Yazar: Sinem ÖZCAN
Geçen hafta sitedeki bir sorun nedeniyle yazamamıştım, düşündüklerimi. Bu hafta “Bismillah” deyip oturdum klavye başına ama yine de sitenin insafına kalmış durumdayım. Bölüm henüz hafızamda tazeyken düşüncelerim beni terk etmemişken yazıp bir şansımı deneyeceğim bakalım.
Ver Elini Aşk her ne kadar komedi janrında bir dizi de olsa ben baştan beri olaya “Ayperi’nin dramı” gözüyle bakıyorum, inatla. Niye derseniz? Hayatın boyunca dümdüz, açık, yalansız yaşa. Sonra hayat seni alsın her biri ayrı renge boyanmış fırıldakların içine savursun. Bundan büyük dram mı olur, Allah aşkına…
Etrafındaki fırıldaklara tek tek geleceğim de önce Ayperi’de bir duraklamak istiyorum. Baştan beri dizideki favori karakterlerimden biri o ama bu bölüm bir daha çarptı beni. O kadar sahici ki Ayperi, o kadar hayatın içinden ki… “Karakter” olduğunu unutuveriyorsunuz. Her tepkisiyle, her sözüyle; öfkesiyle, yaşama sevinciyle o tam bir komşu kızı… Bu hafta Kaan ona “Dedenlere kızdın anlıyorum ama beni niye bırakıp gittin, benden niye kaçtın?” dediğinde benim aklımdan geçen soruyu soruyordu, aslında. Geçen haftanın finalinde ben de içimden aynı tepkiyi vermiştim. Cevabı da bulamamış ve köylü kızının hep yapmak istediğini yapıp köyüne dönmek için bunu bahane ettiğine inanmıştım.
Ayperi’nin “Utandım, senin yüzüne nasıl bakardım?” repliğini duyunca kalakaldım. Evet ya, tam da buydu işte. Ayperi; hayat korkağı, mücadeleden kaçan bir kadın değil ki… Tam aksine sonuna kadar direnen tiplerden o. Öyle bir kadın, sorunla karşılaşınca kaçmaz, üstüne gider. Kaçtıysa bambaşka bir duygu vardır ve evet o duygu “utanç” tır. Aklıma bile gelmemişti, önce kınadım bir kendimi. Sonra da mazur gördüm çünkü o kadar unutulmuş bir duygu ki utanç aklıma gelmemesi normal, yani.
Hele hele ailesinden birinin yaptığından utanma, onun hatası yüzünden kendini mahcup hissetme bugün ne yazık ki biz kentli insanın neredeyse tamamen yitirdiği bir duygu. Biz, “Her koyun kendi bacağından asılır.” düşüncesiyle yaşarken Ayperi “Dedem koruk yedi benim dişim kamaştı.” diyenlerden… O, kendi yalıtılmış dünyasında hâlâ insani değerlerini yaşayan ve onlara sımsıkı bağlı bir kadın. Su’ya sevgisi de Bahtiyar’a duyduğu merhamet de ablasını bulmak için çok sevdiği köyünden kopup gelişi de hep o tertemiz yüreğinin büyüklüğünden.
Kaan gibi beyaz yakalı bir kentlinin tamamen silip attığı, unuttuğu ne varsa Ayperi hepsini dolu dolu yaşıyor. İşte, o yüzden Kaan’ın bütün “No Antep yes dünya” havasına karşın Ayperi’ye âşık olması hiç şaşırtmadı beni. Onu tanıyana kadar kendi dünyasında eksikliğini hissetmediği bütün her şeyi en yalın hâliyle Ayperi’de gördü, Kaan. Sahte dünyasının içine birdenbire dolan o fresh havayı reddetmesi ve ondan uzak kalması mümkün değildi. Ayperi “Utandım” dediğinde Kaan da en az benim kadar şaşırdı. Yaşadığı her şaşkınlık da onu Ayperi’nin çekimine biraz daha itiyor.
Âşk oyunu oynadıklarında da rol yapmıyordu Kaan. Tam aksine içinde ne var ne yoksa oyunu bahane edip bağıra bağıra söylüyordu. Aypericik bunun farkında olmasa da Kaan, oynamıyor, duygularını hesapsızca dökmenin tadını çıkarıyordu.
Kaan, renkli bir adam; üstelik Ayperi’nin hiç göz ardı edemeyeceği çok olumlu bir yanı var: Harika bir baba… Bu kadar iyi baba olan bir adamın kötü insan olmayacağını en iyi Ayperi bilir çünkü babasının fotoğrafını bile görmeye dayanamayan bir kız evlat o. Kaan’a çok kızsa da yüreğine söz geçiremez ve giderek Kaan’a kapılır ki bu bölüm kendince dile de getirdi: “Alışmaktan korkuyorum” cümlesi Ayperi gibi bir kadın için çok önemli.
