Yazar: Sinem ÖZCAN
Vuslat’ı geçen hafta Zehra Hanım’ın açıklamalarıyla şaşkına dönen kader ortakları; Aziz, Feride ve Kerem’de bırakmıştık. Salih Baba’nın çarkıfeleği de “tahkikler” eşiğinde duraklayınca gerçeklerin biraz daha görünür hâle geleceği bir bölüm izleyeceğimiz belli oldu. Salih Baba, kâfiri “gerçeği saklayan”, münafığı “gerçeği eğip büken” ve mümini de “gerçeğin üstündeki örtüyü çekip onu görünür kılan” olarak tanımladığında saflar da netliğe kavuştu bir anlamda.
Gerçeği saklayanlar içinde hayatta olan biz, bir tek Tahsin Korkmazer’i biliyoruz ki “kâfir” sıfatı ondan daha iyi kime yakışır bilemiyorum. O, üzerini gerçeği sımsıkı kapamakla da yetinmeyip yeni bir “hakikat” yazmış yıllar boyunca. Ortaklarıyla kurduğu Korkmazer Holding’ten bir şekilde onları dışladığını da yine Zehra Hanım’dan öğrendik. Kaderci ve maddi hırslardan uzak Faik Bey’i uzaklaştırmak kolay olmuştur da Bülent Bey’i nasıl uzakta tuttu ve kendini bunca zaman ondan nasıl korudu, bilemiyorum. Uzun zamandır hapiste olduğunu düşündüğümüz Bülent Bey’in bir biçimde serbest kaldığını biz de Tahsin Bey’le birlikte öğrendik.
Kerem, annesi Alice’i Almanya’dan Türkiye’ye getirmiş ve burada bir hastaneye yerleştirmiş. Annesinin odasına giren yabancıyı görünce şaşırmaması da onun Bülent Bey olduğunu düşündürüyor hâliyle. Büyük ihtimalle Kerem, dedesiyle ortak hareket ediyor ve Tahsin Bey’e karşı şimdilik onunla yan yana bir saf tutuyor. Ancak her zaman tek tabanca olan Kerem’in bu iş birliği de bana şüpheli görünüyor. Dedesini bağışlamış olmasına çok da inanamıyorum.
Aziz’in hafıza oyununu istediği gibi eğip büken Nehir, gerçekle yüzleşti ve Aziz’in Feride ile birlikte olmasının görünürdeki tek engeli de ortadan kalktı ne var ki Abdullah Efendi’nin de malumu ilan ettiği gibi Aziz, yolcu. Onun Feride ile olmaktan çok daha önemli bir hedefi var, kendisi henüz farkında olmasa da. Satrancı urefanın “vuslat”ı Aziz’in Feride’ye kavuşması değil elbette. Aziz’in gerçek yolculuğunun da farkına varması gerek. Salih Baba’nın geçen hafta getirdiği 6. bardağın sahibinin Aziz olacağı aşikârdı. Nitekim ilk defa o da satrancı urefa halkasında yerini aldı. Abdullah Efendi’nin ağzından çıkan “yolcu” sözü de oyunun 6 ile başlaması da dükkândaki bütün saatlerin 6’da durmuş olması da ilgisini çekti çekmesine ama üzerinde düşünmemeyi seçti, bir kez daha. Tahsin Korkmazer ve onun yaptıklarına çok odaklandığından olsa gerek yollanan işaretleri göremiyor Aziz, bir türlü.
