Yazar: Sinem ÖZCAN
Bu hafta çarkıfelek, “riya”ya bir uğradıysa da bizi oradan oyalanmadan alıp “kin”de konaklattı. Salih Baba, “Biz sözümüzü söyleyelim. Duyması gerekenler elbet duyacaktır.” deyip başladı anlatmaya ve “İnsanların sevgisini kazanmak için her şeyi yaparken – ki bunun adı riyadır – karşılığını alamazsa insan, kine yeniden düşer.” diye noktaladı, sözünü. Tahsin Korkmazer’in derdi birilerinin sevgisini kazanmak mı tartışılır hem de çok tartışılır ama kinin kapı komşusu öfkenin emrine girdiğinden ve Yalçın’ı yok etme öfkesiyle yola çıktığından yaşadıklarını ve yaşattıklarını gördük.
Tahsin, Perihan, Kerem; Hasibe ve Nehir… Riyaları, öfkeleri ve kinleriyle kavgalar yaratıyorlar durup dinlenmeden ama ne tuhaf ki bazen huzur, bir kavganın içine gizleniyor. Onlara huzur vermiyor, orası kesin ama zarar vermek istediklerine huzur olarak geri dönüyor. Üstelik en büyük acıyı da kavgayı çıkaranlara yaşatıyor. Kızını kaybetmenin korkusuyla ölümün kıyısına giden Tahsin; kızını ve kocasını yitirme tehlikesi yaşayan Perihan, “aydınlığını” kaybetmenin eşiğine gelen Kerem, oğluyla sınanan Hasibe ve elindeki her şeyi yitiren Nehir… Ne kadar farkındalar bilmiyorum ama aslında Allah’ın uyarı sillesini yediler. Bu onlara “Kendinize gelin yoksa helak olacaksınız.” işareti… Peki, ders aldılar mı? Sanmam. Onlar şeytanlarıyla birlikte yaşamak cezasına çoktan çarptırılmışlar. O şeytanlardan kurtulamadıkları sürece giderek şiddeti artan silleler yiyecekleri kesin. Bu hafta tanıştığımız Abdurrahman Efendi’nin “Oldum, deme; olmadın, buldum deme, bulmadın.” hikmeti bölüm boyunca onlar için dönüp durdu zihnimde. Öyle kara bir zindandalar ki şeytanları onlara ne kadar “Sen oldun!” da dese, olmadıkları gibi asıl aradıklarını bulmadıkları da kesin. İçlerinden sadece Kerem, karalığının farkında… Belki de ondan Sultan’a “aydınlığım” diye tutunması…
Epeydir biliyorduk Sultan, Kerem’in tek zaafı ama o zaafın nedenini bu hafta öğrendik. Onu mağarasından çıkarabilen tek ışık, Sultan… Kin, öfke, nefret, kıskançlık gibi bütün koyu duyguları herkesten şiddetli yaşıyor ama ruhunu besleyecek ve hâlâ hayatta olduğunu ona hatırlatacak tek varlık Sultan. Onu kaybetmekle yüz yüze geldiğinde darmadağın oluşu da herkesten çok nefret ettiği abisinin kollarına sığınışı da bu korkudan. Bir yanı öyle yalnız ve öyle korkak ki onun… Bütün zalimliğine, bütün hırsına ve bütün kinine karşın yüreğinin bir yerinde çocuk Kerem’i saklıyor. Anne babasını yitirmiş, bilmediği bir aileye sığıntı olmuş ürkek ve bir başına bir çocuk o. Ameliyathane kapısında gözyaşı dökerken kaybetmekten korktuğu sadece Sultan değildi onun. Onunla birlikte “çocuk” Kerem’i yitirmekten de korkuyordu. Söylemeden geçmeyeyim, Kerem’e binbir tonu muhteşem giydiren Ümit Kantarcılar, bu hafta hastane sahnelerinde beni can evimden vurdu, bir defa daha.
Kerem, kazanın ardında babasının olduğunu herkesten önce çözecek adam. Ne var ki acısı ağır basınca, farkına bile varmadı. Kendine gelince düşer bu işin peşine diyordum ama Fırat’ın evinde Ali ve Madam Aneta ile karşılaşması onu bir kez daha karıştıracak. Özenle kurduğu planlarını ya ertelemesine ya değiştirmesine neden olacak. Ben asıl Madam Aneta’nın Kerem’i gördüğünde vereceği tepkiyi bekliyorum. Sultan’da kızını gören Madam, Kerem’i nasıl ve ne şekilde konumlandıracak karışmış zihninde, merakla beklemedeyim.
