Masumlar Apartmanı, baştan beri çok beğenerek, rejisine ve oyunculuklarına hayran olarak ve her bölüm üzerinde uzun uzun düşünerek takip ettiğim bir proje. Sevgili Irmak’ın yorumlarını da büyük bir zevkle ve “Aaa, evet bu da vardı!” diye diye okuyordum ancak okul programının aşırı yoğunlaşması nedeniyle yazmaya bir süre ara vermek zorunda kalınca açıkçası uzun süredir yazmak için avcumu kaşındıran bu işi bir süre de benim gözümle görün istedim.
Çok ağır ve zor hayatlar süren insanlar yaşıyor Masumlar Apartmanı’nda. Dışarıdan bakınca bazen “Ayyy, iyi ki böyle değilim!” bazen de “Bunun bir benzerini ben de yaşadım.” dediğimiz durumlar, acılar, süreçler görüyoruz ekranda. Gel gelelim hepimizin içinde, birebir aynısı olmasa da kökeni “sevgisizlik” olan başka acılar, kırılmışlıklar ve belki travmalar var. Evet, belki Derenoğlu ailesini yıkıp geçen kadar ağır değil; belki İnci, Ege ve dedesininki kadar yıpratıcı da değil ama var işte! Hepimizinkinin kökleri çocukluğumuza mı uzanıyor ya da Derenoğlu ailesindeki travmanın kaynağı yalnızca sevgisizlik mi bilemem ama bu hafta bölümü, Han ve Gülben’in “sevgi” odaklı konuşmalarıyla açtık. Biri aradığı sevgiye kavuşmuş, diğeri onu bir masal dünyasında yaşatmaya çalışan iki kardeşin hüzünlü sohbetinde en can alıcı ifade, kuşkusuz Han’ın Gülben’e söylediği “Ne olur artık kendi sesini duy, onunkini değil!” repliğiydi. “Onunki” yani Safiye… İyi de Safiye’nin sesi, kendi sesi mi? Değil! Annesi konuşuyor Safiye’nin ağzından… Annenin derinine inip baksak belki de o da bir başkasını seslendiriyordu, bu döngü geçmişe doğru döne döne gider aslında. Ama âna döndüğümüzde kimin konuştuğunun da önemi kalmıyor; önemli olan, yılanın çatallı dilinden çıkıp başka yürekli yakan zehir…
Safiye, kendi travmasına yıllar önce teslim olmuş; hayatından söke söke alınanlar için mücadele edememiş. Sadece onun değil bütün çocuklarının hayatını kendi elleriyle boğup öldürmüş annesini, yüreğinde bir mermer kaideye oturtup ona tapınmayı seçmiş. Olayın “bükemediğin eli öp” kadar basit olmadığı kesin. Belki onun sevgisini istemeyen anneyi “ona inat” severek bir tür intikam aldı, belki de başka yol bilmediği için “Hasibe” olmayı seçti. Hangisi olursa olsun Safiye’nin yaralarından akan irin, bütün aileyi zehirliyor. Baştan beri Safiye’yi izlerken acımayla kızgınlık arasında gidip geliyorum. Evet, içim acıyor! Hiçbir çocuk bu kadar ağır hasarı hem de annesinin elinden almayı hak etmiyor ve evet, kızıyorum; kendi yaşadıklarından da ağır bir zulmü çevresine reva görüp zaman zaman bundan sadistçe bir zevk aldığı için. Biliyorum, şimdi bana “Ama bilerek yapmıyor ki…” diyenleriniz olacak. Farkındayım ama Safiye’nin iç dünyasında zaman zaman annesiyle hesaplaşmalarını da anneye öfkesini de görüyoruz. Evet, o bir kurban ama henüz farkındalığını bütünüyle yitirmiş bir kurban değil. Mücadeleyi seçmiyor, zordan kaçıyor. Han çok haklı: O, hayattan korkuyor! Hayattan korktuğu için de hayata karışmayıp çevresindekileri kendi çemberinin içinde tutmaya çabalıyor. Bundan en büyük nasibi alansa Gülben!
