Yazar: Sinem ÖZCAN
Muhyiddin İbn – i Arabî’nin “Satranc- ı Urefa” adlı tasavvufî oyunundan ilham alarak kurgulanmış bir öykü, Vuslat. Klasik tasavvuf öğretisindeki “Vahdet – i Vücut” (Varlığın Birliği) fikri, sistematize edilmeye gayret edilmiş.
“Satranc- ı Urefa” oyunu tasavvufî manada yolu ve yoldaki hâlleri gösteriyor. Oyun, ilk basamak olan zillet (alçaklık) ile başlıyor ve 101 aşamadan sonra, son basamak visal (kavuşmak) yani “Hakk’a Kavuşma” ile bitiyor. Bütün oyunun amacı da bu. “Yolcu”nun büyük bir aşkla eriyip yaratıcısına kavuşması. Oyun sırasında her adımda yeni bir “kavram” öğreniyor, öğrenmekle kalmayıp yorumlaması ve öğretmesi gerek. Oyunda birtakım yılanlar var ki bunlar kötü huyları sembolize ediyor ve yolcuyu aşağı kademelere düşürüyor. Yılanlı bölge geçildikten sonra da oklar var, bunlar da iyi huyları temsil ediyor ve yolcunun üst basamaklara kolayca çıkmasını sağlıyor. Fakat “gurur”, bu tabloda, her tehlike bittikten ve en üst basamağa varmak üzereyken ortaya çıkan son ve büyük yılan ki başı olgunluğun (kemal) yanında, kuyruğu da zevalin (yok olma) dibinde. Bu yılanın başına basan, en üstten en alta düşüyor ve mecazen mahvoluyor. Yolcu, eğer bütün adımları başarıyla geçerse büyük aşkına kavuşabilir. Bunun için de yolda yanıp kül olmayı öğrenmesi gerekiyor.
Öykü, bu metafizik boyutun üstüne kurgulanmış ve soyut kavramlar, gündelik hayattaki somut durumlarla eşleştirilmiş. Öykünün ana amacı olan “ilahî aşk”a ulaşma adına da belli ki “yolcu”yu ya da yolcuları yakıp kül edecek beşerî aşklar düşünülmüş. “Satranc – ı Urefa” çarkıfelekte 6 gelince başlıyor. Altı sayısı, tüm kötülüklerin ve kötü huyların terki anlamını taşıyor ve yolcunun ilk altı basamaktaki kötü huyları terk etmiş olduğu kabul ediliyor.
Vuslat’ın “yolcu”su, Aziz. Gördüğü bir rüya ile her günkünden farklı bir sabaha uyandı ve saatinin 6’da durduğunu fark etti. Yani o, henüz farkında olmasa da onun için oyun yani “yol” başladı. Bu da demektir ki ilk beş basamaktaki kötülükleri terk etmiş kabul edilen bir adam, o. Kirli işler de yapan bir babanın legal işlerini yürüten oğlu Aziz. Başarılı bir iş adamı ve bunun getirdiği güce de sahip. Bu güç, onda belirgin bir kibir yaratmış ki “Satranc – ı Urefa” ya göre en tehlikeli kusur da bu. Gururunun, tepeye varmak üzereyken onu alaşağı edeceğini en baştan öngörmek de mümkün.
Hiç farkında olmadan Aziz’in yoluna dahil olan Feride ise Aziz’e göre çok farklı bir aileden geliyor. Ailenin geçmişinde anne ve babası arasında şu an bizce de meçhul bir “sır” var. Parada pulda gözü olmayan, kendi hâlinde bir adam olan Faik Bey’in karşısında para ve güç hırsıyla yanan bir kadın var: Hasibe. Feride anne ve babası arasında sıkışmış, babasına yakın bir evlat portresi çiziyor. Kardeşleri Fırat ve Ceylan ise annelerine benzeyen iki genç. Ailenin denge unsuru Feride, istemeden hem Fırat’ın hem de Aziz’in yoluna çıkıyor.
Mahallede karşılaştığımız; Salih, Abdullah ve Necmi öykünün metafizik boyutunu somutlayacaklar gibi görünüyor. Vuslat’ın oldukça kalabalık bir kadrosu var. İlk bölümde karakterlerin hepsiyle bir biçimde karşılaştık. Hikâyenin odağına Aziz ve Feride dışında hangileri yer alacak, ikinci halkayı kimler oluşturacak henüz netleşmedi. Şu an karakterlerin hepsi akıntıya kapılmış yaprak gibi yüzüyor.
İlk bakışta düzgün, dürüst ve güçlü bir iş adamı profili çizen Aziz, bir anlık arbedeyle üç kişinin soğukkanlı katiline dönüşüverdi. Kavgada kazayla üç kişiyi öldüren bir adama göre son derece sakin, kayıtsız hatta umursamaz bir tablo çizmesi bana “Onun da karanlık bir tarafı var!” duygusu verdi. Kardeşi Kerem gibi kötülüğü açık açık dışavurmasa da “profesyonel” adam konuşturma yöntemlerini bilen ve uygulatan bir adam görüntüsü, bana onun da elinin daha önce defalarca kirlenmiş olduğunu düşündürdü. Aziz, oyuna altıncı kademeden başlayan yolcuyu temsil ettiğine göre işlediği cinayetler onun yılanlarından biri mi olacak yoksa Abdullah’ın sıklıkla tekrar ettiği gibi “Zanna göre hüküm verme!” deyip beklemek mi gerekecek, bilemedim. Kardeşiyle ilişkisini anlamam da pek mümkün olmadı ama görünen o ki bir bağ var aralarında. Bu, bir koruma güdüsü mü yoksa içinde “sevgi” barındırıyor mu şu an için onu da söylemek mümkün değil. Aslına bakarsanız Korkmazer ailesindeki dengelerin hiçbirini şu an için çözümlemek olası değil.
