Site icon Dizifilm BiZ

Sen Anlat Karadeniz 27. bölüm

                                                      Yazar: Irmak TERCANER

Yiğit’in kaybolmasından başlayıp bölüm sonunda Vedat tarafından velayetinin alınmasına kadar su gibi akan bir bölüm izledik Sen Anlat Karadeniz’de. Bölüm boyunca Yiğit’in aklı ve kalbi arasında yaşadığı ikilemin ve son sahnede bir kurtarıcı niteliğinde gökyüzüne savurduğu bir kelimenin peşinden koştuk. Bazı kelimeler vardır ki söylemesi kolay anlamını taşımaksa hepsinden zordur.  Sıradanlaşmış kalıpların aksine söylendiği kişiye ağır sorumluluk yükleyen kelimeler…  Tıpkı ‘’baba’’ gibi… Sen Anlat Karadeniz’in başladığı günden beri görüneninin arkasında çok can alıcı bir konusu daha vardı aslında. Evet, Vedat’ın nefreti ve psikopatlığı en çok Nefes ‘in canını yakmıştı ama eksikti. Vedat’ın nefretinden ve psikopatlığından etkilenen bir kişi daha da vardı ki onun yarası da en az Nefes ‘inki kadar tazeydi ve bu kişi Yiğit’ten başkası değildi. Yiğit, uçsuz bucaksız bir evrene bir fanusun içinde gözlerini açmış bir çocuk. Onun, kendi yaşıtları gibi ne oyun oynamaya izni ne de içinde bulunduğu evreni keşfetmeye şansı vardı. O, şiddetin hayatın olağan akışı sayıldığı bir evde, annesinin çığlıklarını kendisine kâbus ederek büyüdü. Onun yaşamında yalnızca zulüm gören bir anne figürü ve kâğıt üstünde babası olması dışında Yiğit için hiçbir anlam ifade etmeyen bir Vedat vardı. Peki, bu denli büyük acıları yaşamış, bunlara şahit olmuş bir çocuk, kendisine ve annesine bu acıları reva gören bir adamla özdeşleşmiş ‘’baba’’ kavramına sevgi duyabilir miydi? Kesinlikle hayır! Yiğit, yıllarca baba sevgisi nedir bilmeden büyüdü belki de o kavramdan ölesiye nefret etti.  Yiğit’in bu denli nefret ettiği ve en derin acılarına ev sahipliği yapmış bir kelimeyi Vedat’ın üstünden çıkartıp Tahir’e bir anda giydirmesini beklemek şüphesiz ki çok hayalci bir yaklaşım olurdu. Dizinin başladığı ilk günden beri yavaş ama etkili bir şekilde işlenen bir Tahir- Yiğit ikilisi izledik biz.

Şüphesiz ki hepimiz, Yiğit’in hiç bilmediği ‘’baba’’ kavramını Tahir’le öğreneceğine inandık ve ona inanmasının zor olacağını bile bile hep bugünün gelmesini bekledik. Hadi, kısacık bir an eskilere dönelim ve ikilinin geçmişlerini irdeleyelim: Yiğit için Tahir, ilk başta tıpkı Vedat gibi annesine bir şey yapmasından korktuğu bir yabancı, daha sonra onları koruduğuna inandığı ‘’Denizden Gelen Kaplan’’ ve en sonunda kalbinden geçenin diline vurmasıyla birlikte babası oldu. Kalbi cam kırıklarıyla dolu bir çocuğun o yaralı kalbine girmek ne kadar zordur değil mi? Ona, bugüne kadar hiç tanımadığı belki de yanlış tanıdığı bir kavramın doğrusunu anlatmak nerdeyse imkânsızdı ama Tahir, bunu başardı.

Bir çocuğun sevgisini kazanmak istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey, koşulsuz ve şartsız onu sevdiğinizi göstermektir. Tahir de bunu dolu dolu yaşattı Yiğit’e. Korkularında esir olmuş minik çocuğa daha güzel yarınlar için bir umut oldu. Ona, sevginin öldürmediğini aksine yaşattığını ve o fanusun dışında da bir hayat olduğunu gösterdi. Vedat’ın gösterdiği şiddetin karşısında korunmaya muhtaç bir çocuğa, en güvenilir insan oldu. Micheal Marshall’ın da dediği gibi ‘’Çocukların karınlarını ve zihinlerini doyurduğumuz kadar ruhlarını da beslemeliyiz. ‘’ Bir çocuğu sağlıklı bir birey yapmanın en önemli yolu, onun yaşamının da gıdası olan ruhunu ve kalbini beslemektir. Zira iyi bir birey olmanın en önemli şartı, sımsıcak bir kalbe ve doğru işleyen bir zihne sahip olmaktır.