Açıkçası Han, Gülben’le konuşana dek ben onu tam değerlendirememiştim ama Han “Sen numara yapıyorsun!” dediğinde zihnimde ışık yandı. Gülben, annesinin gazabına ilk elden muhatap olmamış çünkü Safiye onun önünde durmuş. Ne zamanki anne ölmüş ve Safiye, anneliğe soyunmuş işte o vakit Gülben’in çilesi başlamış. Hasibe’nin “uğursuz”u olan Safiye, kendi “uğursuz”u olarak Gülben’i seçmiş çünkü. Gülben, Safiye’den farklı… O kendine bir kaçış noktası bulmuş. Kitaplardan öğrendiği romantik, pembe bir masal dünyası kurgulamış kendisi için. O dünyada Gülben; âşık, aşkından cesaret alan cesur bir kadın ve bir gün aşkının gücüyle de zincirini kıracak ( – tı ). Ta ki beyaz atlı prensi Esat ona “Seni sevmiyorum!” diyene kadar… Han’la yaptığı sevgi konuşması ve Han’ın ona “Kendi sesini duy!” öğüdü bir kez daha cesaret verdi Gülben’e. Bu kez, kesin ve sonuç alacak hamleyi yaptı ve Esat’la “mutlu bir birliktelik” (!) yaşamak üzere adımını attı. Ne var ki Esat onun kurgu dünyasındaki romantik prens ama reelde o masalın kahramanı olmaktan çok uzak. Bana sorarsanız Gülben’in, onu her şeyiyle sevecek, her şekilde kabullenecek kendini ona adayacak birine ihtiyaç var. (bkz: Bayram)
Han, Gülben’e “Sen benden bile cesursun!” dediğinde bir durdum. Evet, zaman zaman depreşen bir deli cesareti var onun, Han haklı ama günün sonunda Safiye tarafından o cesaret bir biçimde söndürülüyor. Bu kez de Safiye kitaplarını camdan aşağı fırlattığında içindeki o cesur kadın ayaklanıp Safiye’yi canını en fazla acıtacak yerinden vurdu. Hepimiz havada uçuşan elbiseleri gördüğümüzde bir “Oh!” çeksek de gelecek adımdan emin olmadığım için ben bir duraksadım. Bundan sonraki Safiye – Gülben ilişkisi beni düşündürüyor çünkü. Safiye’nin “Bana ne yaptığını gördün mü?” deyişi onda bir değişim olmayacağının ipucu. Bu kez de kendi yaptığına değil kendisine yapılana odaklanmış durumda çünkü. Han’ın getirdiği yeni kitaplara kayıtsızlığı da Gülben’in bundan sonrası için düşündürücü. Eğer o kitapları alıp coşkuyla kabullenseydi o zaman “masal dünyasını” ve tabii umudunu korumaya çalıştığını düşünecek ve Gülben için sevinecektim ama Esat’ın “Seni sevmiyorum” deyişi o pembe dünyayı kökten yok etmiş de olabilir ve o zaman Gülben’in tutunacak dalı kalmayabilir. Bu da bir kez daha ve kesin olarak Safiye’ye biat etmesini getirebilir. Her ne kadar merdivende karşılaştığı İnci’ye tavrı bana bir umut vermiş olsa da Safiye etkenini dikkate alınca onda, belki de ilk kez annesini gören Gülben’in yeni bir Safiye olma yolunda ilerlemesinden de korkmuyor değilim. Bu arada söylemezsem dilim şişer. İnci ve Gülben sahnesinde duygu bu kadar yoğun ve etki bu kadar can alıcıyken ürün reklamı yapmayı da hiç anlamadım ve anlamayacağım. İzlerken bir anda üzerime buzlu su dökülmüş gibi irkildim ve çok canım sıkıldı. Bu kadar vurucu bir ânı heba etmeden bir krem sürdürülemez miydi, çok merak ediyorum.