Kardeşiyle sınanan sadece Kerem, değildi. Aziz de en az onun kadar büyük bir acının içine düştü ancak o “ruhu şeytanıyla hapsedilenlerden” değil. O, korkusunu yüreğine sığınarak hafifletmeyi bildi. Soluk aldığı ilk fırsatta da kendini Salih Baba’nın yanına atıp huzuru hissetmek istedi. Salih Baba ve Abdullah Efendi onun hem huzur hem merak kaynağı. Merakı ağır gelip de ilk kez sormayı denedi Salih Baba’ya “Nasıl oluyor?” diyerek ama Salih Baba’dan bugüne kadar kim cevabı direkt alabilmiş ki o alsın? “Aslolan bilgiye sahip olmaktır. Her ilmin ve sanatın da bir bilgisi vardır.” deyip Aziz’in zihnine bir çengel daha attı Salih Baba. Sahnenin bence en ilginç yanı kâğıttan ve yazıdan söz eden Salih Baba’nın kâğıtta yazandan söz etmemesiydi. “Hiç” yazıyordu o aharlı kâğıdın üstünde… Mistik anlayışın temelidir bu. Bütün dinlerin tasavvuf öğretilerinde ortak noktadır. İnsanın kendi gerçeğine varma yolculuğu ancak “hiç” olduğunu idrak etmesiyle başlar. Bekledim Salih Baba, kâğıdı Aziz’e verecek mi diye ama vermedi en azından şimdilik vermedi çünkü Aziz, henüz kendi gerçeğini arama yoluna düşmedi yani olmadı da bulmadı da… Yine de Salih Baba’nın dükkânından eli boş çıkmadı. Abdullah Efendi ona kırılan saatin içinden çıkan notu teslim etti. Üstelik “Her şey aşikâr” diyerek ve yanına o dünya güzeli tebessümünü ekleyerek… Haftalardır güldüğünü hiç görmediğimiz Abdullah Efendi bu bölüm hem Abdurrahman Efendi’ye hem de Aziz’e tebessüm etti. Onun peşinden ayrılmadığına bakılırsa Abdurrahman Efendi’de bizlerin görmediği bir şeyi görmekte. Aziz’e tavrı da onunkiyle eşdeğer olunca düz mantıkla ben, demek ki Aziz’de de bizim görmediğimiz bir şeyi görmekte Abdullah Efendi, diyorum. Aziz’in Salih Baba’ya sorduğu “Nasıl oluyor?”un altında yatan “Siz ben, hiçbir şey anlatmadan her şeyi nasıl biliyorsunuz?” sorusuydu aslına ve cevabı da Abdullah Efendi’den geldi: “Her şey ortada ama sen göremiyorsun çünkü görecek bilgin yok.” Üzülme Aziz, ben de senden farklı değilim, kafamdaki kırk tilki yine dolandı birbirine, çıkamıyorum işin içinden.
Aziz, dedesinin saatinden sonra sırrın ikinci halkasını da almış oldu. Adının Bülent olduğunu öğrendiğimiz gizemli adamın bir süredir Tahsin Korkmazer’den ısrarla istediği saatin içindeki kâğıt, artık Aziz’de. Üstelik Bülent Bey, Tahsin Korkmazer’i “Oğlun da dedesi kadar akıllı mı?” diye tehdit ederken bir bağlantı daha sundu bize. Olup biten her neyse Mehmet Şefik Bey’e dayanıyor ve anlaşılan Aziz, Mehmet Şefik Bey’in hem maddi hem manevi mirasçısı. Parçaları birleştirebildiği gün kendi gerçeğiyle karşılaşacak muhtemelen ve o gerçek onu hiçliğin kapısından içeri sokacak. Aşkını itiraf ettiği Feride’nin “Şimdi zamanı değil!” deyişini de ben bu bağlamada anlamlandırdım. Feride onun yolculuğundaki yol arkadaşlarından biri ve onun da gönlü Aziz’de olduğu hâlde kendisine sunulan yüreği almadı avcuna. Görünürde bunun yaşananlarla ve Aziz’in karanlık tarafıyla ilgisi var gibi duruyorsa da aslında Feride “Sana inanmayı seçiyorum.” diyerek yolunu haftalar önce belirlemişti buna rağmen Aziz’e kendi gönlünün kapılarını resmen açamadı. Feride de farkında değil ama o da önce “gerçek” Aziz’i görmek istiyor. Aziz’den etkileniyor, onu seviyor da ama bir o kadar da anlamlandıramıyor. Feride’nin zihnindeki soru işaretleri ancak Aziz kendisini çözdüğünde tümden giderilecek. Bunu sezgisel olarak hissettiğinden olsa gerek Feride, o “zaman”ı beklemeyi seçti. “Anda kalalım” diye ısrarcı olması da çözemediklerini öteleyip sadece ânın huzurunu yakalamak istemesinden.
