeye sıkıştırıp oyunu lehine çeviriverdi. Hatta oyunun kurallarını yeniden yazmakla meşgul şu anda. Çok akıllı, çok… Kimi, ne zaman, neyle kıpırdayamaz hâle getireceğini çok iyi biliyor. Üstelik bir sonraki hamlesini tahmin etmek için de Kerem olmanız gerek. Nitekim “aile yemeği” düzenleyip de Fırat’ı ve Ceylan’ı özellikle de Ceylan’ı o masaya niye oturttu, düşünüp duruyorum. Baştan beri Korkmazer ve Çağlar ailelerinin yollarının bir yerde kesişeceğini düşündüm ben. Faik Bey ve Hasibe’nin geçmişindeki karanlık noktaların ucu bir yerde Korkmazerlere varacak gibi geliyor, bana. Gerçi anlaşılan o ki geçmişte böyle bir bağlantı yoksa da Kerem bunu, bile isteye şimdi kuruyor. Fırat, bir şekilde Perihan Hanım’a iyi geldi. Bir anlamda onu hayata yeniden bağladı, hatta onun içindeki aydınlık tarafı da çıkarmaya başladı. Ceylan bu tablonun neresinde yer alıyor, kestirmek şu an için mümkün değil çünkü Kerem, verileri henüz ortaya sermedi ama emin olduğum bir tek şey var o da Perihan Hanım’dan ölesiye nefret eden Kerem, onu mutlu etsin diye Fırat’ı onların karşısına dikmedi. Altından yine bir şeytani plan çıkacak, mutlaka.
Emine’nin kaçırılması ve Altan’ın vurulmasının beklenmedik bir faydası oldu. Yalçın ve Aziz, bir araya gelmek zorunda kaldı. Geçen hafta Yalçın’ın Korkmazer ailesi ile ilgili araştırmasında çok büyük bir hata olduğunu söylemiştim. O, Aziz’in bütün karanlık işlerin başında olduğuna inanıyor ve teorisini de buna göre oluşturuyordu. Yaşananlardan sonra Aziz’i “dost” kabul etmeyeceği malum ama en azından Korkmazer ailesindeki dengelerin farkına varacaktır, diye düşünüyorum. Yalçın, her ne kadar üçünü de aynı yolun yolcusu kabul etse de Tahsin ve Kerem’in gerçek yüzleriyle tanışması onun kafasına soru işaretleri düşürür.
Kerem, bu kez en büyük kozunu oynadı, dedim ama egosu Ağrı Dağı’nın zirvesinde olduğundan tehlikenin de farkında değil. Tahsin Bey çok haklı, Aziz artık kontrol edilemez. Konu şirket de değil, otorite de… Aziz, o imzayı attığı anda ikisinden de gözü kapalı vazgeçti zaten. Artık konu, Kerem’in ne pahasına olursa olsun durdurulması, Aziz için. Bence şimdi hamle sırası Aziz’de. Hem Kerem’e hem babasına karşı çok sağlam bir hamle gelecek diye düşünüyorum. Kerem, güdümlü bir füze gibi… Hedefe kilitlendi mi durdurmak çok zor eğer onu vuracak bir silahınız yoksa (ki Aziz’in Kerem’i yok edecek bir silahı yok) yapılacak tek şey, onun momentini değiştirmek. Bu da ancak onu sarsacak kadar büyük bir taşla vurmakla olur. Ama söylemeden geçemeyeceğim, Aziz’i Kerem açısından büyük bir tehlike bekliyor: Feride. Kerem, aşk duygusunu bilmediği için Aziz’in Feride’ye ilgisini görse de henüz tam konumlandıramıyor. Gerçeği fark ettiği anda onu Feride ile vuracaktır. İş, bu noktaya varmadan Aziz’in Kerem’in hedefini değiştirmesi şart, bana kalırsa.
Öykünün Çağlar Ailesi aksında da bir değişim vardı, bu hafta. Hasibe geçen hafta bulduğu kolyenin etkisinden sıyrılamamış görünüyor ve kolyeyi denize atmakla kalmadı, Faik Bey’e de bir barış çubuğu uzattı ancak iki kap yemekle düzelecek bir durum yok ortada. Faik Bey ilk kez, Hasibe’ye kendini anlatmayı denedi ve ilk kez Hasibe üste çıkmaya kalkışmadan onu dinledi ama onların ilişkisinin tamir olur tarafı yok bana kalırsa. Bu arada söylemezsem dilim şişer: Faik Bey’in söylediklerinden de etkilenmedim ben. Belki çok gecikmiş olduğundan, belki Faik Bey’in tepkisizliğini hiç sevmediğimden belki de inandırıcı bulmadığımdan. Faik Bey, Çağlar ailesinin zayıf halkası benim nazarımda. Belki benim gözüm, ailesine “koca çınar” olan bir baba arıyor ve Faik Bey o çapta bir adam değil, bunu kabullenmek istemiyorum, belki de “Fırat benim de oğlum, onu da Feride kadar severim” cümlesi Fırat’ın durduğu yere bakınca bana doğru gelmiyor, bilemedim ama Faik Bey’e benden kanaat notu yok!
