BKM film imzalı Ramo’nun ilk tanıtımları dönmeye başladığında herkes gibi benim aklımda da Çukur’u oldukça andırmıyor mu sorusu belirmişti.Merakımı gidermenin yegâne yolu elbette seyredip görmekti, işin içine doğduğum memleketin havasını solumak fırsatı da girince tamam, dedim kaçış yok ilk bölüme bakılacak.
“Adaletin bu mu dünya?” mottosuyla yola çıkan Ramo, doğma büyüme Adanalı Ramazan Kaya’nın kurulu düzene, çalıştığı karanlık âleme bir başkaldırı öyküsü olarak sunuluyor bize. Emrinde çalıştığı Cengiz Bey’in Ruslarla işbirliği yaparak İstanbul’daki büyük patronlara ihanet ettiğini öğrenince “çakallıktan çıkıp aslan olmanın“ vaktinin geldiğine hükmediyor, malları kaçırıp saklıyor ve güce giden yolda ilk hamlesini yapıyor. Elbette bu noktada İstanbul’un Ramo’yu ciddi bir sınava tabii tuttuğunu, danışman Yavuz’un onu Cengiz’e ispiyonlayarak yem yaptığını, karşılığında “av köpeğinin”sadakatini beklediğini es geçmek olmaz. Talihsiz bir olay sonucu Boz da bu denklemde yerini alınca Ramazan bir seçim yapıyor, patronu Cengiz ve Neco’nun hayatına mal olan bu seçimleyse asıl hikâye başlıyor.
Aslında günümüz Taşkapı’sına yapılan bir polis baskınıyla karşıladı öykü bizi ki burası özellikle rahatsız edecek kadar Çukur esinlenmesi taşıyordu benim açımdan. Ramazan’ıararkenBoz’u karşılarında bulan memurların “Nerede Ramo?”sorusuna aldıkları “Ramo her yerde, Adana’da her yol ona çıkar!”cevabı biz seyircilere hikâyenin sondan başladığını da açık etmiş oldu. Böylece hükümranlığını ilan etmeyi başardığını anladığımız kahramanın yolculuğundaki kilometre taşlarına şahit olacağımızı gördük ve akabinde aylar öncesine döndük. Bu tip zaman atlamaları işlenişte sıklıkla karşımıza çıkıyor ancak bu noktada sürpriz unsurunu elde tutmak önemli mesele. Boz’un ölmeyeceği en başından belliyke, Ramo’nun güce yolculuğunun da sonuç vereceği ortadayken seyirciyi hikâyeye bağlamak kolay değildir, hele de olay örgüsü karmaşıksa. Zaten bu husus ilk yarıda ağır ilerleyen akışın ve seyrederken sıkılmamın en önemli etkenlerinden biri oldu. İstanbul sonrası ikinci yarıda tempo biraz yükseldi ama orada da anlatımdaki kopukluklar ve dağınıklık, tüm karakterleri verme çabası beni çok rahatsız etti. Ana karakterlerin üstü kapalı geçildiğini de belirtmem gerek. Boz haricinde hâkim olabildiğimiz tek bir karakter yok, özellikle Ramo’yu sadece başkalarının ağzından dinledik. Bütünden çıkarsak hiç fark edilmeyecek yarıda kalmış sahnelerin alameti farikasını da anlayamadım. Sibel’in arkadaşı Aysun hâlâ Ramo’nun onu bıraktığı otel lobisinde bekliyor mesela, aynı şekilde kayıp Erci de zavallım ,”Az bekle seni gelip alacağım” diyen Ramazan’a inandıysa daha çok bekler benden söylemesi. Ha, eğer mahalleye geldiyse buna dair ne bir replik duyduk ne de annesinden bir teşekkür gördük. Bu arada Musti ile Aptik çaldıkları drone’u bir kullanabilselerdi keşke…
Replikler ve şive de en az anlatım kadar sıkıntılıydı ne yazık ki. “Benim için ölür müsün”ler, “Sevdiklerimi koruyamazsam ölürüm”ler, “Ya bacını ver ya çek vur”lar… havada uçuşunca benim bir içim çekildi doğrusu. Sevgi sözcüklerinde biraz daha yaratıcılık, inandırıcılık beklemek seyirci olarak hakkımız diye düşünüyorum; bırakalım Yeşilçam replikleri yerlerinde kalsın, lütfen! Şiveyi de ya hakkını vererek kullanırsınız ya da kullanmazsınız. Bazen var bazen yok, kimi yerde olmuş kimi yerde olmamış bir şive o kadar sinir bozucugeldi ki bana Pompacıların tamamı İstanbul Türkçesi konuşsalar bu kadar rahatsız olmazdım.
Gelelim asıl can alıcı noktaya. Başka bir işten etkilenme durumu ara sıra karşımıza çıkıyor, makul boyutlardakine de ses edeni pek duymadım. Ancak burada kelimenin tam anlamıyla afalladığımı söylemeliyim. Peaky Blinders‘a aşina olanlar nedenbahsettiğimi gayet iyi anlayacaklardır. Benzerliklerin bu kadar fazla olduğunu görünce kendimi yasal uyarlama var mı diye bakmak ihtiyacında hissettiğimi söylemek zorundayım. İlk defa böylesi bir şeyle karşılaşıyorum. Konudan, ana karakterlere; Hala Fidan’dan, aile meclisine, ekle ekleyebildiğin kadar… Neyse, herhalde vardır bir bildikleri demekten fazlası gelmiyor elden!
