Yazar: Sinem ÖZCAN
Son dönemde televizyon ekranlarında sıkça yeni işler görüyoruz. Kimi birkaç bölümde finale gidiyor, kimi de amansız reyting yarışına bir ucundan tutunuyor. İyi bir dizi izleyicisi olarak uzun zamandır zihnimi kurcalayıp duruyor: Bu diziler neye göre tükeniyor, neye göre hedefi yakalıyor?
Tepeden tepeden konuşmaları sevmem, işin tekniğinden de profesyonel düzeyde anlamam. Benimki biraz sıradan izleyici gözü, biraz matematikten anlayan bir kafa biraz da ucundan kıyısından sektörü anlamlandırma gayreti…
Aşağı yukarı aynı haftalarda başlayan üç diziye diktim gözümü. Yasak Elma, Fatih ve Tehlikeli Karım… Üçü de henüz başlamadan haberdar olduğum ve az çok neyle karşılaşacağımı tahmin ettiğim dizilerdi. Özellikle Fatih’in çok ciddi reklamı yapılmış. Ekip değişiklikleri, başlama tarihinin gecikmesi haberleri de yayılmıştı. Hâlbuki Yasak Elma projesinden haberdar olsam da hakkında neredeyse hiçbir şey duymamıştım. Gerek konuları gerekse ilk bölümleri itibariyle beni ekran başına en az bağlama ihtimali olan Yasak Elma’ydı oysa öyle olmadı. “Aaaa, ben bunun ikinci bölümüne bakarım” deyip kalktım ekran başından. Oysa merakla beklediğim Fatih’te düşüncem tam tersiydi. Tehlikeli Karım’sa benim beklentimi karşılamış ve gününde olmasa da izleyeceğim diziler arasına girmişti.
İlk bölümlerinin reyting sonuçlarına baktığımda da Tehlikeli Karım dışında izleyici geneliyle aynı noktada olduğumu gördüm. Benim için sürpriz sadece Tehlikeli Karım olmuştu. Benim beğendiğimi, izleyici maalesef hiç beğenmemişti. Bir aldatma öyküsüydü, Tehlikeli Karım. Aldatılan kadının intikamı desek daha doğru aslında… Her zaman ilgi çeken bir konu “aldatma”… Senaryo oya gibi işlenmiş, ilk bölüm su gibi aktı. Çok başarılı oyunculardan oluşmuş bir castı var. Bence Seçkin Özdemir en başarılı performansını yakalamış. Gonca Vuslateri bütünüyle “Derin” olmuştu. Aldatılan bir kadınla empati kurmak çok kolay, hele onun intikam alma isteğini anlamamak mümkün değil. Tam dozunda da bir kara mizah var. Çağrı Bayrak bir önceki işinden çok daha iyi bir reji koymuş ortaya. Baktığınızda dizinin tutmaması için sebep yok.
Türkiye’de 2500 civarı reyting ölçüm aleti bulunan haneden söz ediliyor. Yani dizilerin kaderini belirleyen 2500 aile var. Sistemin doğruluğunu yanlışlığını sorgulamıyorum. Her ne kadar her düzey izleyici için adaletli bir ölçeklendirme yapıldığı söyleniyorsa da görünen şu ki bu 2500 hane özellikle kentli, okuryazar ve belli bir yaşam standardına sahip kitleyi pek de temsil etmiyor. Aslına bakarsanız bu kitlenin pek de oturmuş bir televizyon izleme alışkanlığı yok. Öyle olunca dizi, bu kitleye hitap eder noktadaysa ne yazık ki tutmuyor. Benim tahminim Tehlikeli Karım’ın başına gelen de bu.
Kara mizahı anlamak zordur, anlasanız da sevemeyebilirsiniz. Recep İvedik kültünün mizah anlayışındaki kitleler için bu zahmetli ve “boş”tur. Hele hele “kadının intikam almak için” entrikalar çevirmesi pek anlaşılır olmadığından onlar için “itici”dir.
Tehlikeli Karım, dijital platformların birinde yayımlanıyor olsaydı durumu farklı mı olurdu, sorusu geliyor aklıma. Dijital platformdan dizi izleme alışkanlığı bizde çok yeni. Kim izler, neyi izler bir sosyolojik araştırma konusu ama benim görebildiğim sosyal medyada aktif olan kesimin dijitalden dizi izlediği. Bu kesimin özellikle de kendilerine “fandom” adı veren fan kitlelerinin beğeni ve taleplerinin doğru okunması gerektiği. Bazı dizilerin reytinglerinin aksine sosyal medyada çok aktif konuşulduğu bir gerçek. Bu mantıkla Tehlikeli Karım’a baktığımda da ilginç bir durum çıkıyor ortaya. Dizi, genel izleyici tarafından beğenilmediği gibi sosyal medyada da güçlü bir fan kitlesi oluşturamadı. Özetle instagram ve twitter gibi mecralarda fazla konuşulmadı. Kısacası sosyal medya kitlesine de hitap etmedi. Burada sorunun sadece kara mizah olmadığını düşünüyorum. Çoğunluğu genç olan sosyal medya izleyicisi “evlilik sorunları” yaşayan bir çiftle özdeşleşemedi diye düşünüyorum.
Enteresandır ki dizi, sosyal medyada olumsuz da pek eleştirilmedi. Hatta izleyip beğenenler fazlaydı ancak fragmanlarını deli gibi bekleyen, bir hafta sonra ne olacak acaba diye merakla konuşan da yoktu. Kısacası sosyal medya izleyicilerini de yakalayamadı, bir türlü. Tehlikeli Karım’ın ilk bölümünü izlediğimde çok beğendiğimi ifade ettim. Gününde olmasa da diğer bölümlerini de mutlaka sonradan izledim çok da beğendim ama dürüst olayım “Bayıldım, muhteşem!” dedirtecek kadar da çekmedi beni. Öyle olsa ne yapar eder, gününde izlerdim zaten. Sanıyorum izleyenlerin büyük çoğunluğunun da tavrı aynı oldu.
Özetle, Tehlikeli Karım benim ölçütlerimle iyi işti ama bir türlü aşılamayan bir soğukluğu vardı. Belki izleyicinin algısının üstünde kaldı, belki kahramanlarla özdeşleşemeye izin vermedi, belki atmosferi izleyiciyi içine çekmedi. Kısacası benim her şeye rağmen yazık oldu, dediğim projeler arasında yerini aldı.
Fatih’e gelince çok büyük reklamlarla ve çok iddialı başladı. Benim bildiğim kadarıyla televizyon tarihinin en büyük bütçeli yapımlarından biri… Şu ana dek hiçbir projesi başarısızlığa uğramamış Kenan İmirzalıoğlu’na Fatih rolü emanet edilmiş. Çok iddialı bir cast oluşturulmuş. Tarihî gerçeklikle çok da oynamayan bir senaryo yazılmış ve “havalı” çekimler yapılmış. Mirasını devraldığı “Muhteşem Yüzyıl”ın etkisini sürdüreceği umudu taşınmış.
Dizinin ilk bölümünü büyük bir merakla izledim. Baştan beri gündeme getirilen 21 yaşındaki padişahı 40’ını geçmiş Kenan İmirzalıoğlu’nun oynaması noktasına ben pek takılmadım. Bu bir reji yorumudur ve Kenan İmirazlıoğlu oyunculuk gücüyle kendini çoktan ispatlamıştır diye düşündüm. İlk bölümü izlerken de yaş sorunu beni hiç rahatsız etmedi. Asıl rahatsız eden, “olmamışlık” duygusu uyandıran reji ve fazla teatral havaydı. Tiyatro kökenli oyuncuların, niyeyse, beyaz camda da özellikle tarihî öykülerde oyunu bir yüksekten alma alışkanlıkları var. Özellikle orta yaş ve üstü jenarasyon bunu çok seviyor. Belki öyle öğretildiğinden belki, tarihî öykünün atmosferinin böyle kokması gerektiğini düşündüklerinden ama bu, benim televizyon izleyicisi olarak fazlasıyla rahatsız edici bulduğum bir tavır. Hamlet oynar gibi X paşayı, Y sadrazamı izlemek istesem bunu tiyatroda yaparım. Ekran bu kadar “büyük” oynamayı kaldırmıyor.
Bana göre bir başka sorun da dizinin bir “ruhu”nun olmayışıydı. Hamasi söylemlerden söz etmiyorum elbette ama ben Fatih’e yazılan kimliği çok sıradan buldum. Bende “cihan padişahı” duygusu uyandırmadı. Muhteşem Yüzyıl, saray entrikalarından gücünü alıyordu, aynı janrın başarılı örneği Diriliş ise hamasi duygulara yüklenmiş durumda. Fatih, her ikisinde de geride kalınca bekleneni veremedi. Eğer Kanal D yerine TRT ya da ATV’de yayınlanıyor olsa alacağı reyting biraz daha fazla olabilirdi ama bana sorarsanız beklentiyi yine karşılamazdı.
Dizinin tutmasında en güçlü etkenlerden birinin reklam olduğunu kabul ediyorum ama abartılı tanıtımın da faydası değil zararı olduğunu düşünüyorum. İzleyici, merak duygusunu kaybediyor ve beklenti çıtasını yükseltiyor. Fatih’te yapılan hatalardan biri de bu oldu kanımca. Dizinin dış pazarda satışlarının da iyi olmadığı ortada. Bence en büyük eksiği olan ruhsuzluğunun bunu da etkilediğine inanıyorum. Dünyanın hiçbir yerinde izleyiciye samimi gelmeyen iş tutmuyor.
7 – 8 bandı sıradan bir dram için iyi bir reyting sayılabilir ancak Fatih gibi dev bütçeli bir yapımın sürekli zarar etmesi demektir. Kanal D’de beklenen değişiklikler ve bunun belirsizliği de bu kadar zararda olan bir yapımı sürdürmesine izin vermez. Son günlerde yapımcının ATV ile görüşmekte olduğu söylentisi dolaşıyor. Doğrudur, değildir bilemem. Ne var ki bir yapımın kanal değiştirmesi sanılandan çok daha zor. Gerek prosedür gerek prestij nedeniyle kanallar buna çoğunlukla hiç yanaşmıyor. Varsayalım ki bu engeller aşıldı ve dizi bir başka kanalda yayın hayatına devam etti. Açıkçası bana göre bunun reytinge yansıması birkaç puandan öteye gitmez ki bu da yine zarar demektir. Eğer diziye kesinlikle devam edilecek düşüncesi hâkimse bana sorarsanız başta reji olmak üzere çok köklü değişikliklere gitmek gerek.
Yasak Elma, ekranlarda sessiz sedasız boy göstermeye başladı. Ne havalı reklamlar ne dizi dizi röportajlar ne set haberleri yayıldı. Üstelik konu da çok alışıldık, çok tanıdık. Yani sosyal medya izleyicisinin bayıldığı tabirle “Ayyyy, çok klişe….” (!) Zengin erkek – fakir kız ilişkisini bu kez ikili işleyen bir yapımla karşı karşıyayız ancak dizi bir şekilde ilk bölümden tuttu. Her zaman konunun klişe olamayacağını çünkü işlenebilecek kurgu sayısının zaten belirli olduğunu iddia ettim. Önemli olan tanıdık konuya yeni bir ivme katabilmek, dedim. Görünen o ki Yasak Elma’nın yaptığı da tam olarak bu.
Castıyla, rejisiyle ve senaryosuyla çok iddialı bir proje değil Yasak Elma ama tertemiz bir iş. Senaryo dili basit ama akıyor; oyuncular gösterişli, havalı oyunculuklar sergilemiyor. Reji sıcak bir dünya kurmayı bilmiş. Kahramanların en az biriyle empati yapmak çok mümkün. Belli karakterlere odaklanmadan ağırlık noktası çok düzgün dağıtılmış.
Şevval Sam çok başarılı bir karakter çıkarmış. Entrikacı hatta kötü bir kadına bir sevimlilik katmayı bilmiş. “Kötü”sü iyi çizilmiş her kurgu tutar. Bu temel ilke çok doğru uygulanmış. Şevval Sam ve Sevda Erginci dışındaki oyuncular benim takip ettiğim, meraklısı olduğun isimler değil. Bir kısmını ilk kez izliyorum buna karşın hiçbiri gözümü rahatsız etmedi.
Sevda Erginci’yi kısa bir süre önce Ver Elini Aşk dizisinde keşfetmiş ve ekran ışığına bayılmıştım. Şimdi bambaşka bir rolde izlemek ve aynı duyguları hissedebilmek benim için çok olumlu bir durum. Evimizin kızı izlenimi veren, doğal, sıcacık karakterlere çok iyi gidiyor yüzü. Oyunculuğu da düzgün. Falsosuz, tertemiz iş çıkarıyor. Onur Tuna, nötr kaldığım oyunculardandır. İzlemeye niyetlendiğim bir projede yer alıyorsa bakarım ama oyunculuğunu takip etmem. Burada da aynı durum söz konusu yine de Alihan & Zeynep ikilisinin uyumu bana doğru geldi.
Öykünün diğer kanadındaki çifti açıkçası sevmedim. Daha doğrusu ilgi alanıma girmediler. Olursa olur, olmazsa olmaz noktasındayım yani. Hikâyelerini merak etmiyorum, oradan çıkabilecek bir birlikteliği beklemiyorum beni o sekansta ilgilendiren Ender Argun. Onun öyküye katacaklarını büyük merakla bekliyorum. Diziyi her hafta gününde izleyemesem de (Aynı gün hiç vazgeçmeyeceğim bir başka yapımla çakıştığından izleyemiyorum. Müsait olsa derhal gününde izlemeye de başlarım) her hafta ilk bulduğum fırsatta merakla seyrediyorum.
Yasak Elma’nın reyting sonuçları, çok zor bir gün olan pazarteside kendine çok iyi yer açtığını gösteriyor ve giderek de yükseliyor. Bu da demektir ki sosyal medyayı sallamasa da sevilerek izleniyor. Senaryo aksamadığı, reji temiz iş çıkardığı ve oyuncular ön plana çıkma endişesi taşımadan ellerinden geleni yaptıkları sürece de yükselecektir diye düşünüyorum çünkü ritmi iyi ayarlanıyor ve dengeleri sağlam kurulmuş durumda. İzleyiciyi sıkmadan, boğmadan tırnaklarını kemirmesine izin vermeden sakin sakin alıp sürüklüyor.
Yasak Elma’nın ahım şahım bir sosyal medya ayağı yok. Sürekli konuşulan, hep gündemde olan bir iş de değil. Buna karşın çok sevilerek izleniyor. Buradan çıkacak en önemli sonuç da bu galiba. “İyi dizi, sosyal medyayı etkiler!” kuralının yanlışlığını en iyi kanıtlayan yapım bu. Açıkçası fanlar kendilerini önemli hissetmek adına sosyal medya güçlerine vurgu yapsalar da yapımların da kanalların da bununla ilgilenmedikleri açık. Evet, tanıtım önemli; evet, dizinin konuşulması önemli ve evet, izleyicilerin bir kısmı etkileşimi seviyor ama projelerin tutmasında benim görebildiğim bir tek ölçüt var, o da “samimiyet”… Yasak Elma gibi izleyiciyi içtenliğinize inandırmayı başarırsanız geri kalan her şey boş.
İzleyicinin belli isimlerin peşinden gittiği dönemler, bitti. En sevdiği oyuncu bile olsa çıkan iş iyi değilse izleyici yarı yolda bırakıveriyor. Havalı prodüksiyonlardan da görkemli reklamlardan da can kurtaran starlardan da medet ummak yanlış. Konu orijinalmiş, yepyeni şeyler söylüyormuş bu da mühim değil. Basit ama tertemiz bir rejiyle, flash isimler barındırmayan ama iyi oyunculuklarla, matematiği iyi kurulmuş düzgün akan bir senaryoyla seyirciyi samimi olduğunuza inandırdınız mı sektörü gerçekten çözdünüz demektir.