Salih Baba, bu hafta ‘Araf’ı “Araf arada kalmaktır. Karanlıkla aydınlığın, aşkla nefretin, akılla deliliğin, ölümle yaşamın, doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün arasında kalmaktır. Araf’ta olmak, ceza mıdır mükafat mıdır, orada olmayan bilemez. Orada olmayı, cezada olan, cehennemde olan, mükâfat görür; mükâfatta olan, cennette olansa, ceza…” diye tanımladı. Aslında Araf’ta olmak insanın, kendiyle kendisinin arasında kalması galiba… Nitekim başta Aziz olmak üzere Feride ve Fırat da bunu yaşadılar. Altan, ölümle yaşam arasında beklerken Aziz, karanlığıyla aydınlığı arasında gidip geldi (O sahnede Aziz’in görüntüsüne yapılan ışık oyunu ve karanlığın içindeki Aziz’in aydınlık tarafının parlatılmasını çok sevdim. Emeklere sağlık). Feride hissettiği nefretle yeşermeye başlayan aşkının arasında kaldı ve Fırat vicdanıyla hırsı arasında boğuşuyor. Hepsinin derdi, kendiyle… Hangisi cenneti, hangisi cehennemi seçer bilemem ama bildiğim Abdullah Efendi’nin sözün gerçek anlamıyla “Araf ehli” olduğu. Cennettekini de cehennemdekini de gören ama bildiğini bildirmeyenlerden o. Gerçi Kerem’e geçen hafta “Un ufak olursun” deyip cehennem müjdesini (!) vermişti ama bu hafta onun dili bütünüyle “lâl” oldu. Ağzını bir hikmet söylemek için bile açmadı ama gözünden düşen yaşta da kan revan olan ayaklarında da gördük ki onun için de çile daha ‘bitmemiş’. Belki gördüğünü dillendirememenin çilesi, belki “kıymetlisi”nin acısını sırtlanışı, belki yaşanacağı bilip mâni olamamanın azabı, onu çok hırpaladı.
Aziz, can dostunun başını beklerken Feride’ye “Gitme!” dedi ve ‘gitmeyen’ Feride, ona yepyeni bir aile getirdi. Altan içeride canıyla boğuşurken hastane kapısından içeri birer birer o ailenin fertleri girdi. Ahmet’in, Tekin’in hatta Yalçın’ın bile olduğu yerde Çağlar ailesinden kimsenin olmayışı bir tek benim dikkatimi çekmiş olamaz, sanırım. Fırat ve Ceylan da “yeni bir aile masasında” yer alırken Faik Bey’in olmayışı, onun da Aziz için uzak durulması gerekenlerden biri olduğu mu sorusunu düşürdü aklıma.
Abdullah Efendi’nin kanayan ayaklarıyla neredeyse koşa koşa geldiği anda Altan, içerde savaşmaktan vazgeçmek üzereydi. Abdullah Efendi’nin bastığı yerdeki kan izleri beni alıp bambaşka bir hayale attı. Onun ayağından akan kan, Altan’ın zehirlenmiş kanının diyeti olacak ve Altan son anda ölüm – yaşam Araf’ından çıkıp gelecek diye düşünüyor ve Abdullah Efendi bir kez daha “kıymetlisinin” gözünden akan yaşa merhem olacak diye umuyorum. Öte yandan Faik Bey, Madam Aneta hatta Feride hastaneye düştüklerinde yeminini bozmayıp oraya adım atmayan Salih Baba’nın bu defa apar topar gelmesi de Aziz’in Araf’ı için bir işaret bence. Ben onun da Altan’ı değil Aziz’i kurtarmaya geldiğine inanıyorum. Eh be Altan! Bak Salih Baba bile geldi ayağına, eğer pes edip ölümü seçersen iki elim yakandadır, bilesin.
Yazıya başlarken de söyledim, benim şu ana dek en fazla etkilendiğim bölüm oldu bu. İki ana nedenim var: İlki Abdullah Efendi… Karakter baştan ayağa enfes yazılıyor o ayrı ama Erdem Akakçe özellikle bu hafta beni kendine hayran bıraktı. Baştan sona repliksiz oynadığı hâlde o kadar çarpıcı, o kadar güçlü bir karakter çizdi ki attığı her adımda sahneye damga vurdu. Hem maddi hem manevi olarak çok güç bir karakteri canlandırıyor ve üstüne o kadar iyi giyiyor ki Abdullah Efendi’yi ben her seferinde gıptayla izliyorum. Yüreğine de emeğine de sağlık, Erdem Akakçe.
İkinci neden de bölümün final sahnesiydi. Enfes planlanmış ve çok iyi çekilmiş sinema filmi tadında çok etkili bir sahneydi. Aziz’in dünyasının karmakarışık oluşunu yansıtırcasına dönen kamera, taşlaşmış çehre ve gövdeler, tam kararında ve yerinde yapılan zoomlar ve hepsinden öte Emre Sertkaya’nın çok iyi yorumladığı Nesimi’nin deyişi… Müzik, görüntü ve plan birbiriyle çok iyi örtüşmüş ve çok vurucu bir sahne çıkmış. Yürekten alkışlıyorum Barış Yöş’ü ve emeği geçen herkesi.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.