Tahir, Yiğit’in ruhunu ve kalbini öyle içtenlikle işledi bize de oturup sadece izlemesi kaldı. Birlikte ilk bakkala gitmeleri, ilk kez balık tutmaları ve hatta ilk kez uçurtma yapmalarına kadar her şey bir çocuğun ruhunu beslemek değildi de neydi? Ona, annesinden sonra ilk kez güvendiği bir abi, baba yaratmak, kalbine hitap etmek olmadı da ne oldu? İşte böyle bir çabanın sonunda Yiğit, kendini en çıkmaz sokakta hissettiği ilk an babasına sarıldı, Tahir’e! Bu sahneleri izlerken aklıma takılan tek bir şey olmuştu: Eğer Yiğit, Tahir ile hiç tanışmasaydı ve Vedat’ın zulmünün ortasında yaşamına devam etseydi ilerde nasıl bir yetişkin olurdu? Şüphesiz ki bir bireyin en savunmasız olduğu dönemi çocukluk dönemidir. Kendi kararlarını almaktan çok uzak, rol modellerinden etkilenme ihtimalinin en yüksek olduğu yani tabiri caizse içine bırakıldığı kabın şeklini almaya en yatkın olunan zamanlardır, çocukluk dönemleri. Doğru ellerde ve insanlarda geçirilmeyen bu dönem, sorunlu bir birey olmaya her daim kapı komşudur. Evet, Nefes, Yiğit için elinden geleni yaptı hem de fazlasıyla. Acının, hayatın merkezi olduğu bir evde oğluna, bir masal dünyası kurdu çünkü oğlunun ancak bu şekilde Vedat’tan daha az etkilenmesini sağlayabilirdi. Evet, daha az diyorum çünkü Yiğit’in Vedat’tan hiç etkilenmemesi tamamen bir hayaldi. Düşünsenize, etrafınızda bir kadına, çocuğuna ve çevresindeki her şeye öfke kusan, şiddet gösteren bir baba figürü var. Bu durumda o çocuk, o evin her karesinde gezerken nasıl o rol modelden etkilenmezdi ki? İşte tam da bu yüzden Tahir’le iyi ki bir yol arkadaşlığı oldu Yiğit’in. Zira Yiğit’in baba figürüne yüklediği anlamı Nefes değil ancak Tahir değiştirebilirdi. Bu noktada Yiğit’in ilerideki baba figürü noktasında olacak olan davranış tarzının yeniden oluşturulduğunu düşünüyor ve rotamı Nefes-Tahir ikilisine çeviriyorum.

Bu bölüm, Nefes ve Tahir sahnelerini Yiğit’in kaybolması ve velayetinin alınması konularının gölgesinde izledik. Nefes’in hastaneden çıkarak eve geldiği ve Tahir’in onun üzerine çok düştüğü sahneler izlemeye değerdi ancak bu bölümde öyle bir sahne vardı ki bir süre kendime gelemedim: Tahir’in Nefes’e pansuman yaptığı o sahnedeki konuşmalar aslında o kadar çok şey anlatıyordu ki… Geçen haftaki yazımda Tahir’in yeni edindiği muhakeme yeteneğinden bahsetmiştim ve bu hafta da bunun etkilerini görmeye devam ettik. Nefes’in vurulmasından dolayı kendini suçlayan bir Tahir demek, eski fevriliklerini bir kenara koymuş, aile babası olma yolunda önemli bir adım atmış ve Vedat’ı vurduğu için Nefes’in vurulduğunu düşünecek kadar muhakeme yeteneğini geliştirmiş bir adam demekti.

