Gençlik dizilerine önyargıyla yaklaşıp hafife alan bir seyirci değilim. Hatta kişisel beğeni listemde ilk onda yer alan iki adet gençlik hikâyesi olduğunu da söylemeliyim. BKM yapım imzalı Sol Yanım da bu hislerle seyirci koltuğuna oturduğum işlerden biri oldu.
“Sevdiklerini zamansız kaybedenlerin bir tarafları hep eksik kalır, sol yanları kanar!” diyerek yaşama bakışını özetleyen Serra’nın hikâyesine davet ediyor bizleri dizi. Onun yüreğini kanatan da küçük yaşta intiharına şahit olduğu abisi, onları terk eden babası ve psikolojik sorunlar yaşamaya başlayan alkolik annesinin yükünü sırtlamak zorunda kalması olmuş. Serra’nın okul, ev ve iş arasına sığdırdığı rutine binmiş hayatı, tesadüfler sonucu okuduğu okulun sahibinin oğlu Selim Kutlusay’la kesişince iki zıt insanın sadece kendileri değil hayata bakışları da çarpışıyor ve böylece öykü başlıyor. Çok bildik bir anlatı var aslında karşımızda: Fakir kız, zengin erkek!Ana karakter Serra’nın varlık içinde büyüyüp daha sonra fakir muhite düşmesi tek fark! Özel Kuzey Üniversite’sinin zengin çocukları, “tikiler”, onların burnu büyük ukala tavırları, her şey fazlaca klişelere yaslanıyor. Doğrusu dizi zıtlıklara vurgu yaparak bir fark yaratmaya çalışmış; Selim’in üvey annesi Asena dayoksul bir mahalleden çıkıp zengin koca hayalini gerçekleştirmiş bir karakter misal. Selim yine henüz anlayamadığım bir şekilde geceleri fakir bir muhitte basket oynayarak deşarj olmaya çalışan bir genç adam. Ne var ki tüm bunların hikâyenin ruhuna çok da bir şey kattığını söyleyemeyeceğim. Zaten ilk bir saat gereksiz dolanarak çatışmayı önümüze koymakta geciken diziyi izlerken “Tamam bu kızla şu çocuk âşık olacaklar, ya başka?” diye sormadan edemedim. Selim’in hayatında bir kaza ve annesinin ölümü etrafında yoğunlaşan bir gizem, Serra’nın yaşamında da onu uzaktan izleyerek koruyup gözeten bir hami – muhtemelen baba – varlığı dışında kayda değer bir merak unsuru da yok ne yazık ki. Hâl böyle olunca ekran karşısında geçen iki saatin çok da kolay akıp gittiğini söylemem mümkün değil, maalesef.
Serra, genç yaşında zamansız büyümek zorunda kalmış, olgun, sorumluluk sahibi, iyi kalpli,çevresinde sevilen bir genç kız. Dik başlı tavrının, kendi doğrularına sımsıkı bağlı oluşunun getirilerini hem işte hem de okulda rahatlıkla görebiliyoruz, sevdim onu ben. O sadece hayata değil, hatalı gördüğü her şeye rahatlıkla kafa tutabilecek bir öz güvene sahip ki zaten bu öz güveni yanlış bir şekilde megalomanlık olarak okuyan Selim’in radarına da böyle girdi.Onların bir otel odasında başlayıp okul yolunda kesişen ve Onur Hoca’nın emrivakisiyle ders çalışma sıralarında birleşen yaşamı ikisinin de hayatlarını değiştirecek ve çatışma buradan çıkacak, belli ki. Serra ön yargı gözlüklerini çıkarıp bakmak zorunda herkese ve her şeye. O Selim’in dünyasını değiştirmeye başlarken zihnindeki kalıpları kırmaya çalışmak bunu yaparken de karşısındakiyle kendi hayat yükünü paylaşmayı öğrenmek zorunda. Serra’nın küçük sırrı ortaya çıkarken yaşamına girip çıkanları hatırlayamayacak kadar şuursuz yaşayan Selim’in bu son karşılaşmayı da es geçecek kadar şuur dışı olduğunu sanmıyorum:)) Görünen o ki Serra’nın bir limuzinle başlayan hiç hazzetmediği “zenginlik oyununu” ne kadar sürdüreceği sadece kendi iradesine değil, onun otelde temizlik görevlisi olduğunu anlayan Selim’in tavrına da bağlı olacak.
