Yazar: Sinem ÖZCAN
İnsan olmanın en üst seviyesi, bir başkasının yaptığı hatanın ya da hainliğin utancını ruhunun en derininde yaşayabilmektir. Utancın en üst seviyesi de, karşındakinin gözünün içine bakamamak değil, onu hatırlatan her şeyden hicap duyabilmekmiş; ben bunu dün akşam bölümü izlerken öğrendim.”Gözümün içine bak!” diyen Nefes’e “Ben bütün gece denize bakamadım, senin gözünün içine nasıl bakayım?” diyen Tahir, beni bulunduğum yerin gerçekliğinden alıp öylesine soyut bir boyuta attı ki iki saat boyunca gözlerim izledi, aklım onda takılı kaldı.
Sen Anlat Karadeniz, baştan beri benim için hiçbir zaman sadece bir zulüm öyküsü de olmadı bir aşk masalı da… Onda; hayatın, insanın ve içi boşaltılmış kavramların üstüne saplanan iğneler oldu, beni en çok etkileyen. Hani, bir kitap okurken zaman zaman sonradan dönüp bakmak için sayfa kenarlarına renkli ayraçlar yapıştırırsınız ya; hah, tam da öyle işte! Kabul ediyorum Tahir, bir kahraman ve bütün kahramanlar gibi idealize edilmiş yanları var. Abisinin yaptığı kötülüğün mahcubiyetini “kendi deliliğinden korkacak” kadar duyabilmek her babayiğitin harcı değil çünkü. Öte yandan sabırsızlığıyla, dilinin kemiğinin olmayışıyla hatta bazen patavatsızlığıyla, önce yapıp sonra düşünmesiyle bu idealist taraf dengelenip onu benim gibi, sizin gibi bir insan hâline sokuyor. Sokuyor sokmasına da Nefes’in gözlerinin içine bakmaya yüzü olmayan adam, benim için her şeye rağmen bir “kahraman” hem de sadece Nefes’in değil, insanlığın kahramanı…
Bu hafta söze pek paldır küldür başladım farkındayım ama dünden beri gitmiyor ki o sahne gözümün önünden… Diğerlerini hatırlayabilmek için bunu elimle hep kenara çekmek zorunda kalıyorum. Yazıya otururken de geri kalan ne varsa hepsini iteleyip gelip en öne kuruluverdi işte. Madem sözü Tahir’den açtım, Nefes ve Tahir’le devam edeyim öyleyse.
Asiye’nin “gurbet kuşu”na Tahir’in patavatsızlığını açıklamak için söylediği “Benim kaynım biraz dangozdur ama Nefes çalışıyor üstünde!” cümlesi de aldı beni kayalıklara götürdü. Bilerek isteyerek değil fakat gerçekten de çalışıyor Tahir üstünde, Nefes. Tahir’in öğrendiği gerçekle darmadağın olduğunu sezdiğinden onu tek karşı koyamayacağı yerden yakaladı bilinçsizce ve “Sana ihtiyacım var!” deyiverdi. Belki de bu sözü hayatında ilk kez birine söyledi üstelik sadece Tahir’i frenlemek adına değil gerçekten hissettiğini söyledi. Hepimizin her gün çok rahatlıkla pek çok kişiye sarf edebildiği bir cümle: “Sana ihtiyacım var!” …
Sen Anlat Karadeniz, Nefes’in yaşadıklarına rağmen dimdik durabilme mücadelesi olduğu kadar Tahir’in şövalyelik öyküsü, bana sorarsanız. O sadece Vedat’la değil bir zihniyetle savaşıyor çünkü. Üstelik de alt etmesi neredeyse imkânsız bir canavar var karşısında… Sadece Karadeniz’de değil, sadece toplumun belli bir kesiminde de değil; tam tersine hemen her yerde, herkeste karşılaştığımız dev bir canavarla mücadele ediyor: “Herkes benim gibi yaşasın, benim gibi düşünsün ve benim gibi davransın vandallığı” bu canavarın adı. Ya cehaletten ya çok bilmişlikten ya da kendimizi aşırı beğenmekten gelen “Herkes benim gibi yaşasın, eğer bana benzemiyorsa onu öğütüp yok ederim.” anlayışı bu. İşte bu anlayışın yarattığı Mustafalar, Türkanlar, Saniyeler ve tabii cami cemaatiyle her gün, her yerde, hepimiz karşılaşıyoruz.