Tahsin Korkmazer’i durdurma planı olan sadece Aziz değil elbette. Yalçın da elinden kaçırdığı ilk andan beri onu köşeye sıkıştırma derdinde. Feride’yi öldürmeye teşebbüsü ve Aziz’in verdiği dosyalardan elde ettikleriyle eş zamanlı bir operasyon düzenleyip Tahsin’i bir kez daha emniyete almayı başardı, Yalçın. Ancak söylemezsem dilim şişer. Yalçın, sen vazgeç bu sevdadan annem! Tahsin Korkmazer sana bir değil, birkaç beden büyük. Sen koskaca başkomiser olacaksın ama elinde doğru dürüst kanıt olmadan öyle bir adamı gözaltına alacaksın; hadi becerdin, aldın bir şekilde elinde bir tek sağlam tanık var. Adamın tetikçisini yakalamış ve itiraf ettirmişsin. İyi de faili sorguladığın odaya tek tanığını sokup onunla yüzleştirmek de neyin nesi, Allah aşkına? Savcılık senin böyle soruşturma yürüttüğünü görse orayı başına yıkar. Hadi beceriksizsin anladık da hiç mi kafan çalışmadı? Karşındaki Tahsin Korkmazer, elindeki onun tetikçisi. Tahsin’e karşı, adamın gözünün içine bakarken “O azmettirdi” mi diyecekti? Hadi varsayalım tetikçi de saf ve dedi, o adamı Tahsin’den nasıl korumayı planladın acaba? Ben sana bi’ sır vereyim mi? Sen çapraz sorguyu çok yanlış anlamışsın. Adamları masada çapraz oturtunca olmuyor o iş. İkisi aynı anda ama farklı yerlerde sorgulanacak onların!
Bu arada iki çift lafım da Yağmur Komiser’e var. Faili sorgulayan başkomiserin yani amirinin yanına öyle küt diye dalınmaz, güzel kızım, bu bir! İkincisi adamın önüne sırf öldürülen baban diye amaçsızca bilmem kaç yıllık dava dosyası konmaz. Ne bekliyordun, babanın fotoğrafını gören Tahsin’in “Ahh, çok pişmanım komiserim, bunu da ben öldürdüm!” demesini mi? Varsa kanıtın koyarsın önüne, adamı sıkıştırır ve itiraf alırsın, yoksa failin önünde amirin olan adama “Senle sonra konuşacağız, Yalçın!” laubaliliğiyle artistçe girişler yapmazsın. Diplomayı kimden, nasıl aldın bilemedim ama ast – üst ilişkisi, hitabı ve emre uyma kuralları emniyette ilk birkaç ayda gayet güzel öğretiliyor bildiğim. Haaa çok önemli bir kuraldan daha bihaber olduğunu görüyorum. Devam eden dava ile ilgili, o işin içindekiler hariç, kimseyle konuşulmaz! Yani kahvaltı sofrasına çaya eşlik sohbeti değil bu denli önemli bir dava. Üslupsuzluğun, boşboğazlığın, beceriksizliğin ve manasız duygusallığınla emniyette işim olsa yoluma çıkma diye dua ederim ben, bil istedim!
Şimdi eğri oturup doğru konuşma vakti, dostlar. Yayın sürecinde senarist değişikliği yaşayan ne ilk ne de son iş Vuslat. Nedeni, nasıl, niyesi beni ilgilendirmez, ben hikâyenin gidişatına bakarım. Senarist değişikliği çok ama çok riskli karardır. Kimsenin kolayına aldığını da düşünmüyorum ancak ortada bir gerçek var. Öykü ekrana çıktığı anda, bir anlamda izleyicinindir. Karakterleriyle, kurgusuyla ve diliyle seyreden onu alıp sahiplenir. Bu noktada nöbeti yeni devralan kalemlere çok büyük iş düşer. Hikâyeye yeni bir yol açmak, gidişatını değiştirmek ve farklı mesaj vermek haklarıdır, hiç laf etmem ancak karakterler ve dil konusunda o kadar özgür değiller maalesef. “Benim kafamdaki karakter böyle davranır!” diyemezsiniz çünkü o sizin karakteriniz değil onu almış, benimsemiş onunla empati yapmış izleyicinin kahramanı o. Onunla oynadığınız anda izleyen karaktere de kurguya da yabancılaşır çünkü.
