Site icon Dizifilm BiZ

Vuslat 3. bölüm

                                                                                  Yazar: Sinem ÖZCAN

“Mihnet”te bırakmıştık ikinci bölümü. Satranç – ı urefa “Dur, bakalım! Mihnet öyle çarçabuk geçilmez!” diyerek duraklattı, bizi.  “Mihnet… Gamdır, kederdir, hapsedilmektir. Hapsolmaktır acına, kederine. İnsanların gözünden düşmektir, aşağılanmaktır. Yaradan bazen nimetle, bazen de mihnetle imtihan eder. İnsanoğlu zorluklarla sınanır sabreder de bollukla sınanınca sabredemez. Bolluğun imtihanı, yokluğun imtihanından ağırdır. Sınavını veremediğin bolluk kederdir, mihnettir; üzülmektir, sıkılmaktır. Çaresiz, sıkışıp kalmaktır. Sürgün edilmektir, mihnet. Sürgününe ‘eyvallah’ demektir.” dedi Salih Baba. ‘Yolcu’nun yeni bir sınavla karşılaşacağının işaretiydi dilinden dökülenler. Sadece Aziz’in değil kendi sınavlarını vermekte olan Feride, Faik Bey ve hatta Fırat’ın da mihnet imtihanında bocalamaları demek, elbette.

Bana sorarsanız bu sınavı geçmeye en yakın olan şimdilik sadece Faik Bey. Hasibe’nin hırsının kurbanlarından biri olarak mihnet çekiyor, o. Onunki tam manasıyla “acıya hapsolmak”. Belli, geçmişte bir yerlerde bir hata yapmış ve şu an yaşadığı her şeyi o hatanın bedeli sayıyor. Hasibe’ye tepkisizliği de bundan. Hasibe bildiğin “akrep” ve sokmak onun meşrebi. Akrebe niye sokuyorsun diye sitem edemeyeceğine göre sessizce katlanıyor acısına ancak ya sınavı zor ya da geçmişte yaptıklarının vebali ağır çünkü karısı dışında oğluyla da imtihan ediliyor. Üstelik, Fırat’ın da onun imtihanı olduğunun çok farkında değil. Hasibe’de kazandığı puanları Fırat yüzünden kaybetmesi muhtemel. 

Fırat, “sınavını veremeyeceği bolluk”la tanıştı bu hafta. Henüz bunun bir imtihan olduğunun farkında bile değil. Yıllardır özlediği hayatı, “Şeytan” bütün sevimliliğiyle sundu ona. Karşılığında ruhunu istediğinden habersiz, hiç sorgulamadan onun sunduklarının tadını çıkarmakla meşgul. Onun en büyük derdi para, pul, zenginlik değil aslında o “adam yerine konmak” istiyor. Bunu parayla sağlayacağına inanmış ya da annesi tarafından inandırılmış. O yüzden eli kolu dolu, gururla ve çocuk sevinciyle koştu eve. “Bakın! Ben artık adam oldum!” demeye çalışıyordu ama olayı külliyen yanlış anladığı için ilk şamarı babasından yedi. Madam Aneta’yı pencerede gördüğünde yaşadığı anlık vicdan azabı, şeytanın onun ruhunu henüz bütünüyle ele geçirmediğini düşündürdü bana ve gelecek için umudum oldu. Gel gör ki Fırat’ın yiyeceği çok şamar var, daha. Babasından yediği tokadın kırdığı gururu, kaybedecekleri yanında hiç kalacak. Bu haftanın “sıfır” alanı açık farkla Fırat oldu.

Feride, mihnetin “çaresiz sıkışıp kalan”ı. O sevdiklerinin üzüntüleriyle sınanıyor. Babası, kardeşi ve bütün ailesi onun elini kolunu bağlıyor ve farkında bile olmadan “Şeytan”ın piyonu olmasına neden oluyor. Her şeyi derleyip toparlamak için çabaladıkça, kimseyi kırmadan herkese derman olmaya çalıştıkça, ailesini bir arada tutmaya uğraştıkça daha da çaresizleşiyor. Çünkü kontrolü ele almak için debelendikçe daha kolay hedef oluyor ve gözünün yaşı da dinmiyor. Salih Baba’nın ona “Biraz tevekkül et, kızım!” öğüdü de bundan. Salih Baba, ona sınavda kopyayı verdi vermesine ama formülü bilmek problemi çözmeye yetmiyor. Yazgıya boyun eğmek, sevdikleri söz konusu olduğunda çok kolay iş değil. Hele bütün dünyası ailesinin sağlığı ve mutluluğu olan bir kadın için her şeyi kadere bırakmak neredeyse imkânsız. O kendini durdurmayı başaramayınca kader onun yerine Feride’yi bir süre de olsa duraklatacak gibi.

