Site icon Dizifilm BiZ

Söz Dizisi 6. Bölüm

Yavuz Üsteğmen Çolak

Yazar: Sinem ÖZCAN

Geçen hafta “Yavuz’un yol ayrımındayız, ya insan tarafı ağır basacak ya asker…” demiştim Meğer üçüncü şık varmış, benim aklımın yetmediği. Her ikisini de birleştirecek formülü varmış, Yavuz Üsteğmen’in. Çolak’ı elinden kaçırmadan arkadaşlarını özellikle de Hafız’ı kurtarmanın planını yapmış.

Çolak, sıradan bir terörist değil,her ne kadar o kendini “Kimsenin adamı değilim, kendi davam için savaşıyorum.” diye tanıtsa da biz de Yavuz da onun başka güçlerin kuklası olduğunun farkındayız. Çolak’ın kaçmasına izin vermek demek, arkadakilerin izine hiç ulaşamamak demek… Bu yüzden canı değil belki ama beyni çok kıymetli onun. Yavuz, ne olursa olsun onu feda etmemeliydi ve etmedi de aslında. Ancak kabul etmek gerek ki Çolak psikopat olduğu kadar çok da akıllı bir adam. Değerinin de durumunun da düşmanının da farkında ve son noktaya kadar kozlarını çok iyi oynadı.

Yavuz ve Çolak söz düellosunda baştan sona kendimden geçtim. O kadar birbirine denk, bir o kadar zıt ve her ikisi de psikolojik savaşı çok iyi bilen iki hasım arasında geçen sahnenin diyaloglarına da, oyunculuklarına da bayıldım. Çolak alaycı tavrıyla Yavuz’un gardını düşürmeye çalışırken Yavuz doğru zamanda, doğru yere batırdığı iğnelerle Çolak’ı zehirleme derdindeydi. Bana kalırsa tartışmanın büyük oranda hâkimi Yavuz Üsteğmen’di. Gardını düşürmedi, sükûnetini kaybetmedi ve Çolak’ı zaman zaman çıldırtmayı başardı. Ne var ki iki yerde hata yaptı. İlki lüzumsuz bir özgüvenle zaten üstün durumdayken Çolak’ı hırpalamaya kalktı ki bu durduk yere Çolak’ın puan almasına neden oldu. İkincisinde tamamen masumdu çünkü Çolak, onun ailesinden hele annesinin ölümünden söz ederek belden aşağı vurmuştu. Bence o düellonun kesin galibi yok. Yavuz üstün görünse de Çolak’ın pes ettiğini söylemek de mümkün değil.

Bu arada geçen hafta Yavuz’un art öyküsünü özellikle ailesini merak ettiğimi yazmıştım. Bu bölümde o konuya girilmesini çok sevindirici buldum. Baştan beri hissediliyordu Yavuz’un asker olmasının ardında kişisel bir neden olduğu. Ailesinden hiç söz etmeyişi de ilginç gelmişti, bana. Şimdi iyice anlıyoruz ki bu kişisel neden, büyük olasılıkla babasıyla ilgili. Annesinin ölümü de doğal değil. Büyük olasılıkla babasının bunda bir rolü var ve anlaşılan bu nokta, Yavuz’un Merve’den sonraki ikinci zaafı…

Kurgu yazarlığının ilk öğretilerinden biridir. “Yarattığınız kahraman kusursuz olmasın, mutlaka bir ya da birkaç zaafı bulunsun!” denir. Çünkü kurgu bir hayat kurmaktır ve o hayatta var olan tüm kahramanlar hayali de olsa bir insandır. Her insanın bir zaafı olduğu gerçeğinden yola çıkarsak ideal kahraman inandırıcı olmaz. Söz’e bu pencereden baktığımda iki ana kahramanın çok iyi yaratıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çolak, bütün psikopatlığının gerisinde zaafı olan bir adam… Bu hafta, kendi ağzıyla itiraf etti. “Herkes benim kadar acı çeksin!” duygusu taşıyor. Ailesini öldürmek zorunda kalmış ve bu onu dünyadan intikam almaya yöneltmiş. Derdi aslında bağımsızlık davası filan değil; o, öldürmekten ve acı çektirmekten zevk alıyor kendi yarasını ancak böyle unutabiliyor. Yavuz’un da Çolak yüzünden kaybettiği nişanlısından dolayı yaralı olduğunu biliyorduk, şimdi aile faktörü de girince işin içine çok daha derinlikli bir karakter doğmaya başladı. Ethem Özışık çok usta bir isim ve öykü oturdukça onun kaleminin gücü daha çok hissedilir oldu.