Hikâyenin özellikle metafizik boyutu çok ilgimi çektiği için merakla izledim, bölümü. Ancak o denli karmaşık ve o denli zayıf bağlantılarla sunuldu ki öykü, kavramak için çok zorlandım ve pek başarılı olduğumu da düşünmüyorum. İlk bir saatlik en kritik sürecin çok hor kullanılması ve bir türlü ana konuya girilememesi bu kafa karışıklığımın en büyük nedenlerinden biri oldu. Slow motionun çok yersiz, çok fazla ve çok özensiz kullanımı izlerken beni epey rahatsız etti. Açıkçası yönetmenin kurduğu dünyaya girmekte de çok zorlandım.
İlk bölümde bütün karakterleri tanıtma iddiasına girilmeseymiş, keşke. Sultan’ın annesiyle didişmesi, Korkmazer ailesindeki ilişkiler ya da mahalleli detayları zamana yayılsaymış, bu kafa karışıklığı ortadan kalkacakmış. Evin çalışanlarının aile ilişkileri, kızlarının sınıf atlama merakı ya da Madam Aneta’nın öyküsünü ilk bölümden öğrenmemek izleyiciye bir şey kaybettirmezdi. “Her şeyi serelim ortaya da bunu da göstermediniz” demesinler aceleciliği zaten kapalı olan hikâyeyi iyice zorlaştırmış. Umarım ilerleyen bölümlerde herkesi yerli yerine ve dozunda oturtmayı başarabilirler.
Detaylardaki özensizlik de beni rahatsız etti. Aziz’in Feride’yi cinayet mahallinde fark edip de elini kolunu sallayarak gitmesine izin vermesi, elindeki telefonu “sözüm ona” kırıp yerde bırakması, “sözde” profesyonel adamların Maymuncuk Fırat’ı çetenin elebaşı ilan etmeleri hele hele yakaladıkları adamın sorgulanması, kimse kusura bakmasın, ama çok amatör işi olmuş. Oyuncu rejisinde de pek özenli davranılmadığını düşünüyorum, maalesef. Oldukça iddialı bir öyküsü var Vuslat’ın, bu iddiayı hikâyeye bırakmak ve daha minimalize oyunculuklar tercih etmek gerekirdi diye düşünüyorum. Odağa hikâyeyi koymak ve gerek karakterlerde gerekse rejide abartılı oyunlara gitmemek ilk bölümü çok daha şık yapacaktı. Bu arada söylemezsem dilim şişer, müzikleri de hikâyenin ruhuna hiç uygun bulmadım.
Castta gözümü rahatsız eden ve henüz karaktere oturmamış oyuncular var, maalesef. İlerleyen bölümlerde toparlanır, umudumu kaybetmek istemiyorum ama eğer toparlanmazsa karakterlerin bazılarına inanmam çok zor. Fırat’ta Baran Bölükbaşı’yı çok beğendim. Genç jenerasyonda çok başarılı bulduğum ve gelişimini merakla takip ettiğim isimlerden biri Baran Bölükbaşı. Bu tarz rollerin altından iyi kalkıyor. Bu defa da beni yanıltmadı ve dizinin en inandığım karakterlerinden biri oldu, Fırat. Dilerim etkisi ilerleyen bölümlerde daha da artar. Erdem Akakçe “meczup” Abdullah’a çok yakışmış. Zor bir rolü iyi sırtlamış görünüyor. Serra Pirinç ve Barış Kışlak’ı da oldukça başarılı buldum.
Vuslat, benim için ilginç bir konuya sahip. Özellikle metafizik boyutu, beni kendine çekti. Ancak bunu günlük hayata iyi bağlayacaklarından emin olamadım. Bilhassa kurulan dünyanın dağınıklığı ve özensizliği kafamda soru işaretleri oluşturuyor. Öykünün mistik ve reel pek çok sır barındırdığı izlenimi uyandırıldı. Bunların yavaş yavaş açılmasıyla öykü ilerleyecek. Bu noktada aceleci olunmamasını sevdim ancak doğru açılmasını ummak istiyorum. İzleyiciyi düşündürmek istedikleri belli, buna hiç itirazım yok hatta memnun da olurum ancak düşündürmekle, yormak arasındaki ayrımın çok dikkatli yapılması gerekiyor.
Kendi adıma ben ikinci bölümü merak ettim. Özellikle metafizik boyut, öyküye nasıl konumlandırılacak onu görmek için bir süre dizinin takipçisi olurum ancak dağınıklık ve detaylardaki özensizlik beni düşündürüyor.
Vuslat’ın ekran ömrü uzun ve şansı bol olsun. Emeklere sağlık.