“Hayatta her şey olabilirsin fakat mühim olan hayatın içinde ‘insan’ olabilmektir.” Bu bildiğiniz gibi Şems’in sözüdür. Üzerine günlerce düşünebilir, haftalarca konuşabilirim. Bu söz Öğretmen dizisinin afişlerinin altında oldukça küçük puntolarla yazıyordu. İlk bölümden bu yana ben de düşündüm. Afişte yazıyor ancak bir kez bile dizide söylenmedi, gözümüzün önündeydi ama çok da dikkat çekmiyordu. Halbuki dizi tamamen bu sözün üzerine inşa edildi. Haftalarca Akif Öğretmen’in amacının ne olduğunu düşünürken verilmek istenen ders, tam da karşımızdaydı. Dikkat etmedik çünkü önümüzde şaşaalı bölümler, patlayan bombalar, sırlar, oyunlar vardı. Dikkatimiz başka bir yöne kaymıştı. Gerçek en saf hâliyle orada duruyordu ama çok sade olduğundan biz göremiyorduk. Görmek ve bakmak arasında çok ince bir fark vardır. Bizler de o afişe baktık ama göremedik.
İşte, Akif Hoca da tam olarak bunu yaptı. Öğrencilerinin gözlerinin önünde olanları fark etmelerini, görebilmelerini sağladı. Onlara iyi bir insan olabileceklerini, bunun çok da zor olmadığını gösterdi. Bunu yaparken de gözlerinin önündeki gerçeği bulmanın da çok zor olmadığını anlattı. Bunun en bariz örneğini de İsmail’den anlayabiliriz.
İsmail, içinde büyüttüğü minnettarlık duygusuyla Taner’e gönüllü olarak yardım etti. Akif’se ona hiç kızmadı. İsmail yalnız, tek başına mücadele eden, hayatta kalan tek yakınının yükünü sırtına almış ve ona uzanan ilk yardım elini de iyi bir şey zanneden bir çocuk sadece. Taner onu bir şekilde o terk edilmişlik hissinden uzaklaştırdığı için de doğru ve yanlışı birbirinden ayıramadı. Akif’’in burada verdiği çok önemli bir ders vardı: İnsanlar hata yaptıklarında, yanlış yola girdiklerinde onlara sırtınızı dönmeyin demek istedi. “Zaten yalnız olan arkadaşınızı yalnızlığa mı iteceksiniz yoksa aranıza mı alacaksınız?” dediğinde amacı belliydi. İsmail büyük bir hata yapmıştı ancak sebepleri kendince geçerliydi. Dibi ve zorluğu gören, biraz rahatı bulduğunda onu kaybetmek istemez. Gencecik omuzlarına yüklenen bu ağır yükün altında ezilen bir çocuğu kurtarmanın en kolay yolu, ona yeni bir aile verebilmektir aslında.
İsmail belki kendisine yardım elini uzatan Taner Hoca’ya arkasını döndü ama büyük ve kocaman bir aile kazandı. O şimdi işinde gücünde, kimseye boyun eğmeyen bir devlet memuru. Arkadaşları da onu asla bırakmamışlar. Hatta geçmişte yaptığını espriyle yüzüne vururken omzunu sımsıkı tutan arkadaşları; artık ailesi oluvermişler. İsmail’in gözlerindeki mutluluk ve huzura bakınca da bunu anlamak mümkün. Akif Hoca onun hayatına olabilecek en güzel şekilde dokundu ve o da artık kötülere boyun eğmeyen kurtarılmış bir çocuk öyle değil mi?
Akif, planını devreye soktuğundan bu yana tüm öğrencilerine bir ders verdi aslında: Ateş’e zayıf olmamayı, mücadeleyi; Mevsim’e bencilce hareket etmemeyi; Çetin’e ayakta kalmayı; Nil’e doğruları söylemeyi öğretti. Onlara birlikte hareket etmeyi öğretirken en başından beri ona inanan Gizem’e pek bir şey kazandırmadı, aslında. Herkes bir şekilde rahatlarken Gizem olduğu yerde kalakaldı. İçinde büyüttüğü suçluluk duygusuyla yaşarken tek başına Akif’in bile isteye yürüdüğü o korkunç sondan kurtarmak istiyordu, tıpkı bir zamanlar Rüya’yı kurtarmak istediği gibi. Gizem’in anlaması gereken tek bir şey var aslında: Hiç kimse tek başına mücadele edemez. Belki bir yere kadar evet ama bir noktadan sonra omuzları kaldırmaz yaşadıklarını. Akif de arkadaşının ölümünden kendini sorumlu tutan öğrencisine, aslında yalnız başına bunca kötülüğü durduramayacağını, ancak birlikte hareket edebildiği zaman bir şeyleri başarabileceğini gösterdi o çatı katında. Oraya ölmek için değil, sonunda birlikte hareket etmeyi öğrenen Gizem’e “Başardım!” dedirtebilmek için çıktı.