Selim, arkadaş çevresi gibi ağzında altın kaşıkla doğanlardan. Kutlusay soyadının varisi ve babasının ona dair beklentileri çok yüksek. Vurdumduymaz tavrı, okulu ciddiye almaması, “partileme” alışkanlığı onu babasının gözünde sorumsuz ve işe yaramaz bir evlat kılsa da tüm bunların derininde bir şeylerden kaçtığını biz seyirciler görebiliyoruz, görebiliyoruz da onunla empati kurabiliyor muyuz ? Korkarım hayır! Bunun da en büyük sebebi karaktere inanmakta zorluk çekmemiz. Selim, annesi hayattayken başladığını tahmin ettiğimiz babasının gayrimeşru ilişkisini, başta annesinin ölümü olmak üzere her olumsuzluğun sebebi olarak görüyor. Zaten üvey annesinin ona karşı tavrını da pek ana – oğul sınırları içerisinde değerlendirebildiğimi söyleyemeyeceğim zira Selim’in “Senin karşında on altı yaşındaki o toy çocuk yok!” çıkışını dikkatle bir kenara not ettim. Çevresi hep onu onaylayanlardan ibaret olmuş şimdiye dek. Bu da onun hayata belli bir çerçeveden bakmasına ve odağı kaçırmasına sebep olmuş. Belki de ilk kez Serra gibi dobra, gerçekleri yüzüne vuran, geri adım atmayan, ismini zerre umursamayan birine çattı ve bu onu afallattı. Çok sevdiği parti eğlencesini yarıda bıraktığına bakılırsa Selim “düşünmeye” başladı. Onun Serra’yla ilgili gerçekleri açık edeceğini hiç sanmıyorum. Güven sorunu bir yanda , “fakir!” bir kızla yan yana görünmesinin doğuracağı çevre baskısı diğer yanda… O, henüz bunları sırtlayacak olgunlukta görünmedi benim gözüme. Ha, beni şaşırtır o cesareti gösterirse o da başımla beraber.
Biricik ve beraberindekilere gelince… Parayla ödevlerini yaptıran, odağına zenginliği almış, ukala, içi boş, kıskanç, erkek arkadaşına yapışık dolaşır mısın deseler teklifsiz kabul edecek, kalıptan çıkmış bir “tiki” Biricik! Eda hakeza acınası bir takipçi! Bir tek Zeynep içinde bulunduğu grubun değerlerini sorguluyor ki bu da ne kadar ikna edici tartışılır. Cemre Baysel elinden geleni yapmış fakat karakter, tiplemenin dışına çıkamadığı için çok da söylenecek bir şey yok. Sanırım, tüm o itici “her çiçekten bal alırım” tavırlarına rağmen samimiyetini en net hissettiğim karakter Burak oldu, Emre Bey’i tebrik etmek lazım.
İhsan ve Asena açık ara en mesafeli durduğum karakterlerdi desem abartı olmaz sanırım. İhsan’ın, oğlunu diğer çocuklarla kıyaslayan, ona bir insan değil eşya muamelesi yapan, hayatın odağına başarıyı koyan ve bir kez bile “Sen nasılsın,ne hissediyorsun?” diye sorma gereği duymayan babalık anlayışını sorgularken neler oldu da bu noktaya geldi; altı, doldurulması gerekir kanaatine vardım. Diğer yandan Asena, içinden çıktığı ama babası dolayısıyla kurtulamadığı mahallenin çamurunu üzerinde taşıyan, avamlıktan kurtulamamış bir karakter. Onun çocuk sevdası, Selim’e karşı tavrı, sahte samimiyeti, İhsan’la ilişkisi o kadar yapaydı ki nereden tutsam elimde kaldı.
Sol Yanım kurduğu dünyayla beni içine çekemedi, inanamadım bir türlü. Şüphesiz bunda senaryodaki aksamaların da payı büyük. Zenginliği yaşam tarzı yapmış gençlerin okula gelen bir limuzine niye “şehre düşmüş ufo” muamelesi yaptıklarını anlayamadım mesela. Aynı şekilde castı oluştururken yaş farkının gözardı edilmiş olmasının inandırıcılığı zedelediğini düşündüm. Artı, okulun sahibi alttan ders alan oğluna birinci sınıftan bir öğrenci ayarlayacağına tutardı esaslı bir hoca, hallederdi işi bana kalsa. Ama tabii senaryo matematiği… Rejide de ekstra bir özen görmedim. Seçilen müzikleri beğendim ancak hikâyenin içine giremeyince bu da bir şey ifade etmedi, tek başına. Günün sonunda ben daimi izleyicisi olmam ama castı kendisine yakın bulan seyirci takip edebilir düşüncesindeyim. Yolu açık şansı bol olsun.
Yazan, yöneten oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık.