Site icon Dizifilm BiZ

Sen Anlat Karadeniz 15. bölüm

                                                                            Yazar: Sinem ÖZCAN

Sezon finali gibi bir bölümün başından kalkınca “tepe sersemi oldum” sözünün canlı örneği durumdayım. Sanki beni, birileri AVM’lerin döner kapısına hapsedip saatlerce çevirdi. Tam on dört bölümdür kafamda kurduğum bütün teorinin darmadağın oluşunu yaşlı gözlerle izliyorum. Bana ne oldu, anlayan biri bi’ zahmet anlatıversin, cidden sevabı çok büyük…

Evlilik kararının ardından, Mustafa ve Saniye’nin arıza çıkaracağını biliyordum. Öyle de oldu. Saniye koşa koşa soluğu Vedat’ın kapısında aldı. Mustafa kardeşine ayar vermeye kalktı. Hem de ne ayar…. “Tahir’in yosması…” lafını yutup hazmetmeye çalışırken ardından “Metres tut!” bombası geldi, ona küfretmeyi bitirememiştim ki “Erkeğin elinin kiri…” iğrençliğini yumurtladı. Bir şey diyeyim mi? Biz Vedatlara boşuna küfrediyoruz, beddua ediyoruz, lanetliyoruz. Mustafalar oldukça Vedatlar bitmez! Karşısındakini “insan” olarak görmeden fiziksel gücü “erk” zanneden ve bütün değer yargısını “erk”e odaklayarak yaşayan bu zihniyet, Vedatları doğurur da büyütür de savunur da… Ne acıdır ki bu sadece eril bir söylem de değil, Bakın Türkan’a, onun yetiştirdiği Nazar’a hatta oralara da uzanmayın Saniye’yi görün. Geleceğin Vedatlarını, Mustafalarını yetiştiren bu kafalar en az onlar kadar tehlikeli ve ne yazık ki çok daha bağnaz. Daha önce de söyledim ama tekrar olsun. Beni Vedatlardan çok, bu zararsız görünen “bağnaz”lar rahatsız ediyor. Bütün dileğim, önyargılarının altında kalıp yok olmaları… İşte ondandır ki “Yukarıda Allah var, ben seni istemedim ama…” cümlesini kurduğunda Mustafa, ben o “ama”dan sonrasını dinlemedim bile. Nefes’i bu defa Vedat’a teslim etmeyerek bana bölümün ilk golünü attı kabul ediyorum hem de çok şık bir goldü, ona da tamam ama Mustafa, benim gözümde zerre “adam” değilsin! O örümcek ağlarıyla örülü küreyi, boynunun üstünde kafa diye dolaştırdığın sürece de olmayacaksın! Ne diyeyim benden uzak, Allah’a yakın ol… Haydi, selametle…

Gelelim benim teorilerimi yerle bir eden büyük bombaya… Vedat’ın Tahir’e söylediği büyük sır “Ceylan’ın Nefes’in kızı olduğu”… Nefes’in ceza odasındaki doğumunun ikinci doğum olduğunu gördüğüm andan beri olayın oraya gittiğini anladım ama ne yalan söyleyeyim, inanamadım. Ben baştan beri Ceylan’ın Nefes’in kızı olma ihtimaline bunun kurguya katkısı olmaz düşüncesiyle karşı çıkmıştım. Şimdi geldiğimiz noktada olay, Vedat’ın yeni bir planı olarak şekillendi. Nefes’in öldü sandığı kızını bir gün Nefes, onu severse Nefes’e hediye etmek için (!) saklıyormuş Vedat. Açıkçası Vedat’ın manyak beyni böyle bir hediye tasarlar mı evet tasarlar ona hiç itirazım yok. Gel gör ki Vedat kronik bir yalancı… Üstelik karşısındaki insanları çok çabuk çözüp ona göre oyunu kuran da bir yapısı var. Nefes’in dediği gibi Vedat’ın en iyi bildiği şey oyun oynamak… Tahir’in zaaflarını, bunların başında Nefes’in geldiğini de çok uzun zaman önce çözdü. Silah, şakağına dayanmışken ölüme bir an kalmışken kendini kurtarabilecek yalanı da anında kurup söyler. Bu, Tahir’in önüne yeni bir yem atmaktır. Nefes mutlu olsun diye her şeyi yapan adam, onun kızını bulmak adına da dünyayı altüst eder. Bu da hem Vedat’ı ölümden çevirir hem de Tahir, önündeki yemle oyalanırken ona zaman kazandırır. Olaya bu noktadan baktığımda “Ceylan, Nefes’in kızı!” iddiasının külliyen yalan olduğuna inanıyorum. Daha doğrusu inanmak istiyorum çünkü henüz bir yere bağlanmayan, açıkta duran bir iki ipucu var.

Berrak, ailesiyle ilgili Nefes’le konuşurken babasının annesini başından vurduğunu söyledi. Tamam; Necip, Vedat’ın köpeği… Tamam körle yatan şaşı kalkar ve Necip de Vedat’tan gördüğü üzere kendi evinde karısına şiddet uyguluyordur, bunlara itirazım yok ama onu vurmak için çok önemli bir şey olması gerekiyor. Bu açıktaki ilk ipucu… İkincisi komiserin bir konuşmasında geçmişti. Evdeki hizmetçi Vedat’la ilgili henüz onun yanındayken birtakım şikâyetlerde bulunmuş ve anladığım kadarıyla bu kadın Berrak’ın annesi… Vedat, bu kadını niye hayatta bırakır? Hadi bıraktı diyelim, kızını niye bu kadına verir? Bu da şu an bana anlamlı gelmiyor. Kısacası Ceylan, kimin kızı meselesi benim kafamda tam bir kördüğüm yumak…

Tahir ve Nefes’in evlenmesiyle olayın ana çatışması büyük oranda çözüldü. İç sesim şimdi bunun yerini alacak meselenin Ceylan olduğunu söylüyor, Berrak konuşmadıkça ve biz onun hikâyesini tam olarak öğrenemedikçe anlaşılan o ki ben bir süre daha bu Ceylan konusunda mesafe alamayacağım. Kurulan hikâyenin nasıl olduğunu şekillendiremiyorum ama yeni maceramız buradan geliyor ve kilidin anahtarı da Berrak’ta, ondan eminim. Çok kişisel tercihim bunun Vedat’ın yalanı olması… Bekleyip göreceğiz.

Ceylan meselesi gündeme bomba gibi düşmeden önce Nefes ve Tahir’in evlenmesinde bırakmıştık geçen bölümü. Vedat’ın çektirdiği fotoğraflar yüzünden evlilik, zorunlu hâle gelmişti. Birlikte yanmaya karar vermişti Tahir ve Nefes’e de bu karara uymak düşmüştü. Evet, onlar iki sevdalı yürek bu doğru ama bu nikâh, mutlu bir beraberliği resmileştirmeyecekti. Bana sorarsanız zaten de buna ihtiyaçları yoktu ama işin rengi değişmiş ve Tahir’in ifadesiyle “Yiğit’i almak için mahkemeyi kandırma” zorunluluğuna dönüşmüştü. Nefes, “Mavi tüylü geyik masalı”yla bize kendi durumunu özetleyiverdi. O bugüne kadar oğlu için direnmiş, savaşmış ve katlanmış bir kadın. Yaşadıklarına baktığınızda o her şeye rağmen, kendi ayakları üzerinde duran, mükemmel bir çocuk yetiştiren, oğluna ve kendine sonuna kadar yeten bir kadın. Onun ne bir erkeğin gölgesine ne de nikâhına ihtiyacı var. Gel gör ki tamamen “eril söylemle” düzenlenmiş bir hukuk sisteminde yaşıyoruz. Çocuğuna bekar bir kadın olarak annelik etmeye layık olduğunu, toplumun genel ölçütleriyle ahlaklı olduğunu daha da ötesi maddi olarak ona bakmaya yeterli olduğunu kanıtlaması bekleniyor. Yani bir başka erkekle “nikâhsız” birlikte olamaz, olursa “gayriahlaki” yaşıyordur; kendi kazandığı para “az” olduğundan çocuğunu geçindiremez ama “paralı” bir kocası olursa mesele hallolur. Ne yazık ki bizim “hukuk sistemi”miz düşünülünce öyle reddedilemez gerçekler ki önüne konanlar… Nefesçik istediği kadar “Benim buna rızam yok!” desin, düzen sadece onu değil pek çok kadını buna mecbur kılıyor. Nefes şanslı, Tahir onun yerine tiyatroyu kurdu ve oyunu sergileyecekler. Sonuç mu? O perde kapanınca belli olacak, adalet düzenimizin temsilcileri alkış mı tutacak, yumurta mı atacak bilemiyoruz. Nefes kadar şanslı olmayan kadınlarsa göz göre göre evlatlarından olacak, hatta onlarla şantaja uğrayacak, belki de sırf kendilerine “ders vermek isteyen” erkek müsveddeleri yüzünden evlatlarının yüzlerini görmeden ölüp gidecekler. “Ayakta durmak için bir erkeğin gölgesine sığınmak zorunda mı?” sorusuna en net cevabı bu bölüm Nefes, kendi ağzıyla verdi: Evet, zorunda! Çünkü ne yazık ki kanun dediğimiz sistem, yine erkek egemen toplumun ağzından konuşuyor. “Mazluma değil zalime güveniyor” ve istesek de istemesek de bu düzende hedefe varmanın tek yolu “- mış gibi yaşamak”

Tahir “Yiğit’i almak için mahkemeye yalan söyledik ama bizim için Allah’a da mı yalan söyleyelim” dediğinde bir yandan gözümdeki yaşı siliyor öte yandan da “Yok be Tahir’im, hakikati mühürlüyorsunuz!” diye söyleniyordum. Evet, Nefes’in ruhundaki cehennemin izlerini silene kadar Tahir’in nikâha rızası yok ama “Evleniyorum çünkü Allah katında da kanun önünde de sevdalandığım kadından başkası helalim olamaz. Evladı da evladımdır.” dediği anda kendi nikâh yeminini etmişti ki o aslında…Hem de iki değil bir ev dolusu şahidin huzurunda yemin etmişti. Onlar, birbirleriyle “hemnefes” oldukları andan itibaren ruhen karı – kocaydı ki zaten. Hem de deftere atılan imzadan da “kabul ediyorum” cümlelerinden de ellerine tutuşturulan nikâh cüzdanlarından da güçlü bir bağla “evli”ydi onlar. Şimdi sadece “elalem ne der”ciler de buna tanık oldu, hepsi o.

Tahir, Vedat’ı tuzağa düşürüp Yiğit’i getirdiğinde Nefes’in hepsine teker teker teşekkür edip, Tahir’i atlaması bir an içimi sızlattı, ne yalan söyleyeyim. Her zaman “Bu sıradan bir aşk öyküsü değil, sevgililerin rutin tavrını beklemeyin!” diye ahkâm kesen ben, bir anda sıradanlaşıverdim. Tahir adına da biraz incinmedim desem yalan olur. Bölüm bitip de kafamda olup biteni şekillendirirken “Bi’ dakka ya Sinem! Bi’ kendine gel, bakayım sen!” diyerek aslıma döndüm. Size ait olanı getirdi diye kime teşekkür edersiniz? Sizden ayrı olana… Size iyilik yapana… İyi de Tahir, Nefes’ten ayrı değil ki… Getirdiği de size ait olan değil. O, kendi evladını aldı zalimin elinden. Kendine ait olanı kurtardı diye birine niye teşekkür edesiniz ki? Bu, onu kendinizden ayrı düşündüğünüzün işaretidir. “Bir” olduğunuz insanın yaptığına “iyilik” denmez ki Nefes, sadece “elalem”e teşekkür eder elbette “hemnefes”ine değil. Bu kadar incecik dokunmuş, böylesine enfes bir detayı bir anlık gafletimle az daha kaçırıyordum ve fark ettim ki bu detayları göremediğiniz an ne Nefes’i ne Tahir’i anlayabiliyorsunuz. Yazan kalemler o kadar ustaca dokunuşlarla rötuşluyorlar ki onları dikkatinizi odaklamazsanız siz de sıradan “bekar ama çocuklu bir kadın” ve “deli” bir adam görüyorsunuz. Sevdalarını da ruhlarını da yakalayamıyorsunuz. Oysa mavi tüylü geyik, “Benim sana verecek bir dizim var başını koyarsan diye…” derken ona dizini değil sevdasını sunuyor, onunla kül olmaya başını koyan denizden gelen kaplansa yârini göğsüne sığdırıyor. Bize düşen de kaplanın göğsündeki geyiğin gözünün yaşına, ortaklık etmek oluyor.

“Dünyayı güzellik kurtaracak/ Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyor ya Sait Faik, o güzelliği de “Sen benim Nefes’ime ‘artık’ dedin!” diye yârinden, yârinin hesabını sorabilen Tahirler ve Tahir gibi Yiğitler yetiştiren Nefesler yaratacak!

Exit mobile version