Akif Hoca öğrencilerine adım adım hayat derslerini verirken geride bir tek Taner Hoca gerçeği kalmıştı. Onu ve arkasındakileri ortaya çıkarıp rahatça ölecekti ancak biz o perde arkasındakileri asla göremedik. Gerek var mı, peki? Aslında hepimiz bilmiyor muyuz kim olduklarını? Her gün çeşitli basın – yayın veya sosyal medya organlarında görmüyor muyuz? Falanca suç örgütü lideri tahliye edildi, şu çete reisi serbest bırakıldı, bu teröriste af geldi vs… Aslında biliyoruz o büyük patronların kimler olduğunu. Hepimiz biliyoruz, bu düzenin nasıl böyle rahat döndürüldüğünü. Taner Hoca sadece maşalardan biri. Ülkemizde yüz binlerce Taner hoca ve bir o kadar da Rüya, Kübra. Şık, temiz kıyafetlerinin altında pisliğin her türlüsünü barındıran cellatların eline düşmüş yüzlerce masum çocuk. Her şeyi biliyoruz aslında ama bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz. Mesleğimizi, özgürlüğümüzü, canımızı kaybetmekten korkuyoruz. Ürktükçe çember daralıyor, her gün birileri boğazımıza bir ilmek geçirip hadi as kendini diyor. Akif, aslında gücün bizim elimizde olduğunu göstermek istedi. Ahlaklı her insanın yapması gerekenleri sadece hatırlattı, gerisini de izleyenlerin vicdanına bıraktı, işte o kadar.
Siz kim olmak istiyorsunuz? Taner gibi, Muharrem Müdür gibi sistemin bir parçası olmak mı yoksa Metin Müdür, Yılmaz Komiser ya da Akif gibi sisteme karşı çıkanlardan mı? Seçim sizin.
Akif bu yola çıkarken dışarıdan plana dahil ettiği tek kişiydi Yılmaz Komiser. Aklımın bir köşesinde de hep bir soru işareti vardı. Neden o, neden onu seçti diye. O soru, bu hafta cevabını buldu. Zamanında Zeynep’in, Taner’in peşine düşmesini sağlayan öğrencileri Kübra sayesinde, yolları kesişmiş aslında bu insanlarla Yılmaz’ın. Kübra’yı uyuşturucu çetesine kimlerin bulaştırdığını çözmeye çalışırken diğerlerinden farklı olduğunu, korkusuz olduğunu ve gerektiğinde mesleği pahasına sisteme kafa tutabileceğinin sinyalini verdiği için seçilmiş. Bir yanda son emniyet müdürü gibi olan polisler varken Yılmaz ve Metin Müdür olması gerekeni gözler önüne serdi, umarım birilerine örnek olabilmişlerdir.
Akif Erdem’in Küçükkapı Lisesi’nde verdiği son ders böyleydi işte. Öğrencilerine ayakta durabilmeyi, düşünebilmeyi; pisliğe, kire bulaşmadan hayallerine koşabilmeyi ve en önemlisi onlara mücadele etmeyi, birlik ve beraberliği öğretti. “Öğretmenlik bir sonsuzluktur!” dedi ve tüm talebelerinin aradan geçen yıllara rağmen, kalplerindeki yeri asla sarsılmadı. İyi bir insan, iyi bir eğitimci olarak hem de. Ardından kahraman denilmesini asla istemiyordu, o bir öğretmendi ve öyle anılmalıydı. Çocukları da onu öyle hatırladılar. İlk başta koktukları gibi değil, en sonunda minnetle sarıldıkları, alkışlarla ölüme uğurladıkları öğretmenlerini asla unutmadılar.