Ramo ve Boz ilk bölümde en göze çarpan karakterler oldular. Murat Yıldırım iyiydi, hiç yadırgamadım. Görkem Sevindik’e de inandım. Boz daha önce de belirttiğim gibi, bize ana kahramandan daha tanıdık zira annesi devamlı şiddet gördüğü kocasını öldürüp hapse girince Fidan’a emanet edilmiş olduğunu, Ramo’nun kardeşi Fatoş’la ilişkisini bile açtı bize hikâye. O Ramazan’a kan bağıyla bağlı değil belki ama onlarınki de kardeşlik; temelinde vicdan, adalet, güven, sevgi olan Ramo’nun uğruna aile meclisinin, amcası İsmail Kaya’nın kararını bile çiğnediği bir kardeşlik. Bundan sonra da çıktığı yolda halası Fidan’la birlikte en fazla güveneceği kişinin Boz olacağına şüphe yok. Belli ki Ramo yüreği temiz bir kahraman lakin bunu ancak başkalarının gözünden görebildik biz, öykü bize henüz onu açmadı. Fakat Ramo’nun bir yarası var: Gördüğü rüyalarda, sessiz mezar ziyaretlerinde bunu sezebiliyoruz. Babası öldürülmüş; kim, neden, nasıl yapmış bilmiyoruz ama Fidan’ın “Kadınların sözünü dinlemedi, inatçıydı.” söylemiyle açıklanacak kadar basit değil gibi görünüyor mesele. Bu yüzdendir ki “Adana’yı ben yönetebilirim.” cümlesinin ardında, mutlak güç arzusunda öte bir şeyler olduğu hissi uyandı bende ister istemez. Sibel’le de arasında, kestiği ama koparıp atamadığı bir ilişki olduğunu gördük ancak itiraf etmek zorundayım ben o ilişkiden zerre duygu alamadım, repliklere hiç değinmiyorum bile. Anladığımız; ikisi de birbirlerine farklı zamanlarda, farklı yüzlerini gösteriyorlar ve iki tarafın da mutlu olduğu bir durum değil bu. Ramo Sibel’in hem kardeşini hem de babasını gerçekten öldürdüyse sınavlarına bir yenisi daha eklenecek belki de en büyük sınavını sevdiği ama aynı zamanda acı çektirdiği kadınla verecek, Yavuz’un da dediği gibi “Ateşle oynayan yanmayı bilecek!”
Hikâye’nin İstanbul ayağında Yavuz’un ikircikli tavrının ardında keskin bir zekâ, oyun içinde oyun göremezsek Ramo’nun ilk avının keyfi çıkmaz, benim baktığım yerden zira aksiyon – mafya hikâyeleri hiç boşluk kaldırmıyor, sağlam bağlantı istiyor maalesef. Öte yandan Cengiz’in bu kadar çabuk aradan çekilmesine şaşırdığımı söylemeliyim, ciddi sürpriz oldu benim için. Tabii bu durumda meydan Halef, Sibel ve annesi Neslihan’a kalıyor ki, karşıda da Fidan’ın olduğunu düşünürsek kadınların fazlaca söz sahibi olduğu her duruma varım ben, ellerinden geleni artlarına koymasınlar! Yalnız Kaya ailesine bir dipnot açmazsam içimde kalır: Hanımlar, beyler; Boz’u çok kolay harcadınız amma vermeye bir başladı mı insanoğlu, onun sonu gelmez bilin istedim.
Hep söylerim hikâyeyi izleten, seyirciyi içine çeken dünyasıdır. Kurulan evrene ikna oldun mu derseniz Çukur zihnimin bir köşesinde dururken buna yüzde yüz evet demem mümkün değil, korkarım ki. Belki ilerleyen zamanlarda biraz daha kendisinden bir şeyler koyarsa Pompacılar, tekrar gözden geçiririm düşüncelerimi. Aslında huysuz bir seyirciyim ben. Şehir değişimlerinde ekranı kaplayan kocaman isimlere bile pek ısınamadım ama farklı bir şeyler denemeye çalıştıkları için ses etmiyorum.Rejiye de çok iyiydi dersem hak yemiş olurum, sebeplerini daha önce sıraladım. Görüntülere, planlara özenilmişti amennaancak o ruhu yakalayamadım ben. Havadan drone çekimleri, kalabalıklar, dumanlar, atraksiyonlar gördük ancak nereye bağlanır diye baktığımızda hepsi boş çıktı ne yazık ki. Ve jenerik, yine jenerik… Söylemekten asla bıkmayacağım, jeneriksiz dizi kapaksız kitaba benzer, eksiktir! Bu alışkanlığın bir an evvel terk edilmesini içtenlikle diliyorum.
Ramo, erkek izleyicinin sevebileceği bir iş, tabii vaat ettikleri gibi kadınların sözünün geçtiği bir dünya kurabilirlerse bu tip bir iş için farklı bir tavır olur, takdir ederim.Günün sonunda ben daimi izleyicisi olmasam bile konuyu ve castı seven seyircilerin ilgi gösterebileceği kanaatindeyim, yolu açık şansı bol olsun.
Yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık…