Yazar: Sinem ÖZCAN
Toy alanına polislerden önce gelmeyi başaran Nare’nin “Gidin burdan!” uyarısında bırakmıştık geçen hafta Sefirin Kızı’nı. Kendi yaşadığı saldırıyı ötelemiş, suçsuzluklarından bir an bile kuşkuya düşmediği Sancar ve Gediz’i kurtarma derdindeydi Nare.
Sefirin Kızı, başladığı günden beri bir “inanç problemi” sorguluyor aslında. Sancar’ın geçmişte de şimdi de Nare’ye inanmaması, buna karşın Gediz’in Nare’ye sapasağlam inancı ve şimdi de Nare’nin Sancar’a güvenmesi… Sevginin inançla bağı tartışılmaz. Gediz’in dediği gibi “Âşıksan inanırsın!” ve evet, âşıksan gerçekten inanırsın, burada hiçbirimizin zerrece kuşkusu yok. Ne var ki Sancar’ın öfkeyle ağzından dökülen “Zor olan sevdiğin için inanmak değil; inanmadığın hâlde sevmek!” cümlesi de beni bir zınk diye durdurmadı değil. Bölüm boyunca zihnimde evirip çevirdim o haykırışı.
İnanmadığım birini sevebilir miyim, diye sorup durdum kendime. Sizi bilemem ama benim cevabım negatif. Peki, o zaman ben gerçekten sevmeyi bilmiyor muyum yoksa Sancar; baştan ben, hepimizi manipüle mi ediyor diye düşünüp duruyorum, hâlâ! Vardığım nokta da tam olarak bu aslında. Sancar önce kendini, sonra beni ve belki de birçoğumuzu çok sağlam manipüle etti. Bunu bir tartışmada galip gelmek adına bilinçli bir laf oyunu olarak yapsa kanmayacağım ama o, aslında kendini buna ikna etmek istiyor. İşte o zaman da benim, Sancar’a iki çift söz söyleme hakkım doğuyor, zira geceden beri gri hücrelerime fazla mesai yaptırıp durdu.
Aşkı, sözlükler birine karşı duyulan çok kuvvetli bağlılık ve aşırı sevgi diye tanımlıyor. İşin içinde bağlılık olmasa yine hak vermeyi deneyeceğim Sancar’a ama bağlanmanın temel koşulu inanmak. O zaman ya Sancar, Nare’ye âşık değil ya da kendi duygularını doğru tanımlayamıyor. Açıkçası benim oyum ikinci şıkka. Ben onun Nare’ye aşkından hiç şüphe duymadım ama “inanmıyorum” deyişinden kuşkulanıyorum. Bana kalırsa Sancar, tamamen bilinçsiz de olsa Nare’nin baştan beri doğru söylediğinin ve suçsuz olduğunun farkında ne var ki geçmişte, daha çocuk denecek yaşta, Akın’ın dolduruşuyla öfkesine yenik düşüyor ve o öfkenin yakıp yıktıklarını telafi etme imkânı olmadığı için de savunma mekanizmasını “inanmıyorum” üzerine kuruyor. Kavruk, Sancar’ı en iyi tanıyan adamlardan biri ve ona “Sen kuşkulandıkça acımasız oluyorsun, acımasız oldukça kuşkulanıyorsun!” deyiverdi. Evet, olay tam da bu! Akın’ın oyunları işe yaradı ve onun Nare’den kuşkulanmasına neden oldu bu da onu gerçekten “Kızımı bırak, git! “diyecek kadar acımasızlaştırdı ama öte yandan hapse düşme tehlikesi ile yüz yüze kaldığında bile Nare için kaygılanan bir Sancar var. Bilinçaltı o kadar teslim ve o kadar bağlı ki Nare’ye, kontrolü o ele aldığında Sancar’ın “İnanmıyorum!” haykırışları külliyen çöpe gidiyor. Olup biteni aklının kontrolüne verse yaşananları ve gördüklerini düşünse ve aklıyla “inanmayı” seçse yaşayamaz. Nare’ye zalimliği, önce kendisini yok eder çünkü. O yüzden de söylediğine bütün kalbiyle inanarak “Ben inanmadığım hâlde seviyorum, onu!” diyor ve bir anlamda sevgisine de kendince değer katıyor.
Sancar’ın “İnanmıyorum!” haykırışına, Nare “Sen bana masumken bile inanmadın ama ben sana suçluyken bile inandım.” cevabını verdi. Evet, Nare Sancar’ın suçluyken bile suçsuzluğuna inandı. Onun sevgisinde zerre kadar kuşku yok çünkü o bütünüyle bağlı Sancar’a. Evet, çok kırgın; evet, affetmeyi asla düşünmüyor ve bunda çok da haklı ama onun sevgisinde kanserli hücre yok! Gel gelelim, sevmek de inanmak da bir yere kadar. Her ikisi de bağışlayıcılığı getiremez ve getirmiyor da zaten!
Bütün kadınlar için hayatta iki kişi var ki bütün yaşamını, hayattaki duruşunu, özgüvenini ve ayakları yere basarak dimdik yaşayabilmesini etkiliyor. Biri babası, diğeri sevdiği. Daha önce de dile getirmiştim. Hayatta babasının prensesi olan kadınlar, bir başka adamın kraliçesi olmak için kendini parçalamaz ama Nare gibi asla babanızın prensesi olamadıysanız babadan güven, korunma ve inanılma duygularını doyasıya almadıysanız bunu bir şekilde telafi etme yoluna gideriniz ki bu yolda ilk başvurulan da “sevgili” olur, genellikle. Nare ikinci tokadı tam da burada yiyor. Birinin ona “Senin suçu yok!” demesine en ihtiyaç duyduğunda, “Yaralarını gel birlikte saralım!” cümlesini duymaya en muhtaç olduğu anda bir kez daha kapı önüne atılıyor ve iki “kahramanı” da yanında olmayınca hâliyle suçu kendisinde arıyor: “Ben ne yaptım da bana inanmadılar?” duygusu bu. Kendini suçluyor, bir de o kendini tokatlayıp cezalandırıyor. Aradan sekiz yıl geçtikten sonra geriye bakıp yaşadıklarını düşünen Nare, elbette ki babasını da Sancar’ı da affetmeyecektir ve evet, “inanmadığın hâlde sevilmez” ama “bağışlamadığın hâlde sevilir.” Sevgi öyle bir güç ki kırgınlıkla birlikte var olabiliyor ve bir şekilde onu perdeleyip görünmez kılabiliyor; elbette, bir başka kırgınlık oluşmadıkça. Yani Nare, Sancar’ı bütünüyle istese de bağışlayamaz ve hep o kırık yer eline gelir ama sevmekten de vazgeçmez. Onunla bir hayat düşlemez, yıllar öncesinin pespembe günlerine dönmeyi düşünmez ve ona kendisini bir kere daha kırma hakkını vermez ama onu hâlâ sever.
Nare’nin kırgınlığından dolayı akılla dizginlediği sevgisine karşın, Sancar’ınki aklın erişmediği bir sevgi. Hapse düşme riski altındaki adamın tek düşündüğü Nare’ye saldıranları yakalamak. Bunun mantığı da akılla izahı da yok. Çünkü Nare onun dünyası… Sudaki balığın, suyun farkında olmaması gibi o da Nare’nin atmosferinde soluyor ama farkında değil. Gediz de Nare’nin yaşadıklarına aynı derecede öfkeli ama o akıl etmiyor dışarı çıkıp saldırganları bulmayı. Gediz’inki aşktan gözü kör olma hâli değil, Naresiz soluk alamama hâli hiç değil. O bana daha çok Sancar’ın vicdanının somut olarak vücut bulmuş hâli gibi görünüyor. Susturulmuş vicdanın diyemediklerini Gediz, pat pat yüzüne çarpıyor Sancar’ın. Gediz, Nare için Sancar’la yarışmıyor. Biliyor, Nare’nin ona dostluk dışında bir başka duyguyla bakmayacağını. Sancar’la aralarına girmek gibi bir derdi de yok, o sadece Nare’nin Sancar’a söyleyip de dinletemediklerini bir başka ağızdan ona söylüyor hepsi o. Ayrıca Gediz çok haklı sevda, onun sevdası ve o sevdayla ne yapacağına da sadece o karar verir. Ben onun durduğu yeri çok doğru buluyorum. Bu arada söylemezsem olmaz: Gece elinde kahve fincanlarıyla Nare’nin odasına girip de kapıyı kapamayan Gediz nahifliğini de bütün yüreğimle alkışlıyorum. Hapse girmek üzere evden çıkarlarken Nare’ye Sancar’ı baş başa bırakma zarafeti de Nare’yi kırmızı kuşak konusunu açıklamaya zorlaması da Gediz’in kendi duygularına rağmen onların sevdasına duyduğu saygının kanıtı bence. Nare’ye âşık olduğuna inandığı hâlde “Ona Sancar’ı unutturacağım. Kendime âşık edeceğim, onu Sancar’ın elinden alacağım” çiğliğine hiç düşmeden hem Sancar’ın hem Nare’nin yanında durmayı bilen adam “dost” kelimesinin sözlük anlamdır ve ben bu adama ancak saygı duyarım.
Nare’nin Gediz’e “kırmızı kuşak”la ilgili yaptığı açıklama beni alıp başka bir yere götürdü, aslında. Düşündüm de Nare ve Sancar’ınki, saf sevgi o kadar saf ki birbirlerini anlamadan hatta hiç tanımadan sevmişler. Dünyalar farklı, kimlikler farklı, birikmişlikler farklı, yaşantılar farklı ama o farkları gençliğin verdiği toylukla hiç algılamamışlar. Her şey yolunda gidip 8 yıl önce yaşananlar farklı olsa ve o evliliği götürmeyi deneseler muhtemelen zaten bu 8 yılı birlikte göremeyeceklerdi. Belki de şimdi “destan” olarak anılan aşkla kurdukları yuva, çoktan dağılıp gitmiş olacaktı. Farklar, yaşantılar, alışkanlıklar ve aileler işin içine girince o sevginin saflığı yitip gidecekti; şu an ise o ham sevgi bir cevher olarak duruyor ve artık onu işlemeleri mümkün. Şimdiki, bana sorarsanız, artık ayakları yere basan bir sevgi. Kavruk’un “alnına yazılan kadın” hükmü doğruysa bütün olmazlarına rağmen oldurabilirlerse başka bir destan yaratacak güçleri var. Yalnız bundan böyle Sancar’ı şu ana dek taşıdıklarından çok daha ağır bir yük bekliyor: Vicdan yükü. Bu kez, kendisi dışında kimseyi suçlayamayacağı, hafifletemeyeceği ve kimseden yardım almadan taşımak zorunda kalacağı bir yük. Onun altından nasıl kalkar, bekleyip göreceğiz.
Sadıçlar Holding’in temelinde bir karanlık taraf olduğunu geçen hafta hissetmiştik. Belediyeden çalınan, Sancar’ın “Hakkımız olanı çaldık” diye dillendirdiği ve sonra yerine faiziyle konan bir para var. Hukukçu değilim, ne olur ne biter ahkâm kesemem ama sağdıçların başına açılan iş, onlar dışında aileleri de etkiledi ve etkileyecek elbette. Çok dürüstçesi Halise’nin “beslemelik travması” da Menekşe’nin para pul hırsı da zerre umrumda değil ve izlerken de evsiz, parasız pulsuz kalmalarından bir zerre etkilenmedim. Bana sorarsanız Halise ve dev egosu küçük bir köy evinde sıkış tepiş yaşamayı öğrensinler, Menekşe de sürünebildiği kadar sürünsün, yerde eşinirken kaybettiği onuruna denk gelir, belki.
Akın’ın ince ince döşediği planın uygulamaya geçeceği de malumdu. Köstebeğin Müge çıkışı, beni hiç şaşırtmadı ama içimden bir ses, psikolog hanımın köstebek olduğundan haberi bile olmadığını söylüyor bana. Sekiz yıl önce Nare’nin ağabeyi olarak tanıdığı Akın’ın köpek balığı sırıtışına fazlasıyla eridiği için muhtemelen farkında bile olmadan bülbül gibi ötmüştür. Muğla’ya gelen Akın, adım adım planladıklarını uygulamaya geçirme düşüncesinde ama bu defa hiç beklemediği yerden, Sefir’den, bir darbe alacak gibi görünüyor bana. Kızını zerre önemsemeyen Güven Çelebi, konu kendisi olunca kindar bir adam ve Akın’ın yalanını yakaladığı anda da başına gelenlerin ardında onun olduğunu fark etti diye düşünüyorum. Sağdıçları hapse attırdığı gibi oradan çıkaracak koz da Sefir’in elindeki kartlarda bana kalırsa. Bir hafta daha merakla bekleyeceğiz bakalım.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün set emekçilerinin ellerine sağlık.