Tahir, bu sezon çok başarılı bir gelişim süreci yaşıyor ve bu gelişime şapka çıkartmamak elde değil. Bunun sonucunda söylediği ‘’Senin tüm yaralarını kapatacağıma söz vermiştim ama en büyük yarayı ben açtım.’’ cümlesine karşılık Nefes, o kadar güzel bir şey söyledi ki. ‘’Açacaktın ama dedim ya Allah korudu. Merhametini sevdiğim bir adamın sebebi ne olursa olsun bir caniye dönüşmesini ister miyim? ‘’ Bu cümleler, şüphesiz ki sevginin yaptırım gücünü ve büyüklüğünü gösteren en güzel cümleler. Hadi bir düşünelim, normal şartlarda Vedat’ın hayatlarından çıkmasını en çok kim ister tabii ki de Tahir ve Nefes. Buna rağmen Vedat’ın yaşadığına sevinenler kimler yine Tahir ve Nefes. Peki, buradaki çelişkiyi ne açıklar? Tabii ki sevginin büyüklüğü ve iyi insan olma özelliği…

Bir kadın düşünün: Hayatını mahvettiğine inandığı adamın, sevdiği adam tarafından öldürülmüş olmasına deliler gibi üzülüyor.

Bir adam düşünün: Hayatta en nefret ettiği adamı öldürdüğünü düşündüğü an, sevdiği kadın ve çocuktan uzak kalacağı için deliler gibi acı çekiyor. Neden mi? Birbirlerine duydukları sevginin gücünden… Bu, öyle bir sevgi ki öldürmüyor, yaşatıyor. Peki, sadece sevgi mi? Tabii ki hayır. İyi insanların olmazsa olmazıdır; adaletli ve vicdanlı olmak. Bu bölüm, Nefes ‘in Tahir’e söylemeye çalıştığı şey buydu. Eğer Tahir, öyle ya da böyle Vedat’ı öldürseydi bir cani olacaktı. Evet, Vedat ölümü sonuna kadar hak ediyordu ama Nefes, ne kadar hak ederse etsin birini öldürmenin insanlıktan uzaklaşmak olacağını çok iyi biliyordu. Vedat, birini gözünü bile kırpmadan öldürebilirdi ama ne Nefes ne de Tahir bunu yapamazdı çünkü onlar insandı. İşte, tam da bu yüzden bu sahnenin bende yarattığı duygudan ve ilettiği mesajdan dolayı kendime gelemedim.

Gelelim Nazar-Mercan ve Türkan üçlüsüne… Dizi başladığından beri hem Nazar’a hem de Türkan’a çok kez kızdım. Bir hemcinslerinin yaşadığı acıya, değil gözlerini tüm duyularını kapatarak kayıtsız kalmaları beni her zaman çok rahatsız etmişti. ‘’Birinin ayakkabıları ile bir mil yürümediğiniz sürece asla onu eleştirmeyin!’’ der bir Kızılderili sözü… Bir insanın yaşadığı zorlukları görmeden, tahlil etmeden ve dahası yaşamadan ahkâm kesmek her zaman en kolayıdır. Tıpkı Nazar ve Türkan’ın yaptığı gibi… Nefes’in neler yaşadığını anlaman için illa Vedat’ın zulmüyle tanışmana gerek yoktu ki be Nazar!

Eğer kinin ve nefretin, sağduyunun önüne geçememiş olsaydı şimdi sen, o demirden ayakkabıların içinde kendi cehennemini yaşıyor olmazdın. Bazı şeyler için çok geç gibi görünse bile sen girdiğin o yoldan sapma be Nazar’ım! Hatalarımız, yarı yoldan doğruya döndüğümüz ölçüde telafi edilebilir ve ben, senin şu an bütün duygularına inanıyorum; pişmanlığına, hayal kırıklığına, kendini suçlamana hepsine. Bir gün bu süreci Mercan’ın da yardımları ile atlatacağına umuyor ve sözü Mercan’ın konuşmasına getiriyorum. Bu sahne, bölümün en anlamlı sahnelerinden biriydi. Mercan’ın hayata tutunacağı o sihirli an, sen iyi ki geldin!

Sen Anlat Karadeniz, Yiğit’in Vedat’a teslim edilmesiyle son verdi bölüme. Yiğit’i nasıl geri alırlar, bu ne kadar zaman alır; bunları şimdilik bilemiyorum ancak tek temennim psikolojisi düzelme yolunda önemli adımlar atılan Yiğit’in bir an önce Nefes’e ve Tahir’e kavuşması olacaktır. Aklımda Yiğit’e ne olacağı sorusu, kalbimdeyse yeni bölüme duyduğum merakla noktalıyorum yazımı. Herkesin emeğine sağlık.

 

 

 

 

Exit mobile version