Yazar: Sinem ÖZCAN
Bu akşam Savaşçı’yı izlemek üzere ekran başına geçerken niyetim tam olarak “Bi’ bakıp çıkcam.” durumuydu. Malum aynı temalı üç dizi, 15 gün içinde yayına girdiler ve en sona da Savaşçı kalmıştı. Aksiyon dizileri söz konusu olunca bende akan sular durur. Olmayan zamanımdan vakit yaratıp gününde olmasa da en az birini izleme planım vardı.
İsimsizler’in ve Söz’ün yayın günleri aynı ve o gün bir başka dizi izlediğimden gününde takip etme şansım yoktu ama ilk bölümlerden sonra Söz’de karar kılmış ve onu izleme listeme sokmuştum. Savaşçı için de “İzlemem için önemli bir fark yaratmalı!” kararındaydım. İlk Durak için oturdum ekran başına. Sadece ilk bölümü seyredip yazacaktım yani.
Yayına girdikten on dakika sonra oturduğum yerde bir dikleşip “detaycı bakışlarımı” takındığımı fark ettim çünkü olaya diğer ikisinden başka bir noktadan girmişti. Henüz hepimizin belleğinde çok taze olan 1
Albay Halil İbrahim Kopuz ve Yüzbaşı Kağan Bozok, bir komploya kurban gidip hapse düşmüşler, Albay’ın kurduğu Kılıç timinin diğer üyeleri de dağılıp gitmişler. 15 Temmuz günü, işler tersine döner. Yaşanan ürkütücü durum Silahlı Kuvvetlerde güvenlik zafiyeti doğurmuştur ve Kopuz Albay’la Bozok Yüzbaşı’nın derhal göreve dönmesi gerekir. İlk iş de onların hapse girmesiyle dağılan Kılıç Timi’ni yeniden bir araya getirmektir.
Diğer iki diziyle aşağı yukarı benzeşen bu konu, 15 Temmuz’a bağlanması ve hepsinden önemlisi kahramanların bireysel hikâyelerini ihmal etmeden vermesiyle diğerlerinden farklılaşmıştı.
Bölüm boyunca timin yeniden bir araya gelmesini ve ilk görevlerine çıkmalarını, bir şehit vermelerini ve daha önce kaybolan arkadaşlarının izini bulmalarını seyrettik. Bu noktada daha önce yapılmayan, ekstrem bir şey yoktu ancak bence diğer iki diziden çok önemli üç farkla karşıma çıktı Savaşçı.
İlki, görüntü
İkincisi beni özellikle İsimsizler’de çok rahatsız eden hamasi söylemleri neredeyse hiç taşımıyordu senaryo dili. Yine vatan, bayrak sevgisini hissediyorduk ama kocaman kocaman laflarla, uzun uzun cümlelerle değil. Burada da ağırlık görüntüye verilmişti. Dizi; sinema gibi görselliğin ağır bastığı bir tür… Bu sebeple de “Anlatma, göster!” kuralını çok doğru ve etkileyici uygulaması mümkün fakat bu yöntem, yönetmenin çok iyi olduğu durumlarda başarılı sonuç veriyor. Bunu bildikleri için sanırım, senaristler diyaloğa yükleniyorlar ve işin özü yok ediliyor.
Burak, şehit olduktan sonra, o kanlı bayrağın göndere çekilmesi sahnesi anlatmak istediğimi en iyi örnekleyen sahne bence. Burada şehit kanlarıyla sulanmış bayrakla, vatanın kutsallığıyla, şehitliğin yüceliğiyle ilgili paragraflar dolusu replik yazabilirsiniz. Oyuncu bunu çok da etkileyici canlandırabilir ama o birkaç saniyelik sahne kadar etkilemez beni…
Kayıp Serkan’ın babasını, Albay’ın karşısına koyarsınız; adamcağız “Çocuğunuz var mı?” diye sorar. Albay’ın gözleri dolar ve yutkunur. Siz orada bütün hikâyeyi anlarsınız. Üstelik o, çocuğunu kaybeden babanın sözlerinden çok duruşu, hâli vurur sizi. Hem o babaya hem de Albay’ın kaybettiği çocuğuna ağlarsınız ve hepi topu bir iki dakikalık sahnede izleyicinin bütün duygularını ayağa kaldırabilirsiniz. İşte bu, sözü az; eylemi ve duygusu çok sahneler bence çok yerli yerinde ve çok doğru kullanılmıştı.
Üçüncü fark ise castla ilgiliydi. Savaşçı, çok iddialı bir casta sahip değil. Hatta tanıtımlar sırasında kendi kendime bunun ne kadar dezavantaj olabileceğini, izleyiciyi ne kadar etkileyebileceğini sorguladım. Bölümü izleyince gördüm ki çok flash isimler kullanılmamış ama cast iyi yapılmış. Diğer iki dizide özellikle kadın oyuncular beni çok rahatsız etmişti. Hatta bu sebeple kadın izleyiciyi yakalamalarının zor olduğunu düşünmüştüm, hâlâ da öyle düşünüyorum. Burada ise başta Yıldız Çağrı Atiksoy olmak üzere kadın oyuncuların tamamını çok beğendim.
Albay Halil İbrahim Kopuz rolünde Murat Serezli’ye tek kelimeyle bayıldım. Diziyi izleme kararı almamda rolü çok büyük. Kopuz Albay’ı benim gözümde çok gerçek ve çok inandırıcı kıldı. Hele hapishanede saldırıdan hemen önceki sahnesinde tam anlamıyla vuruldum.
Küçücük bir rolde belki ama Aslı Hanım’ın şoförü Kubilay’da Onur Özaydın da çok başarılı geldi bana. Çok sade, çok iddiasız ama tertemiz bir oyunculuk çıkarıyor.
Tanıtımlardan beri beni düşündüren isimdi Berk Oktay. Fiziği bende hep nahif bir etki bırakıyor. Bu kadar sert bir rolde ne yapar bilemiyordum. Bölüm boyunca edindiğim izlenim: Berk Oktay, Kağan Yüzbaşı’yı doğru çıkarmak için çok uğraşmış. Bu gayreti zaman zaman kasılmasına sebep oluyor ve sahneleri donuklaşıyor. Yüzbaşı Kağan Bozok’un keskinliğini vermek adına bazen oyununu büyültmek zorunda kalmış. Özellikle hapishanedeki dövüş sahnesinde ve Serdar’ı kurtarmak üzere üsse dönemeyeceğini açıkladığı sahnelerde, o fazla zorlanma etkisini yoğun olarak hissettim. Belli ki Kağan’ı sevmiş Berk Oktay ve belli ki ruhunu vermek için de uğraşıyor. İlerleyen bölümlerde oyuncu rejisinin desteğiyle daha doğal ve başarılı hâle gelebilir. İlk bölüm için oyunculuğu çok büyük rahatsızlık vermediyse de “Tamam, Kağan Yüzbaşı olmuş!” duygusu da uyandırmadı. Umarım kısa sürede toparlanır.
Ekibin diğer üyelerini detaylı tanıma şansımız olmadı. Bunun çok doğru olduğunu da düşünüyorum. İlk bölümde bir sürü bilgiyi izleyenin beynine depolamak, hem yorucu hem de etkisiz olmasına yol açıyor dizinin. Küçük dokunuşlarla onların varlığı sezdirilip açılmanın gelecek bölümlere bırakılması çok isabetli olmuş.
Süleyman Çobanoğlu’nun kalemini Sakarya Fırat’tan biliyorum. Bu tür dizilerin senaristliği için çok doğru isimlerden biri. Volkan Kocatürk rejisini bundan önce ilk ve son kez Şubat’ta izlemiş ve orada da beğenmiştim ama Savaşçı’da bambaşka buldum. Hem çok farklı hem iddialı hem de çok çok başarılı.
“Bi’ bakıp çıkıcam!” diyerek oturduğum ekran başından “Ben bu dizinin takipçisi olurum.” diyerek kalkıyorum. İlk bölümü bu kadar lezzetli, çok az dizi izledim. İnşallah, gördüklerimiz göreceklerimizin fragmanıdır. Heyecanla haftaya pazarı bekliyorum.
Savaşçı’nın reytingi yüksek, ekran yolculuğu uzun ömürlü olur umarım.