Gözlerinizi kapatın ve kendinizi, bir masalın içinde hayal edin. Masalınızın hüküm sürdüğü dünyayı, şeker tadındaki kahramanları ve bolca mutluluğu düşünün. Bir masala inanmak; yalan dolanlardan uzak, gerçek hayatın tüm acılarını bir kenara bırakarak bir düşe inanmaktır. Çocukluğumuzda hayal gücümüzü besleyen masallar, yetişkinliğimizde acılarımızdan kurtulmak için seçtiğimiz, kendimizi ana kahramanı olarak içine yerleştirdiğimiz bir kaçış yoludur. Ancak unutulmamalıdır ki bazen, insanlar için bir kaçış noktası olan masal dünyasından gerçeğe her dönüş, sancılı olur tıpkı Masumlar Apartmanı’nda Gülben’e olduğu gibi.
Masumlar Apartmanı’nı izlediğim ilk günden beri düşündüğüm, Gülben’in okuduğu aşk romanları içinde kendi masalını yaratmış bir karakter olduğuydu. O, gerçek hayatında yaşamayı arzuladığı aşkı, okuduğu hikâyelerin içinde yaşayan bir kadın. Esat’a karşı duygularını fark ettikten sonra Safiye’nin ilk iş olarak onun okuduğu romanları yok etme arzusu, onun o dünyadan nasıl etkilendiğini ve onların içinde nasıl bir hayat kurguladığını gösteren en net delil. “Beni öldür ama onları alma, onlar benim tek şeyim.” dediği an, izlerken en etkilendiğim sahneydi. O aşk romanları, Gülben’in hayatında ona ait olan nesne. İçinde birbirinden acı birçok anıyı barındıran o evi ya da Safiye’nin direktifleriyle idare edilen hayatını düşünün. Ne o ev onun ne de o hayat ama o kitaplar söz konusu olduğunda her şey çok farklı. Onlar Gülben’e özel, onun tek başına kendi dünyası ve her şeyden önemlisi, kurduğu masalın en önemli materyalleri, esin kaynakları… Safiye’nin onu kaynar suda yıkanmaya mecbur etmesinden bile acıtıcı olan, onları kaybetme korkusuydu. Aşk kitaplarına verdiği değer göz önünde bulundurulduğu zaman bu bölüm, babasının okuması için tavsiye ettiği kitaba burun kıvırışı aklımı kurcalayan bir nokta oldu. Bu, hem Esat noktasında kendi dünyasında kurguladıklarının gerçeklerle çarpışması sonrası yaşananlara verdiği buruk bir tepki hem de babasına karşı net bir tavırdı. Gülben’in, muhtemelen Safiye kaynaklı olarak gelişen bir baba tepkisi var ancak bunu sadece Safiye’ye bağlılık üzerinden okumak doğru olmayacaktır. Han’dan tutun da Neriman’a kadar herkesi ama bakın herkesi idare eden bir Gülben var ancak ne zamanki oklar babaya dönüyor işte o zaman her şey değişiyor. Geçmişte yaşadığı baba ilgisizliğinden olsa gerek, babaya karşı pek göstermediği bir burukluğu var ve bu, gün geçtikçe su yüzüne çıkıyor. Gülben’in, “ailem için” motivasyonuyla yola çıktığı nüfus müdürlüğü sahnesi ve Neriman’ın zorla yıkanmasına karşı gelişi izlenmeye değer sahnelerdi. Onun, nüfus müdürlüğü kapısında tepetaklak oluşuyla aslında yaşamına dair bir başka kapı aralandı. Gülben’in dış dünyayla karşılaştığı zamanlarda tepkilerinin ne kadar ağırlaştığını bir kenara not edip sonrasında şunu sormak lazım: Han’ın şirketine gittiği gün, en azından ilk başta neden böyle olmadı? O şirkete giden Gülben’le nüfus müdürlüğüne giden ürkek kadın arasında çok temel bir fark vardı. Şirketin kapısından içeri giren Gülben, içinde yaşadığı o masalların kahramanı olan Gülben’di. Şirkete gittiği gün, aslında “beyaz atlı prensi” Esat’ı görmeye gittiği gündü ve o an, gerçek dünyadan oldukça uzaktı en azından Esra’yla Esat’ı yanlış anlayana kadar. Kendi kurguladığı bir masal dünyasına değil de “gerçek” dış dünyaya çıktığı her an, onun için travmatik olmaya devam edecektir çünkü o da en az Safiye kadar dış dünyadan korkuyor.
Bugüne kadar karşımızda her daim Safiye’yi destekleyen bir Gülben vardı. Ancak bu bölüm, Neriman’ı yıkadığı sırada Safiye’yi kolunda çekip itmesi, kritik bir eşikti. Gülben, kendi hayatını Safiye’ye teslim etmiş, ona karşı kazanabileceği bir savaşı olmayan bir karakter. Ancak, uzun yıllar içerisinde geldiği noktaya karşı duyduğu rahatsızlıktan kaynaklı verdiği bu tepki, hem bir abla olarak kardeşini koruma içgüdüsünü hem de kendi yaşamından vazgeçmiş olsa bile kardeşinin, kendi yaşadıklarını yaşamaması için verdiği bir savaşı simgeliyordu. Neriman’ın yıkanışı sırasında verilen flashback sahneleri üzerinden Gülben’in altına kaçırma probleminin çocukluk yıllarına uzandığına dair bir done sunuldu. Altına kaçırma probleminin başlangıç noktası, Safiye’yle annesi arasında geçen o andı ve yıllar önce, bu problemi doğuran bir olayın benzerinin bugün yaşanması, ablasına verdiği tepkinin büyüklüğünü anlamak için yeterli olacaktır.
Bu hafta izlediğim bölüm sonrası, Han’ın değişimi ve İnci’yle ilişkisi üzerine uzun uzun düşündüm. En başından beri hikâyede Han’ın ürkütücü bir yanı olduğu vurgulanıyordu. Han, o aile içerisinde sıkıntısı en az gibi görünen ama aslında diğerleri kadar derin travmaları olan bir karakter ve yaşadığı bu travmaların etkilerini; çöp topladığı sahneler, İnci takıntısı ve ona karşı sergilediği tavırlardan okumak mümkün. İnci’yle tanıştığı ilk andan beri Han için düşündüğüm şey, onunla hayata döndüğü ve tam da bu sebepten İnci’yi hayata dönüşü için bir köprü olarak gördüğüydü. İnci’yi yaşamla arasında bir köprü olarak görmesi, mevcut durumda hem İnci’nin onun hayatındaki gerekliliğini arttırıyor hem de Han’ın kaybetme korkusu eşliğinde yapabileceklerinin sınırsızlığını gösteriyordu. Ancak ne yazık ki, Han’ın içinde bulunduğu durumu ve yaptıklarını sadece kaybetme korkusu üzerinden okumak oldukça zor. Onda mevcut olan şey, aslında bir çeşit kontrol manyaklığı. O, evlendikleri andan itibaren İnci’nin hayatını kontrol etmeye soyunan bir profil sergiledi. Bu bölüm, İnci’nin babasına yaptığından tutun da radyoyu satın alma noktasındaki tavrına kadar hepsi, İnci’nin hayatını kontrol etme argümanıyla doğru orantılı şekilde ilerledi. Uygar konusunda İnci’ye dayatmaya çalıştıkları üzerinden uzun bir süredir Han’a dair bazı çıkarımlarım vardı ki bu hafta yapbozun son parçaları da tamamlanmış oldu. Han’ın bakış açısından, olaylar karşısında karşı tarafın fikrinin önemi yok. Eğer bir şey ona göre doğruysa direkt harekete geçiyor. Karşısındaki ne der, ne düşünür demeden, etik midir değil midir sorgulamadan, hiç empati yapmadan sadece planını devreye sokuyor. İnci’nin babasının başına gelen bir olay var ve bunun sorumlusu görünen o ki Han! Buna rağmen bu bölüm, Han’ın yüzünde ne bir pişmanlık, ne bir korku ne de sevdiği insanın babasının zarar görmesi sonucunda yaşayacağı acıya dair bir empati yoktu. Tam aksine yaşadığı sadece, yakalanma kaygısıyla yer yer panikledi, hepsi o. Ayrıca bölüm başında İnci’nin babasıyla gerçekleştirdiği konuşma sırasında bir hareketi var ki endişelerimi ikiye katladı. Konuşma sürerken masa altında ayağıyla yaptığı böcek ezme hareketi Han’ın, babayı nasıl gördüğünü bana kanıtlamaya yetti.
Bölüm boyunca Han’ın üzerine düşünmemi sağlayan iki sahne daha oldu. Bunlardan birincisi İnci’nin kurduğu evlilik hayallerinden ne kadar uzakta olduğunu gösteren yer, ikincisiyse muhtemelen her acı çektiğinde kağıtlara sığınmasına neden olan annesiyle arasında yaşananların verildiği sahneydi. İnci-Han ilişkisinde, sürekli hayaller kuran tek kişi İnci. Daha önceleri onun Ege’de bahçeli bir evde yaşama isteğini, o evde dağınıklık içinde yaşama arzusuna dair hayallerini duymuştuk; bu hafta da yalnız eve çıkmaya dair umutlarına şahit olduk. Bunların hepsi ama hepsi, onun hayalleri; Han’dan karşılık bulamadığı ve muhtemelen hiç bulamayacağı hayalleri… Evlendikleri ana kadar ona sürprizler yapan, havalarda uçan bir Han vardı ama evlilik sonrası Han, barışmak için gofret ve çiçek jestlerini saymazsak İnci’yi kontrol etmeye soyunan, öfkeli, hiç bilmediğimiz yanı yavaş yavaş ortaya çıkan, hayaller kurmaktan uzak, mutlu olduğu bile sorgulanabilecek bir adam hâlini aldı. Ailesi içinde mutlu evlilik görmemiş bir adamın, evlilik sonrası bocalaması doğal olabilir ancak evlendikten sonra İnci’yi kontrol etme motivasyonunu, bolca öfkesini ve karanlığını düşündüğüm zaman, Han’ın geçmişte yaşadığı acı travmaların ciddi sorunlara sebep olduğu da aşikâr. Karşımızda, işin içinden her çıkamadığında ya da her acı çekişinde çöplerine sığınan bir karakter var. İnci’yle konuştukları, onun babasına yaptığı şey ve Gülben’in sözleri zihninde dönüp dururken bu bölüm yine çöplerine sığındı. Çöplere sığınan Han’ı gördüğüm ilk günden beri aklımda tek bir soru var: Bu olayın tetikleyeni ne? Babasına yaptığı resmin annesi tarafından çöpe atıldığını ve akabinde kâğıtlara dokunmasının yasaklandığını gördüğümde sorumun cevabını da almış oldum.