Gülben’in ev içi dengeleri değiştireceği kuşkusuz. Han’ın öğüdüne uyup kendi sesini durmaya karar verirse bu Gülben ve Han’ı aynı cepheye de çekecektir ve Safiye’nin iyiden iyiye yalnızlaşmasını da sağlayabilir ancak son sahnede İnci’ye kendi dünyasının (!) kapısını açan Han’a ve o görüntülere tanıklık eden Safiye’ye bakınca Gülben’in tavrı ne olursa olsun her şeyin bir kez daha altüst olacağını görmek de zor değil.
Bana sorarsanız Han, Safiye’den sonra evdeki en travmatik birey. Üstelik o bir noktada Safiye’den de tehlikeli çünkü dış dünyayla bağlantısı var. Evdeki herkes, kendi iç dünyalarında hesaplaşmalar, acılar ve ıstıraplar yaşarken sadece Han, dışarda da kendine bir dünya kurmayı başarmış durumda. Üstelik İnci, ona yeni bir ışık oldu. Han’ın belki de kendisi dahil gerçekten sevdiği, sadece kardeşleri var. Her birinin ayrı travmasına, her birinin hayatını ayrı ayrı güçleştirmesine karşın Han, onları gerçekten seviyor ve bir arada tutmak için savaşıyor. Ancak kendini bir şekilde şarj etmek zorunda. Bugüne kadar “çöplerin prensi” olarak bir alan açmıştı hayatında ve yeni yeni öğreniyoruz ki bir de Melek Öğretmen faktörü var.
Anne kucağının sıcağını hiç bilmeden yatılı okula yollanan Han’ın karşısına okulda çıkan bir melek o! Erkek çocukların ilk aşkı anneleridir, malum ama Han o ilk aşkı hiç duyamadan, soğuk ve yabancı bir dünyaya gönderilmiş. Anne figürünün yerini de ona ilk kez “İyi misin?” diye soran kadın almış. Ona anlatmış, onu çınar gibi görmüş, sırtını ona yaslamış; taaa ki o gidene kadar… Melek Öğretmen’in kendisini terk ettiğine inanıyor; işin aslı ne, şu an için bilmiyoruz ama o terk edilişi kendi dünyasında onunla dertleşmeyi sürdürerek telafi etmiş. Şimdi de çöpten bulduğu mankeni “Melek” yapıp yüreğini ona dökmeyi sürdürüyor. Gülben’in masal dünyası gibi Han’ın Melek’i de bir tür paralel evren yaratmak aslında. Ancak Han’ın Gülben’den farkı, o kendisiyle yüzleşebiliyor ve bu yarattığı evrenin kendi kurgusu olduğunun da farkında. Gülben gibi gerçeklik algısını kaybetmemiş henüz. Bu, aslında onu diğerlerinden ayıran en önemli detay. Han, sağlıklı olmadığını da olmadıklarını da pekâlâ biliyor ve cansız bir mankene de olsa içini dökebiliyor olmak onu bir biçimde ayakta tutuyor. Üstelik şimdi hızla Melek’in yerini almaya hazırlanan bir de İnci var, Han için. İnci’ye duygusu aşk mı tartışılır. En azından benim aşk tanımım değil onun durumu. İnci ile Melek’in bir ortak noktası var. Her ikisi de Han’a “İyi misin?” sorusunu yöneltmişler. Han, onların kendisini önemsediğine inanıyor. Melek, Han’ın hayatının ne kadarını biliyordu ya da 9 yaşındaki Han, o dönemde neler yaşamıştı bilemiyoruz ama çok ani bir kararla İnci’ye kendi dünyasının kapısını açtı. Üstelik bunu sözcüklerle hafifletmeden o dünyayı pat diye gözünün önüne getirerek yaptı.
İnci, baştan beri Han’ın duvarını seziyor ve dile getiriyor. O duvarı aşamadıkça da ilişkinin adının “evlilik” olması onu gerçek bir birliktelik yapmıyor ikisi için de. Han’ın gizlediklerinin, ilişkilerine engel olduğunu düşünmekte sonuna kadar haklı İnci ama bizim bildiğimiz, onun bilmediği gerçek de o duvarın gerisindekilerle yüzleşmesinin çok zor olduğu. Han, belki İnci’yi kaybetmemek adına belki de gerçekten artık yardıma çok ihtiyacı olduğunu hissettiği için kendi dünyasını açtı ona ve bundan sonrası İnci’nin gücüyle ilgili. Han’ın en büyük korkusu, “Gerçekleri bilirse gider!” çünkü Melek Öğretmen’in de dayanamayıp gittiğini düşünüyor. Buna rağmen ilk defa bu korkuyla yüzleşmeyi göze aldı. Şimdi top İnci’nin kucağında… O da kendi yaşadıklarından dolayı benzer adamları seçiyor, bir şekilde. Alkol sorunu olan Uygar’ı “düzeltebileceğine” inanmaya çalışmış şimdi de Han’ın onun desteğine ihtiyacı olduğunu seziyor ve gerçekten de o destek gerekli Han için ama İnci bunu göğüsleyebilecek kadar güçlü mü, işte orada şüphelerim var. Göğüslemeye kalkışsa da gücü ne kadar yetecek bilemiyorum. Suçlamıyorum da İnci’yle empati yaptığımda gördüğüm tablo beni deli gibi korkutur ve belki de mücadeleyi göze almadan kaçmama neden olurdu, bilemiyorum. İnci, içindeki Nightingale yüzünden elinden geleni yapmaktan kaçınmayacaktır ama olayın boyutu, onun da boyunu aşıyor. Bu noktada Uygar’ı alkol tedavisine ikna etmek için uğraştığı gibi Han’ı ve ailesini de tedaviye zorlaması büyük ihtimal ki en doğrusu da bu ama ilk engeli de Han’ın koyacağı çok açık.
Han Derenoğlu; iyi eğitimli, kültürlü, modern bir iş adamı görüntüsü çiziyor ve baktığınızda bu adamın evdeki sorunlara yaklaşırken bir tıbbi destek düşünmesi de çok normal ancak travmatik Han için bu, çok zor. Evdekileri tedaviye zorlamak kendisinin de tedaviye ihtiyaç duyduğuna ikna olmak bir anlamda ve Han, kendi sorunlarının farkında olsa da şu an hâlâ çözemediğim bir nedenle profesyonel destek almayı hiç düşünmüyor ve bu seçeneği yok sayıyor. Bu adama “tedavi baskısı” ile ulaşmaya çalışmak ne kadar sonuç verir, emin değilim. Emin olduğum tek şey, dedesi ve kardeşiyle sorunlarını çözememiş, baskıya boyun eğmese de bunu her fırsatta yalanla savuşturmak kolaycılığını benimsemiş İnci’nin, Han ve ailesinin sorunlarını sırtlamasının da çok zor olduğu. Bu noktada ne yazık ki “aşk” yeterli merhem olamayacaktır. Onun Han’ı bırakıp kaçacağına hiç inanmıyorum ama Han’ın özlediği sakin ve huzurlu aileyi de sağlayabileceğini düşünmüyorum.
Bu bölümün kuşkusuz en çarpıcı ifadesi: “Seni, dünyaya getirenler sevmediyse eğer, bütün dünya seni sevse de sevgisiz hissedersin.” repliğiydi. Derenoğlu ailesinin her ferdi, sevgisizliğini gidermek için kendince bir yol arıyor ve arayacak. İnci ve ailesi de o yolların kesiştiği duraklardan biri olmayı sürdürecek. Han ve İnci’yi “yukarı daire”nin kapısında gören Safiye’nin yaratacağı kriz, hangi taşları nerden yuvarlayacak, bekleyip haftaya göreceğiz.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan herkesin emeklerine sağlık.