İşte böyleeeeee. Geçtiğimiz haftalarda asıl fikirlerimi son yazıya saklıyorum demiştim. Yazımı bitirmeden önce birkaç şey söylemek istiyorum. Geçtiğimiz dokuz bölüme bakacak olursak neler neler öğrenmedik ki? Bir insanın tokat bile yemeden nasıl maktul olduğunu öğrendik mesela. Rüya Örnek, dört dörtlük bir maktuldü. Ona kimse fiske bile vurmamıştı ama çok daha güçlü bir silahla öldürdük onu: Kelimeler. Aslında konuşurken düşünmek gerektiğini, bizim için basit ve sıradan bir cümlenin bir başkasının ruhunda açacağı yaraları bilemiyor insan. Taner Hoca, Rüya’nın ölümüne giden yolları açmış olabilir ama diğerleri de o taşları bir bir döşediler. Sanırım verilen en büyük ders de buydu benim adıma. Sosyal medya denen, çağımızın en güçlü silahının doğru ve yanlış kullanımına değindiler; insanların içine düştüğü linç kültürüne, nasıl da adapte olup bilinçsizce başkalarının hayatını kararttıklarını gözler önüne serdiler. Akif Hoca’mız adım adım anlattı tüm bu hakikatleri bizlere.
Yetmedi; düşünmenin değerini, her görünenin asla hakikat olmadığını, bazen o gerçeklerin burnumuzun dibinde olduğunu ancak bizlerin onu asla göremediğini; direnmeyi, birlik olmayı öğretti. İlk bölümden son bölüme “Bizi düşünmek kurtaracak!” dedi. İnsan düşünebildiği, doğru olanı yapma kabiliyetini bulduğu zaman, bu dünyanın güzel bir yer olabileceğini ama her şeye inat yaşamanın, iyiliğin çok güzel olduğunu anlattı. Akif Hoca sadece öğrencilerine değil, koca bir dünyaya haykırdı bu gerçekleri. Sevdiği kadına da, kendini uğrunda feda ettiği öğrencilerine de takım elbiseli makam sahiplerine de anlattı bir şeyleri. Sadece o çocukların hayatından değil, ailelerinin ve gelecek başka 12-A’ların başından da çekti koca bir pislik yumağını. Öğretmenliğin aslında insanın yolunu aydınlatan bir fener gibi olduğunu hatırlattı bizlere, yeniden. Yani sözün kısası Akif Erdem duymak, anlamak ve görmek isteyene hem düzeni hem de nasıl yıkılabileceğini anlattı. Ben de bir kez daha demek istiyorum ki: Teşekkürler Akif Hoca, çok teşekkürler.
Akif Erdem bir dizi karakteriydi ama kısacık zamanda benim unutulmayacaklar listeme adını birinci sırada yazdırdı ve hiç şüphesiz ki derin izler bıraktı. Var olsun!
Yazımı bitirmeden önce ufak bir ekleme yapayım. Benim bu diziye başlama sebebim İlker Kaleli’ydi. Onun isminin yazılı olduğu her bir proje, benim için tek başına izleme sebebidir. Kendisini Kayıp Şehir dizisindeki İrfan’la tanımış, Poyraz’la hayran olmuş, Akif’le fazlasıyla içselleştirmiş bulunuyorum. İlk bölümden son sahnesine dek Akif’in acısını, travmalarını, acılarını; hatta psikopat taklidi yaptığı anlardaki o sinir edici ses tonunu büyük bir ustalıkla taşıdı ekranlara. O çok iyi bir AKİF ERDEM OLDU. Bu yolculuk kısa sürse de bundan sonraki projelerini de heyecanla bekliyor olacağım.
Ayrıca geride kalan tüm genç ve usta oyuncuların, senaristlerin, yönetmenin ve tüm Öğretmen ekibinin emeklerine ve yüreklerine sağlık!
Şimdi veda zamanı. Kısacık süren maceramızda benimle olan, destek olan herkese sonsuz teşekkür ediyorum. Kısa ama etkileyici ve de çok öğretici bir yolculuktu.
Daha güzel, daha iyi ve güzelliklerin olduğu bir dünyada yeniden görüşmek üzere.
Sevgiyle, umutla ve BİRLİKTE KALIN!
Haa unutmadan, MUCİZELERE İNANMAKTAN DA ASLA VAZGEÇMEYİN!