Çolak – Yavuz çatışmasında diyaloglar ve yaratılan karakterler kadar oyunculuklar da çok etkiledi beni. Serhat Kılıç, hem fiziksel hem ruhsal olarak sakat bir adamda harikalar yaratıyor. Sarı Komutan üstüne geldikçe gerilen sinirleri, yüzündeki kasların belirginleşmesi, aniden oluşan ve pek belirgin olmayan küçük tikler, sadece dudak kıvrımıyla verilen o pis alaycılık… Hepsi ama hepsi çok muhteşemdi.

Yavuz Üsteğmen’de aşırı kontrollü ve soğuk bir kimlik çiziyor Tolga Sarıtaş. Bu da doğal olarak mimik kullanmamasını gerektiriyor. Hâliyle işi çok zorlaşıyor. Buna karşın gerek Keşanlı’ya “O suyu Keşanlı içirecek!” diye haddini bildirirken gerek Çolak’la çarpıştığı o uzun bölümde gerekse Çolak’ın anne yarasının üzerindeki kabuğu çektiğinde yere çöküp dağıldığı anda çok ama çok iyiydi. Farklı duyguları ve farklı ağırlıkları olan sahneleri çok büyük başarıyla kotardı.

Diğer aksta ise bambaşka bir hava esiyordu. Esir düşmekle ilgili hiçbir dertleri olmayan, sadece yaralı arkadaşları için endişelenen bir grup deli, onları esir alma hatası yapan adamlara kök söktürüyordu. Sadece teröristleri değil, Eylem’i de aptala çevirmeyi başardılar. Eylem ve Fethi arasındaki gerilim hızla tırmanıyor. Artık her ikisi de diğerine karşı kayıtsız kalamayacak ve bunu saklayamayacak kıvama geldi.

Bu arada bölümün en iyi sahnelerinden biri de Eylem’in Fethi’nin alnına silah dayamak zorunda bırakıldığı yerdi. Ben Söz’ün en zayıf yanlarından birinin kadın oyuncular olduğunu ilk bölümden beri söylüyorum. İki istisnayla: Biri Melisa Yıldırımer diğeri de Meriç Aral. Bu kanımı doğrulayan bir sahneydi, o. Öfkesiyle, korkusuyla, şaşkınlığıyla tüm duyguları çok doğru geçirdi Meriç Aral.

Bölüm bitince Eylem’e bunca hatasına karşın niye kızamıyorum ben, diye düşündüm. Cevabı da bu bölümde buldum. Benim çok sevdiğim bir kadın profili çizilmiş onda. Güçlü, gözü kara taraflarını ilk bölümden beri görüyoruz ama bu defa içinde bulunduğu durumdan şikâyet etmeyen, mızmızlanmayan, hepsinden önemlisi susması gereken yerde susup sadece izleyici olan bir kadın vardı. Kurtulmayı sağlayacak adımı kendisi attığı hâlde, ekip Hafız’ı bırakmaya yanaşmayıp gönüllü olarak yeniden tutsak edilince ağzını açıp tek kelime etmedi. Söylenmedi, bağırıp çağırmadı, onları iknaya kalkışmadı. Ortamın havasını iyi kokladı o da diğerleriyle birlikte yeniden teslim oldu. “Ben, ben, ben…” duygusundan sıyrılmış, kadın olmayı sadece sızlanıp şikâyet etmek olarak algılamayan sözde değil gerçekte güçlü bir kadın o. Uzun süredir izlediğim “Tam bana göre…” kadınlardan biri Eylem.

Tam bana göre demişken bölümün beni benden alan kahramanından söz etmezsem olmaz. İlk bölümden beri Hemingway okuyan, kültürlü, zeki ve bir o kadar da deli Fethi’ye bayılmıştım ama  “Ben bir yükseldim, yok mu şöyle farklı bir şeyler?” diyen ve ardından Manowar, Alice Inchain hele hele Nirvana ekleyen Fethi gözlerimden kalpler fışkırmasına neden oldu. Meğer bizim Avcı sadece entelektüel değil bir de üstüne üstlük rockermış. Ne diyeyim ruh eşimi bulmuş olabilirim. Bundan böyle Fethi ne yaparsa yapsın sonuna kadar arkasındayım, böyle biline!