Salih Baba, Feride’ye durduk yere bir broş hediye ettiğinde hiçbir anlam verememiştim, ilk anda. Hediyeyi veren Salih Baba olmasa aldırmazdım da şu ana kadar öğrendiğim bir şey varsa onun ağzından çıkanın da her yaptığının da bir hikmeti olduğu. Son sahnede Feride vurulunca hediye anlam kazanıverdi, birden. Tam göğsünün üstünde duran broş, gelen kurşunları sektirip Feride’ye bir hayat sunacak, anlaşılan. Hem de “tevekkül etme”yi ona zor yoldan öğretecek bir hayat…

Gelelim mihnet durağını asıl aşması gerekene, “yolcu”ya yani Aziz’e… Onun mihnet hanesinde bu hafta “hapsedilmek, sürgün edilmek; insanların gözünden düşüp aşağılanmak” vardı. Aziz Korkmazer, herkesin gözünün önünde kelepçelenerek “cinayet” suçlamasıyla nezarete atıldı. Yolculuğunun en önemli yoldaşlarından biriyle, Abdullah Efendi’yle, yolu demir parmaklıkların ardında kesişti. İşin en ilginç yanını polislerden biri dile getirdi. Aynı hücrede bir “deli” bir de “veliaht” varken aranıp sorulan, dahası hapiste bile saygı gören veliaht değil “deli” oldu. Koskoca başkomiserin eliyle yemek getirdiği, yanında diz çöküp oturduğu adam deli mi yoksa veli mi? Cevabı verilmedi ama bu soru Aziz’in zihninde de dönmeye başladı, bence. Abdullah Efendi’nin bu bölüm tekrarlayıp durduğu “Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır.” hikmeti tam da burada en net anlamını buldu, bana göre. Aziz’in hapse düşmesi şer gibi görünse de orada Abdullah Efendi’yle bir gece geçirmiş olmak, belli ki onun hayat yolunda çok büyük bir hayra dönüşecek ve belki de sürgününe ‘eyvallah’ demeyi öğretecek ona.  Ekmeğini Aziz’le bölüşen, paltosuyla onun üzerini örten Abdullah Efendi’nin tavrı bana Aziz’de henüz benim görmeyi başaramadığım bir şeyler olduğunu düşündürdü. Herkesin itibar ettiği bir meczup, Aziz’e itibar gösteriyorsa Aziz bir nedenle “seçilmiş”tir. Buna şüphem yok da o nedeni çözemedim, gitti.

Evet, Talat’ın ölümünden Aziz, sorumlu değil ama üç kişinin katili olduğu da bir gerçek. Aziz, her ne kadar babasının bir garibanı satın almasına sinirlense de madalyonun diğer yüzünde benim için kocaman bir soru işareti duruyor.

Ailesini samimiyetsizlikle suçlayan, babasının sorunları çözme biçiminden hoşlanmadığını belli eden, en sıradan çalışanının bile hayatıyla ilgilenecek kadar düşünceli görünen Aziz, neden aldığı üç canın vicdan muhasebesini hiç yapmaz? Neden, o olayı kolayca, yaşanmadı sayar ve hafızasından siler. Öldürdüklerinin zaten suçlu ya da cinayetin planlı olmaması değil benim takıldığım yer. Ben bu denli dürüst, ilkeli ve düşünceli görünen bir adamın aldığı üç canla ilgili vicdanını nasıl susturduğunu anlayamıyorum. Bu bölümde gördüğü rüyadan anladığımız, askerlik döneminden kalan bir travması var Aziz’in. İşlediği cinayetler askerde yaşadıklarından kalma bir sıradanlaştırma mı diye düşünüyorum ama yine de kendimi ikna edemiyorum. İlk bölümde Abdullah Efendi’nin “Zanna göre hüküm verme!” deyişi kulağımdan gitmiyorsa da Aziz’in niye seçildiğini anlamama da yetmiyor bir türlü.

Kabul ediyorum Aziz’in derinlerine inemedik henüz. Sadece yaşadıklarına karşılık, verdiği tepkileri gözlemliyoruz. Yaşadıkları da bütünüyle kontrolü dışında gelişiyor. Aziz, bir türlü kendisiyle baş başa kalıp olup biteni kafasında oturtacak fırsatı yakalayamadı çünkü “Şeytan” en fazla onun için çalışıyor. Üstelik kabul etmek lazım ki iyi çalışıyor. Aziz, onun yol açtığı her derdi bir biçimde savuşturuyor ama kendisini öne geçirecek hamleyi de yapamıyor.

Vuslat’ın “Şeytan”ı Kerem… Keskin zekâsıyla, oyunbazlığıyla, kendine özgü sevimliliği ve ikna ediciliğiyle sadece Aziz’in değil, herkesin yoluna ve sınavına müdahale ediyor. Kerem için “insan” yok, oynayıp kullanabildiği kuklalar var. O an planı için hangisi gerekiyorsa onun ipini çekiyor. Aileyle bir sorunu olduğu açık ama bunun “zaaf” olduğuna dair bir işaret de yok. Hakkında olumsuz düşünmediği tek varlık Sultan. Onu dahi “insan” olarak gördüğünü düşünmüyorum. Yarın öbür gün gerekirse Sultan’ı da oyuna sürmekten zerre kaçınmayacaktır. Zaafı olmadığından, duygusu hiç olmadığından onu alt etmek de çok güç. Ancak Feride’nin vurulması gibi hiç hesaba katmadığı tesadüfler onun planlarını etkileyebilir şu an için.

Kerem’in Feride’yi niye işe aldığını başta çok anlamamıştım. Aziz’in ona olan duygularının farkında ama abisinin sevdiği kadına âşık olmak gibi bir klişeye gitmeyeceğinden emindim – ki Kerem hiç duygu taşımadığından âşık olması da mümkün değil – ama sağlayacağı faydayı kestiremiyordum. Bu hafta o düğümün ucu minicik de olsa göründü. Kerem, abisinin zekâsının farkında ve her ne kadar kendisini engelleyemeyeceğine inansa da – büyük planı her neyse – o planın vaktinden evvel bozulmasını istemiyor. Bunun yolu da Aziz’in dikkatini dağıtmak. Çok güçlü ve kontrollü bir adam Aziz. Tam da buraya oynuyor Kerem. Feride’ye ilgisinin sıradan olmadığını fark ettiğinden Feride’yi onun burnunun dibine sokarak büyük bir aşkı alevlendirmek derdinde. Ancak o zaman Aziz’in zayıf düşeceğini ve kontrol kaybedeceğini biliyor çünkü. Elbette bu aşkın mutlu mesut yaşanmasına da izin vermeyecek, ufak ufak oyunlarla ateşi daima harlı tutup Aziz’i alabildiğine bocalatacak. Kabul edelim, plan iyi ve tutma ihtimali de yüzde yüz. Ancak bunun için Feride’nin yaşıyor olması gerekli, elbette. Kerem’in hiç planlamadığı da bu oldu. Davut’un adamlarının hedefi şaşırıp Feride’yi vurmaları, Kerem’i afallattı ama uzun sürmeyecektir ve bu krizi de fırsata çevirmeyi bilecektir, Kerem.

Hikâyenin yolcusuna Aziz adının verilmesi boşuna değil, elbette. Niyet ve gayretle varacağı mertebenin adını taşıyor ama yolu çok uzun ve ondan öte engeli çok fazla. Etrafındaki küçük yılanları bertaraf etse de “Şeytan”ın elinde oyuncak olmaktan nasıl kurtulacak, bilemiyorum.

İlk iki bölüme göre ben, bu hafta diziyi çok daha toparlanmış buldum. Bağlantılar daha güçlenmiş, çekim hataları çok azalmış ve akslar arasında sağlam geçişler yapılmış. Biraz daha ağır bir tempoda aktı, bu hafta bölüm ama yeni bir düzen kurulmakta olduğu için de bunu doğal buldum. Yalnız hâlâ oyuncu rejisiyle ilgili sorunlarım var. Bazı karakterler oturmuyor yerine bir türlü. Karakterin nasıl tasarlandığı; nereye, nasıl vurgu yapılacağı seziliyor ama reji eksikliği mi oyuncunun karaktere yetişemeyişi mi bilemedim, düşünülen çıkmıyor. Yine de Barış Yöş’ü yürekten kutlarım, ilk iki bölümün aksaklıkları hızla giderilmiş. Umarım bazı oyuncuların karakterleri giymesiyle ilgili sıkıntı ve müzikler de tez vakitte toparlanır.

Vuslat, beni ekran başından kaçırmadan aksine merakımı giderek kamçılamayı sürdürüyor. Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü sırtlayan herkesin emeklerine sağlık.

 

Exit mobile version