Büyük resme baktığımızda Bülent Bey’in Tahsin Korkmazer’den istediği üç nesne var: kutular, saat ve dosya. Saat, kırıldı içinden çıkan kâğıt Aziz’de. Dosya Salih Baba’nın kasasında. Kutulardan bir tanesi de mektupla birlikte Altan’da. Bu da yeni bir Bermuda Şeytan Üçgeni oluşturuyor. Demek ki Aziz, bütün gerçeğe ancak Salih Baba ve Altan sayesinde ulaşabilecek. İşin ilginci Altan’ın ona verilenleri hiç merak etmemesi oldu. Kutuyu açmadı, mektuba da göz atıp bıraktı. Bu da bana onların asıl sahibinin Altan olmadığını düşündürüyor. Onlar Altan eliyle bir biçimde Aziz’e ulaşacak sanırım. O zaman “Abdullah Efendi niye doğrudan Aziz’e vermedi bunları?” diye düşünüyorum ama yani karşımızdaki de Abdullah Efendi… Onun yaptıklarını akılla anlamaya da imkân var mı? Elbet bir hikmeti vardır deyip bu defa zanna göre hüküm vermiyorum, aldım dersimi ben.
Bu bölüm dikkatimi çeken bir başka detay da Gülten’in sadece Tahsin Bey’le değil Perihan Hanım’la da “senli benli” olmasıydı. Ona “kardeşim” diye hitap etse de düpedüz bir “silkeleme” konuşması yaptı ve tavrı da tarzı da hizmetli – hanımefendi ilişkisinin tamamen dışındaydı. Daha da ilginci Perihan’ın bu tavrı kabullenişi oldu. Anlık bir cesaretle “Sen benimle nasıl konuşuyorsun?” dese de onun egosu Gülten’i hiç etkilemedi ve Perihan’ı sindirmeyi başardı. Bu ilişki tıpkı Tahsin Bey’le olduğu gibi son derece gizemli. Gülten o evin görünürde hizmetlisi… Çocuklar gerçeği bilmiyorlar belli ama hem Perihan’ın hem Tahsin’in Gülten’den çekindikleri aşikâr. Onun gücünün kaynağının sadece sırlarını bilmek olduğunu da düşünmüyorum ben. Aradaki teklifsiz ilişkiye bakınca geçmişlerinin ortak olduğu ve dahası bir zamanlar aynı konumda oldukları fikri bana daha yakın geliyor. Gülten’in “Her şeyi yeniden yaşıyoruz.” diye paniklemesi de bence o ortak geçmişe gönderme yapıyor. Korkmazer ailesinin mazisi, pek çok noktada ve bir sürü insanla bağlantılı olarak sırlar barındırıyor. Bunlar birer birer açığa çıktıkça da ben Aziz’in özgürleşeceğine inanıyorum.
Gizem bulutlarının altındaki Aziz, şimdi de hayatını kurtardığı Şükrü’nün mafyacılık oyununda figüran oldu. Bunca dert arasında bi’ de Şükrü Bey’in intikam ve güç savaşıyla uğraşacağız, anlaşıldı. Aziz Korkmazer’i üç araba dolusu maskeli adamla kaçırmaya kalkışıp “Âlemin kralı benim!” havası atsa da Şükrü, birkaç fırın ekmek ye, öyle gel annem sen! diyeceğim, izninizle. Hatta bence git kumda su tabancasıyla filan oyna, bi’ karıştırma ortalığı. Neyse ki Aziz’i, Feride bonusuyla birlikte almak zorunda kaldı da Feride & Aziz yakınlaşmasında çorbada tuzu bulunacak.
Bu arada söylemezsem dilim şişer: İki arada bir derede Nehir cadısını yine Tekin’in önüne bir çıkarıp benim yüreğimi ağzıma getirdiler. Uzak tutun şunu Tekin’imden kurban olayım. Mümkünse benden de… Kollarını kavuşturup derin derin uzaklara bakarak Aziz hayali kurmayı sürdürsün o, bi’ zahmet. Valla yalan yok, bu Nehir evlat olsa sevilmez, o kadar diyeyim.
Vuslat’ın öyküsüne de senaryosuna da ilk bölümden vurulmuştum ama bilenler bilir, başta rejiyle ilgili ciddi sıkıntılarım vardı. Barış Yöş, rejiyi devraldıktan sonra koltuğumda geriye yaslanıp keyifle izler oldum ama bu bölüm rejiye bir parantez açmazsam büyük haksızlık olur. Geçen bölümün finalinde Feride ve Aziz’in sahildeki sahnesinde bayılmıştım görüntülere bu bölüm hayranlığım katlanarak arttı. Bölüm boyunca flycam sahnelerin hepsi çok özenli ve gerçekten çok başarılıydı. Bunun dışında Abdullah Efendi’nin mezarlık sahnesinde iki ağacın arasından yapılan çekime vuruldum. Feride ve Aziz’in sahildeki mutluluğundan kaza mahalline geçişte kullanılan o çatlamış araba camı görüntüsü, enfes bir metafor yarattı. Belli ki Barış Yöş ve Taylan Sancaktar çok titizce, büyük emek sarf ederek ve çok özenerek çekiyor ve monte ediyorlar sahneleri. Bu özen için kendi adıma yürekten teşekkürler.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.