Eylem’de Fethi’nin rockerlığına en az benim kadar şaşırmış ve sevinmiş göründü, gözüme. Bu da iyiye işaret… En kısa zamanda Eylem – Fethi birlikteliği görmek istiyorum ben. Muhteşem bir tezatların uyumu izleyeceğiz gibi geliyor. Meriç Aral gibi Burak Sevinç de Fethi’ye çok yakışıyor. Öfkesiyle, deliliğiyle ve kültürünün getirdiği kendine özgü ağırlığıyla Avcı’yı çok iyi taşıyor ve çok başarılı yansıtıyor.
Esir düşmüş ama morali düşmemiş timin yaşadıklarını tiye almasını, en gergin anda bile geyik yapabilmesini çok sevdim de bunu karakterlerin birinin ağzından işitmeyi hiç sevmedim Sayın Senarist’im. Biz izleyici olarak o duyguyu yakaladık, mesajı da aldık zaten, niye ille bunu dillendirmek? “Bak anlamayan varsa söyleyeyim de soru işareti kalmasın?” yoluna gitmek… Bazı detayları da herkes yakalamasın, ne çıkar? Sahnenin etkisini zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyor ki “açıklayıcı” replik yazmak…

Hazır, beğenmediklerime geçmişken Aybüke Pusat ve Nihat Altınkaya’dan söz etmek zorundayım yine, ne yazık ki. Geçen bölüm onların “olmamışlıklarını” kabullenmeye karar vermiştim. Bu hafta da beklentimi düşük tutup takılmamaya çalışarak oturdum ekran başına. Gel gör ki, en can alıcı sahnelerdeki büyük gaflar ve gerilimi yükselmiş, hızlanmış sekansı buz gibi dondurmalar canımı fena sıktı.

Çolak, Yavuz’un damarına çok fena basmış, Yavuz darmadağın olmuş, kendini dışarı atmış ve gidip bir duvarın dibine çökmüş. Çok sağlam bir performans çıkarıyor o anda Tolga Sarıtaş. Sahnenin duygusu alabildiğine yükselmiş, arkadan doktor hanım kızımız salına salına geliyor. Uzaktan Yavuz’u izlemekte, yüzünde ne olduğu belli olmayan bir ifade… O ifade hoş bir sürprizle karşılaşınca takılabilir çehreye ya da o ana kadar anlaşılamayan bir durum algılandığında… Kısacası o yüz ifadesinde şaşkınlık ve sevinç var. Allah aşkına, etkilendiğin, hoşlanmaya başladığın bir adamın perişan hâli karşısında o tavır mı sergilenir? Aybüke Pusat “Oynama, kendin ol!” cümlesini fena hâlde yanlış anlamış, benim gördüğüm. Oradaki “kendin” Aybüke ol, değil Doktor Bahar ol, demek. İnsan bir parça mı girmez karakterin ruhuna? Pessss…

Bir pesss de Erdem Yarbay’a… Asker gelmiş, Fatma’nın kocasının öldüğünü söyleyen bir telefon aldığını bildiriyor. Adamın tepkisi “Hadi ya?” Kardeşim, karın evde yumurta bitmiş der, sen “hadi ya?” dersin o tonlamayla ya da “Bizim takım golü kaçırdı.” derler o ifadeyi takınırsın. Bu kadar kritik bir durumda bu denli boşvermiş bir tepki takınılır mı, insaf!


Onu da geçtim, Çolak’ın karşısındaki Erdem Yarbay’a bakıyorum. Feyzullah’tan farkı yok. Komutan o mu Yavuz mu belli değil. Pardon, nasıl belli değil? Yavuz elbette hem de hiç şüphesiz. Bırak karşındaki adamın Çolak oluşunu, sen timinin yarısı esir düşmüş bir komutansın yahu! Biraz otorite, biraz güçlülük, biraz kararlılık sergiler adam. En can alıcı sahnelerde rol sırası Nihat Altınkaya’ya geçtiğinde ortama bir kova buz gibi su dökülüyor. Ne sahne akışı kalıyor, ne ritim…

Bu kadar özenli bir senaryoya, bu kadar iyi oyunculuklara yazık oluyor. En kısa zamanda birileri bu duruma el atsa iyi olacak. Ne Aybüke Pusat’la ne de Nihat Altınkaya’yla bu işin gitmesi zor. Dizinin diğer artıları durumu kapamış görünse de onların bu denli aksaması o artılar yüzünden daha da çok göze batıyor, bend
en söylemesi. Biz Erdem Yarbay’ın şehadetini, Doktor Bahar’ın da mümkünse Tanzanya’ya tayinini görelim.

Bölüm finalini canlı bombaya dönüştürülmüş Hafız’la yaptık. O kargaşada Çolak’ın kaçtığına kesin gözüyle bakıyorum da her yer toz duman, hem gerçek hem de mecaz anlamda… Bekleyip göreceğiz, artık!

 

Exit mobile version