Dedim ya bu hafta, sayfa kenarlarına yapıştırdığım ayraçlar beni dönüp dönüp çekti içine diye; kalemimi de bölümden alıp uzak yerlere savurdular işte! Her ne kadar zihnim hâlâ savrulduğum yerlerde de olsa kalemimi sürüye sürüye bölüme getirmeliyim artık!
Vedat, Nefes’ten vazgeçmiyor ve geçmeyecek de… Kabul ediyorum ki iyi bir satranç oyuncusu… Sabırsızlanmıyor, üç beş hamle ötesini düşünüyor ve birden fazla plan kuruyor, pek çok cephede birden çarpışıyor. Şeytani zekâ dedikleri de bu, maalesef. Geçen hafta “Vedat, Nefes’i tanımıyor!” yazmıştım ama sözümü geri alıyorum. Nazar, Nefes’in önüne attığı yemmiş, anladım. Asıl plan Nazar değil, Berrak’mış. Vedat’ın onu Osman Hoca’nın evine niye yerleştirdiğini ve niye Nefes’in güvenini kazanması gerektiğini henüz tam anlamış değilim ama emin olduğum bir şey var ki o da bunu sadece o evde ya da Nefes’le Tahir arasında neler olup bitiyor, bunu öğrenmek için yapmıyor. Bu, fazla basit bir plan, üstelik de gereksiz. Benim haftalardır “geliyor” diye beklediğim “bomba” Berrak’ın elinde onu hissediyorum da nerede ve nasıl patlayacak merak ettiğim, o.
Berrak, Sürmene’de konuşulan her şeyi bilip de “Yangaz ne demek?” diye sorunca onun Osman Sığınma Evi’ne masumane gelmediğini anlamıştım, amacını şimdilik tam çözemesem de tahminim onun Vedat’ın gönüllü ya da paralı adamı olmadığı yolunda. Berrak bende tehdit ve şantajla bu işe bulaştırılmış hissi uyandırdı. Tehdit ve şantaj da olsa bu onu masum yapar mı? Bunu şimdilik bir yanda bekletip önce ne olup bittiğini anlamak istiyorum, izninizle.
Berrak’ın arkasındaki Vedat faktörünü bir yana bırakıp olayın görünen tarafına baktığımda en hoşuma giden yer, Tahir’i “Nefes’in Tahir’i” diye adlandırması oldu, elbette. Evet, adı konmasa da üstünde susulması gereken bir mevzu olsa da aslında onlar, hiç zorlamadan, hiç şekle şemale sokmadan alabildiğine doğal bir birliktelik yaşıyor.
Yine aldı gitti, kalem başını! Derhal kulağından çekip getiriyorum. Tuhaf ama bunca acıyı ve hüznü izlerken bir yandan da Foto Rasim’in kalan ömrünün yarısını çalan Tahir’e, Saniye’ye laf çakan değil lafı çivileyen Asiye’ye, Berrak’ı evde ilk gördüğünde dumur olan Osman Hoca’ya kahkahalarla güldüm. Sahtekâr büyücüden, Osman Hoca’nın cuma hutbesine, Nefes ve Mercan’ın tedavi görmesine dek her biri çok önemli sosyal mesajları da parmak sallamadan, tatlı tatlı kurguya yedirip didaktik ve hamasi olmanın sevimsizliğine hiç düşmüyor, öykü. Acıya boğmadan, “boğaltmadan” ama işin suyunu da hiç çıkarmadan öyle ince ince yazılıyor ki Sen Anlat Karadeniz, her seferinde son reklam girdiğinde “Aaaa, bu kadar mı?” diye şaşırmış buluyorum kendimi. Biliyorum Tahirler çoğalsın diye yazıyorsunuz da Tahirlerle birlikte sizler de çoğalsanız keşke…. Ne diyeyim ki elinize, emeğinize, yüreğinize sağlık…