Yazar: Sinem ÖZCAN
Nare, destan olmuş aşklarının mezarını tırnaklarıyla kazırken ben farklı bir kararlılıkla oturdum ekran başında. Baştan itibaren her an, Nare’ye yürekten hak vererek izledim Sefirin Kızı’nı. Acıların en büyüğünü yaşayan o, haksızlığa uğrayan o, sevgisiz yaşamak zorunda kalan o, kimseye güvenemeden minicik kızına tutunup ayakta kalmaya çalışan o! Hemcinsim olmasını bir yana bırakıyorum “insan”ım diyen herkesin düşüneceği ve hissedebileceği biçimde baktım olaylara ve sonuna kadar ona hak verdim. Hâlâ da veriyorum, şu ana dek Nare’nin bence görünür tek bir kusuru ve yanlışı yok.
Öte yandan Sancar, dizinin ilk karesinden itibaren yalpalayan karakter. O, destansı aşkı bir yana itip Menekşe’yle evlenen o, geçmişte ve bugün Nare’nin yanında durmaya yanaşmayan da o, onun elinden kızını almaya çalışan dahası gözünün önünden gitsin diye ekmek parasını kazanmasına engel olan da o. Yine kadın olmayı koydum bir kenara, “insan” olanın Sancar’a kızmaması imkânsız ve bu da yine çok haklı bir öfke. Ama…
İşte, o “ama” beynimde dönüp durduğundan bu bölüm kendimi Sancar’ı anlamaya adadım. Üstüne basarak söylüyorum: Hak vermeye değil sadece onu anlamaya çabaladım. Nare ile ilişkisini bir yana bırakırsak Sancar iyi bir insan. Üstüne üstlük Nare, onu; o da Nare’yi çok sevmiş. Özü iyi bir adam, hâlâ çok sevdiği kadına neden bu kadar zalim olur? Cevabını arayıp durduğum tek soru buydu, işte!
Bu bölüm geçmişi Nare’nin ağzından dinledik. 18 yaşında bir genç kadın, tecavüze uğradığının ertesi günü, sevdiği adama koşarak gidip onunla evleniyor. Aslında Nare, kendini açık yüreklilikle ifade etti: Bir sürü şey düşünüp bir yandan da hiçbir şey düşünmeden yaptığı bir eylem Sancar’la evlenmek. O kadar emin ki aralarındaki aşktan, o kadar emin ki Sancar’ın ona inanacağından. Sancar’ı kandırmayı değil aslında kendince onu korumayı seçti. Hep aynı yerden hata yapmıyor muyuz, biz kadınlar? “Sevdiğim, babam, kocam, kardeşim… katil olmasın!” Bırakın tecavüzü; bir pis bakışı, atılan bir lafı korkmadan babamıza, kocamıza, sevgilimize, ağabeyimize söyleyebiliyor muyuz? “Aman başı belaya girmesin, aman eli kana bulanmasın, aman kendine zarar vermesin!” değil mi kâbusumuz? O yüzden çocuk yaştan beri susmaya şartlandırmıyor muyuz, kendimizi? Bilmesinler, duymasınlar; olay çıkmasın! Çıkar çünkü… Söylediğiniz anda karşınızdaki adam, o kadar öfkelenir ki olayın öznesi biz olduğumuz hâlde; birden sakinleştiren, yatıştıran, koruyan taraf oluruz. Mesele “onun namus meselesi” olmuştur ve namusunu “şiddet”le koruyacaktır. Bu kaygıyla yanlışın üstünü kapamıyor muyuz çoğu zaman? Bu bizim “öğrenilmiş çaresizliğimiz” değil mi? Bu kaygıyla onları koruma dürtüsüyle başka hatalara yol açmıyor muyuz? Haksız mıyız bu kaygıda? Hayır! Çünkü adımız gibi biliyoruz ki bizim kültürümüz bunu, kanla temizler. Nare de çocukça da olsa aynı kaygıyla hareket ediyor, elbette.
Öte yandan Nare; evlilikle tecavüzün yarasını sarmayı, olup biteni unutmayı, hiç yaşanmamış saymayı hayal ediyor. O kadar çocuk ve o kadar gerçeklerden uzak yaşıyor ki… E, ama aşk öyle bi’ şey zaten. Bir delilik hâli. Sorgulamıyorsunuz, mantığı kovuyorsunuz; her şey toz pembe görünüyor, bütün çirkinlikler gidiyor, bütün acılar yok oluyor çünkü âşıksınız. Ancak o uçuşun yere çakılması çok şiddetli. Kırılmadık kemiğiniz kalmıyor. Asıl ondan sonrası zor. O kırılıp dökülen her şeyi yapıştırıp ayağa kalkmayı başarıyorsanız o zaman da tamamen “korkusuz” oluyorsunuz. Yine kırılabilirsiniz, yine canınız acıyabilir hatta mezarlar kazıp sevdiklerinizi gömmek zorunda kalabilirsiniz ama artık “korkmuyorsunuz” ve bu, ancak bu yolla erişilebilecek bir özgürlük. Nare, 9 yıldır bu özgürlüğü yaşıyor. Onun artık kızından başka kaybedecek bir şeyi yok, beklentisi yok, umudu yok ve koruyacağı kimse yok. O artık “Sefirin Kızı” da değil “Sancar’ın gücü” de değil; o, “Nare” * adının hakkını tümden veriyor, artık.
Sancar; Nare’yi çok sevmiş, gerçekten çok sevmiş ama aldatıldığını düşünmüş. 9 yıl kendini tamire uğraşmış ve yarıcının oğlundan Sancar Efe’yi yaratmış. Şimdi “korkuyorum” demesi boşa değil. Nare’ye zayıf olmak demek, her şeyi kaybetmeye açık olmak demek. Aslında Nare güçlendikçe Sancar zayıflamış. O; artık kimliğinden, ailesinden, konumundan ve kendinden korkuyor. Tam da bu yüzden Nare’ye “Çünkü sana inanmaktan korktum.“ diyor evet çünkü ona inanırsa o zaman yaptığı her şey yıkılacak ve Sancar yine savunmasız kalacak. İnanması demek, bütün doğrularının yıkılması ve hatalarıyla yüzleşmesi demek. Onun asıl derdi de bu ve Nare artık, o kadar güçlü ve o kadar haklı ki hiçbir şey yapmasına gerek yok. Zaten varlığı eziyor Sancar’ı.
Sancar, Nare’ye hâlâ çok zayıf ve bu yüzden gözünün önünden gitsin istiyor. Sanıyor ki geçen 9 yılda nasıl ayakta kaldıysa yine kalır. Sanıyor ki kızını alıp annesini göndermeyi başarırsa bir düzen kurar. Bu o kadar zavallıca bir plan ki… Ama Sancar’ın şu an bunu anlaması da anlamlandırması da imkânsız çünkü bütünüyle duyguları dizginleri ele almış ve hiç düşünmeksizin plan yapıyor. Çok bencil, çok hırslı, çok acımasız… Bütün korkaklar gibi… Bir farkla o korktuğunu kabul ediyor. Gediz’e söylediği doğruydu: Nare’nin iş bulmasını engellemek, yıldırma taktiği. “Sana ben bakarım!” deyişi ise onun gururuna oynaması. Nare’nin bunu kabullenmeyip kızını bırakıp gideceğine inanmak istiyor. O kadar çaresiz ve o kadar zavallı… Tek hedefe kilitlenmiş durumda: Nare, gözünün önünden çekilirse her şey yoluna girecek. Öfkenin onu ele geçirdiği anların birinde, çocuğunu satın almaktan söz edişi çok manidar. Parayı da hazmetmiş değil, Sancar. Bütün mütevazı görüntüsünün altında, o fakir çocukluk yıllarının hırsı köpürüyor ve artık tamamen kontrolünü kaybetmiş durumda. Asla onaylamıyorum, asla hak vermiyorum ama “korku”sunu anlıyorum. İnsan korktukça zalimleşir, zalimleştikçe daha da korkar. Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu korkuyla yüzleşmek ve onun üstüne gitmeyi becerebilmek ama Sancar’ın bu noktaya gelmesine çok var. Çocukluğundan beri biriken; fakirliğin, küçük görülmenin, aldatılmanın, yalnız bırakılmanın öfkesini sonuna kadar kusacak. İçinde söylenmedik, yaşanmadık hiçbir şey kalmayana kadar kusacak ve ancak ondan sonra “kendini öldürmeden” inanmayı, kabullenmeyi ve yüzleşmeyi kaldırabilecek. O noktaya gelene kadar da kızı hariç, etrafında kim var kim yoksa haklı haksız demeden kırıp dökecek. Peki, bütün bunları yapmaya hakkı var mı? Hayır, yok! Yok ama biz bunu büyük resmi görerek söylüyoruz oysa Sancar, o resme anahtar deliğinden bakıyor. Görebildiği de sadece kendisi…
Bugüne dek öyle ya da böyle bir koltuk değneği vardı onun: Gediz. Düşmesini engelleyen, güç veren, adımını kolaylayan… Gel gör ki Gediz’in de Nare’ye tutulması ve en mühimi ona “inanması”, Sancar’ın koltuk değneğini de çekip aldı elinden. Sancar ve Gediz, bunun hesabını görürler görmesine ama ben kendi durduğum yerden gördüğümü de söylemeden geçemeyeceğim. Geçen haftaki yazımda, Gediz’in Nare’ye aşkı için “İnsan duygularından sorumlu değildir ama davranışlarından sorumludur.” demiştim. Nare’ye âşık olup olmaması ayrı konu, böyle hissediyor diye Gediz’i suçlamam da idam sehpasına çıkarmam da amaaaaaa gel gör ki bunu davranışa dökerse yani Nare için Sancar’la bir savaşa girişirse, kimse kusuruma bakmasın, ben orada Gediz’e hak vermem! İster tutucu deyin ister geleneksel deyin isterseniz aşkın engel tanımayacağıyla ilgili vaazlar verin; umrumda olmaz. Ben aşk için bile olsa dostluğu çiğneyip geçebilenlerden değilim çünkü. Üstelik Nare ve Sancar aşkı bitmiş, tarihe gömülmüş, küllenmiş filan değil. Adına “destan” denen ve hâlâ korları etrafa sıçrayıp ne var ne yok yakan bir aşk, hem Nare için hem Sancar için. Bunu göre göre, sağdıcının duygularını kendi ağzından işittiği hâlde, Nare’nin Sancar için kendini paramparça edip kanattığına ilk elden şahit olup da Sancar’ın suratına “Âşıksan inanırsın!” diye haykırıyorsa ağzından çıkanın haklılığını da görmem ve bu büyük faule, kırmızı kartı şak diye gösteririm.
Gediz’in ilk durduğu yer çok doğruydu. Nare’ye duygularını kabullendiği hâlde “Sancar’ın Nare’si, Gediz’in arkadaşı olur.” dediğinde bütün yüreğimle sarıp sarmaladım ve sonuna kadar destekledim ben onu. Nare’nin de ihtiyacı ona sorgusuz sualsiz inanan bir “arkadaş” çünkü. Nare’den Gediz’e yâr olmaz ki en başta kendisi biliyor bunu. Gerçi laf aramızda ben onun Sancar’a çıkışının gerisinde “Nare’yi senin elinden alacağım, bu savaşta ben de varım!” meydan okuması sezmedim. Nare’yi elde etmek gibi bir derdi olduğuna da bunun için bir savaşa gireceğine de inanmıyorum. O sadece kendi hissettiklerini sağdıcından saklamadı, hepsi o! Nare ile bir şansı olmadığını biliyor, Gediz ama ona âşık olduğuna inanıyor ve bu duygusunu da gizlemeden dürüstçe Sancar’a dile getirdi. Gel gör ki bu yaptığını aklamadı gözümde. Dürüstlük, eyvallah; duygularına, sevgisine sahip çıkmak başım gözüm üstüne ama bu bir dostluğu yok ediyorsa SU – SA – CAK – SIN Gediz Efendi!
Sancar baştan ayağa hatalı olabilir (ki öyle), ona çok sinirlenmiş de olabilir ve hatta Nare’ye bunu yapmaya hakkı olmadığını da düşünebilir (ki yine haklı), sonuna kadar Nare’ye inanıyor da olabilir ama yârin yanağından gayrı her şeyi paylaşmaya ant içtiğin adama bu yapılmaz. Yıllar önce bir öğretmenim bana “Kızım, her doğru dosdoğru söylenmez!” demişti. Çok da haklı… Boşuna boğaz, dokuz boğum denmiyor; bazen yutman, susman gerekir. Bu noktadan sonra Gediz ve Sancar kalır mı? Bilemem ama bildiğim; kalsa da bir yanı hep eksik kalır, güvenin de dostluğun da kardeşliğin de…
Ben, baştan beri çok sevdim Gediz’i. Nare’ye çok iyi geleceğine de inandım ama ben onu arada hep bir denge unsuru olarak görmek istedim. Sancar’ın dostluğundan vazgeçmeden Nare’nin yanında olmanın yolunu bulur sandım. Kim ne derse desin aşk, iki kişiliktir. Sancar’ın hatası sadece kendisini ve Nare’yi bağlar. Nare’nin savaşını, onun adına yapmak Gediz’in haddi değil bu bir; ikincisi Gediz, Nare’ye koşulsuz inandı ve “Âşıksan inanırsın!” diye gerçeği de en içten hâliyle dile getirdi, tamam ama unutmamak gereken bir şey var. Bunu olaydan 9 yıl geçtikten sonra ve olayın öznesi kendisi değilken yaptı. 20 yaşındaki Gediz, Sancar’ın yerinde olsa yine “Âşıksan inanırsın!” diyebilecek miydi? Yine bu kadar tereddütsüz Nare “Beni uzaylılar kaçırdı” dese inanabilecek miydi? Süslü cümleleri kurmak, bunlarla karşındakini etkilemek kolay; zor olan başına geldiğinde o sözün ardında durabilmek. Yanlış anlaşılmasın, Gediz’i oynamakla Nare’yi etkilemeye çalışmakla filan suçlamıyorum. O, öyle bir adam değil; içi dışında ve söylediği her şeye sonuna kadar inanıyor da ama “ergene karı boşamak kolay” derler ya benim kastettiğim tam da bu! Yaşamadan, sınanmadan, başından geçmeden söylenen kocaman sözler benim kafamda hep bir “Acaba?” oluşturur. Nare’nin şövalyeliğine savunmasını anlıyorum, hiç de suçlamıyorum ama önünü ardını düşünmeden yaptığı hamlelerden dolayı ve Sancar’la dostluğunu bu kadar kolay feda edebildiği için çok kızıyorum. Kardeşim dediğin adamın yüzüne “Senin acını umursamıyorum!” diyebilmek benim kitabımda yazmıyor, arkadaş!
Nare – Sancar ve Gediz üçgeninde işler iyice düğüm olurken gözden kaçan bir Akın var ki benim anladığım, yattığı yerde örümcek ağı gibi planlar kurmakta ve çok yakında hem Sefir’i hem de kendisini oyuna dahil etmeyi düşünmekte. O vakit geldiğinde Sancar’ın Gediz’e, Nare’ninse her ikisine de ihtiyacı olacak. Umudum Gediz ve Sancar’ın silahlarını kınlarına sokup bir anlaşma masasına oturmaları. Bekleyip göreceğiz bakalım.
Su gibi akan diyaloglarla ritmi çok iyi tutturulmuş bir bölüm izledim bu hafta Sefirin Kızı’nda ve ayrıca ağaçtan nikâhın imzasını tırnaklarıyla söken Nare’de Neslihan Atagül’e, final sahnesinde de hem Engin Akyürek’e hem de Uraz Kaygılaroğlu’na kelimenin tam anlamıyla bayıldım. Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük sırtlayan bütün set ekibinin emeklerine sağlık.
- Nare, Farsça kökenli bir sözcük ve güç, direnç anlamına geliyor.