Aileyi her şeyin üstünde tutan Ayperi, aslında bir şekilde onlar tarafından terk edilmiş. Anne ölerek terk etmiş babanın ne yaptığı şimdilik meçhul ama belli ki onu hayal kırıklığına uğratmış. Abla desen – bana sorarsanız – düşman başına. Evlenmeme yemini de büyük ihtimalle terk edilme korkusundan. İşte tam da o yüzden Kaan ve Su ile kuracağı bir hayata alışmaktan korkar. Gel gör ki o bütün yüreğiyle ve dibine kadar sevenlerden… Öyle olunca da korksa da uzak durmaya çalışsa da ne Su’ya ne Kaan’a karşı koyabilir.
Kaan, fırıldaklık genlerini annesinden ve dedesinden almış, belli ama Emin Ağa’da Kaan’da olmayan bir şey var: güç. O karşı konmaya, kararlarının sorgulanmasına ve itiraza alışkın değil. Kim olursa olsun onun öncelikleriyle ve onun hayatını yaşamak zorunda. Bu yüzden de yaptıklarını şu ana dek hiç sorgulamadı Emin Ağa. Sadece uyguladı. Belki de ilk defa bu kadar sert bir kayaya çarptı. Çok da iyi oldu, şimdi bir durur düşünür elbet.
Mine’ye gelince bu bölüme kadar biz onu hep başarısız planlar içinde gördük ama açıkçası Su’yun annesini bulma planı beni bir ürküttü. Ne yapar eder o cadı, bulur getirir Made in USA gelini. Asıl cümbüş de ondan sonra başlar gibi geliyor bana.
Ailenin en küçük fırıldağı Lalin’e gelince en zararsızları o, hiç tartışmasız. Her ne kadar Oğuz’a zararı varmış gibi görünse de Oğuz’un da azıcık yontulması için bir Lalin zımparası şart. Kendi dünyasında, kendi dertleriyle, kendi başına ve hep gülerek baş etmeye çalışan bir kız o. Hayatın ciddi yüzünü pozitifliğiyle eğlenceye çevirmeyi biliyor. Siyah – beyaz yaşayan Oğuz’un dünyasını da gökkuşağına çeviriyor. Ben en çok onların aşkının başlamasını merakla bekliyorum. Lalin, ağır akıllı olmayacak o kesin de bizim ağır vasıta Oğuz nasıl yüklerini atacak işte onu bilemiyorum. Geceyle gündüz kadar farklı iki kimlikten enfes bir şafak vakti doğacak gibime geliyor.
Yazıya en sevdiklerimden biriyle başladım yine en sevdiklerimden biriyle bitireyim: Mesut… Benim bahtsız, benim kadersiz, benim gariban Mesut’um senin de talihine düşe düşe Kiraz düştü. Öyle hak verdim ki bu bölüm söylediğine: “O, kayıp ilanıyken ben daha iyiydim.” cümlesine… Keşke hep kayıp kalaydı, hatta uzak diyarlara gitmiş olaydı, hatta gezegeni terk edeydi de yollarınız kesişmeyeydi.
Ah, benim sevgili senaristçiklerim en gıcık olunası karakter Mine ben onu bile seviyorum, siz yazdınız diye ama gel gör ki bu Kiraz…. Olmaz, olamazzzzz…. Bakın rüşvetse rüşvet; bedelse bedel, ha diyorsanız ki gel kölemiz ol, gelirim sabahtan akşama çayınızı kahvenizi taşırım, buruşturup attığınız kağıtları toplarım ne isterseniz yaparım gıkım çıkmaz alın şu Kiraz’ı benim Mesut’umun karşısından gözünüzü seveyim.
Ben sizin kaleminizi biliyorsam o kızın (nasıl ötekileştiriyorum bakın, farkına varın!) yaptıklarına bir geçerli kılıf bulursunuz, biliyorum. “Aaaa, haklıymış kız!” dedirtirsiniz onu da biliyorum ne var ki o kadar itici, o kadar sinir bozucu ve o kadar rahatsız edici ki siz ona iki melek kanadı taksanız, eline sihirli değnek verip dünya barışını ona sağlatsanız gözümde zerre yeri yok. Bak, anlaşalım sizle: Kiraz o parayı yolda filan bulsun gitsin sevgili babasını kurtarsın sonra babacığıyla yepyeni bir hayat kurmaya Antartika’ya filan gitsin. Onu bi’ yollayın sonra oturur Mesut’a kız bakarız ama gözünüzü seveyim Mesut’umu ziyan zebil etmeyin!
Duygu sömürümü de yaptığıma göre önümüzdeki haftaya bakacağız artık. Kaan ve Ayperi, alıp başlarını gittiler gitmesine de dede engeli kalktığına göre daha büyüğü gelmeli. Belki bir bölüm soluk alırız bilemem ama ben kulağım tetikte Su’yun gerçek annesini beklemedeyim. Ondan da ötesi Ayperi’nin o gelince yaratacağı krizi keyifle bekliyorum. (Yolunur o kadın, benden söylemesi)
Başta sevgili senaristçiklerim olmak üzere emeği geçen herkesin emeklerine, yüreklerine sağlık. Önümüzdeki haftayı hevesle bekliyorum.