Bizim Salih Baba’mız, Abdullah Efendi’ye çok büyük hürmet eder, ona hizmet eder, onu rahat ettirmeye çalışırdı. Mevlut’u dinledikten sonra kandilleri yakması için “Abdullah Efendi!” diye ona seslenen Salih Baba’yı tanımıyorum ben. Salih Baba, o eda ile Tekin’e, Ahmet’e iş buyurur ama Abdullah Efendi’ye asla… Öte yandan bizim Abdullah Efendi’miz kuru ekmek yer ve su içer. Bunun dışında vücuduna başka gıda sokmaz. Amaç her ne olursa olsun, büyük bir iştahla meyve ısırmaz, yolda bir başka meczupla da yarenlik etmez. Ben bu Abdullah Efendi’yi de tanımıyorum. Tekin, kendine söyleneni harfiyen yapan, sorgulamayan hele hele Alamet’le bunun hasbihâlini asla yapmayan adamdır. Necmi ona bir emir verdiyse “Allah Allah, niye geldik ki biz buraya?” demez. Benim Tekin’im ketum ve sessizdir. Bunlar birkaç örnek ve “Yahu, çok detay bunlar!” dediğinizi de duyar gibi oluyorum ama şeytan ayrıntıda gizlidir.
Senaryonun dilinin de değiştiğini üzülerek söylemek zorundayım. Diyalogların çoğu amaca hizmet etmeyen, işlevsiz ve lüzumsuz uzundu. Hele Altan gibi bir adamın Emine’yle konuşurken 17 yaşında ergen gibi silahı için “makine” demesine fena tutuldum, söylemeden geçmeyeyim. O bir sözcük, koskocaman anlamlı repliği külliyen yok edip benim o sözcükten sonrasını hiç algılayamama sebep oldu. “Keçileri mi kaçırdın?”, “Kafayı mı üşüttünüz?” avamlığından hiç söz etmeyeyim, bile. Tahsin Korkmazer’in evdeki uzun tiradını hele hele çocuklarıyla yüzleşmesini de çok amaçsız buldum. Bülent Bey’in tehdidine karşın kendisini köşeye sıkışmış hissedip çocuklarına saldırdı, anladım da sonucu olmayan bu konuşmayı nereye koyacağımı anlamadım.
Dürüst olayım, ben bu hafta bölümün odağını göremedim. Sanırım yeni kalemler, öyküye yeni bir kanal verecekler ve o kanalı açacak bir geçiş bölümü izledik, diye düşünüyorum ve umarım karakterlerin, dilin çok daha iyi etüt edildiği özellikle aksiyon sahnelerinin çok daha gerçekçi ve ustaca anlatıldığı bölümler izleriz. Bilhassa hikâyenin Emniyet ayağı çok ama çok ağır aksadı bu hafta, tez vakitte düzelir umudu taşımaya çalışıyorum.
Bilenler bilir, Vuslat benim için çok ama çok özel bir iş, her bölümü gözümü bile kırpmadan, tek detayı atlamadan izlemeye çabalarım. Ne yazık ki ilk kez, izlediğim işten pek de keyif alamadım ben. Uzun ve yersiz diyalogların düşürdüğü tempodan ve mahallemin insanı gibi gördüğüm karakterlerin onlara yakışmayan tavırlarından rahatsız oldum. Umarım hatalar giderilir ve Vuslat eski büyüsüne yeniden kavuşur.
Neyse ki öykünün yaşadığı sarsıntı, rejiyi etkilememiş. Emniyetteki sahnede Yalçın ve Yağmur’un hatalarıyla kırt kırt boğulurken kamera vizöründen yapılan o enfes çekim, beni kendime getirdi. Nasıl güzel ve nasıl özel bir görüntüydü o… Tahsin Korkmazer’i kameranın ardından bütün gerçekliği ve çirkinliğiyle görmeyi ve o görüntünün dağılıp yok olmasını çok sevdim. Hele final sahnesinde Feride ile birlikte yürüyen Abdullah Efendi’nin gölgesindeki senkrona da çekime de sahnenin anlamına da vuruldum. Emeklere sağlık…
Vuslat, farklı hikâyesiyle izlemeyi çok sevdiğim bir iş. Umarım öykünün geçirdiği sarsıntı kısa sürede sona erer ve yeniden bu çok özel rejiye layık bir anlatıma kavuşur. Sabırla bekliyorum.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.