Gelelim İnci’ye… O, geçmişinde yaşadığı sıkıntılardan ve bugün, huzurunu kaçıracak herhangi bir şeye tahammül edememesinden dolayı Han’la ilgili tehlike sinyallerini çok geç fark etti. Han’ın radyoyu almak istemesi, farklı bir iş ayarlama arzusu ilk kez, İnci’nin Han’ı sorgulamasına neden oldu. O; dedesi ve Uygar yüzünden baskıyla karşı karşıya kalmış bir kadın. Han’ı son bir mutluluk şansı olarak gören, bu şekilde ona sıkı sıkıya tutunan, huzur isteyen bir yanı olmasına rağmen Han’da; dedesinde karşı karşıya kaldığı kontrolcü tavırları görmek, İnci’yi bir nebze sarsıp kendine getirdi. Bölüm boyunca Han’ı sorgulaması, geçmişte yaşadıklarından dolayı artık yeni bir baskının kontrolüne girmeme arzusu olarak da okunabilir. Ancak, geçmişinde yaşadıklarının oluşturduğu travmalarından ve terk etme korkusundan kaynaklı olacak ki bir noktadan sonra yine tüm işaretlerigöz ardı ederek onu affetme yoluna gitti. Ama bu bölüm yaşananlar da göz önünde bulundurulduğu zaman, bu affedişin çok kısa süreceği ve ilerleyen bölümlerin, özellikle İnci için yaralayıcı olacağı bir gerçek.
O, annesinin kaybının sorumlusu olarak gördüğü babasına sırtını dönmüş bir insan. Ancak tüm yaşananlara rağmen, babası ortalarda yokken kan bağının olduğu bir insana dair hiç merak duymaması, onunla uzlaşabildiğim bir nokta değil. Ege’nin dediği gibi İnci “sokak köpeği için bile ortalığı ayağa kaldıran” bir kadın. Böyle bir insanın babasını, son raddeye kadar umursamaması ilginç bir noktaydı. Bu arada sırası gelmişken İnci’nin, Ege’yle ilişkisinde parmak basmak istediğim bir husus var. Dedesinin kontrol mekanizmasıyla büyüyen, her fırsatta bundan şikâyet eden bir abladan kardeşine karşı daha uzlaşmacı, özgürlükçü bir yaklaşım beklerdim, ben oysa karşımda, kendi hayatının kontrol edilmesi noktasında Han’a ve dedesine kızan ama aynı şeyi kardeşine de yapan bir abla var. Gelinen noktada nasıl İnci, Han’ın ve dedesinin kontrol manyaklığının mağduruysa Ege de o ailede yaşananlar ve duyulmayan sessiz çığlıklarıyla başka bir mağdur olma yolunda hızla ilerliyor.
Yazımı bitirmeden önce bahsetmek istediğim birkaç yer var ki değinmezsem eksik kalır. Bu bölüm özelinde Safiye’yi, Gülben’in Esat’a sevgisini fark ettiği o sahne ve Neriman’a yaptıkları noktasından ele almak lazım. Önceleri, onun kire ahlaksal olarak bakışı üzerine uzun uzun konuşmuştuk. Kadın-erkek ilişkilerine dair en ufak bir noktaya dahi tahammülü yok Safiye’nin. Ailesinden herhangi bir bireyin, bu tarz bir ilişkisinin olması onun için kabul edilemez. Dün yayınlanan flashback sahnelerinden anlaşılan, öğrencilik yıllarında annesi tarafından bir erkeğe ilgi duymakla suçlanmış, bu bahane edilerek okuldan kaydı alınmış bir Safiye var. Kadın-erkek ilişkisine dair bu denli sert yaklaşımının kökeninde, bugün Neriman’ı suçladığı gibi bir zamanlar kendisinin de annesi tarafından aynı olayla suçlanması olduğunu görüyoruz. Bu, onun hayatında öyle derin bir iz bırakmış ki hem okul hayatını bitirmiş hem de kadın-erkek ilişkilerine bakışını kökten değiştirmiş. Neriman’ı küvete sokup yıkadığı sürede tekrarlayıp durduğu “Akşam babana söylerim!” cümlesi aslında, kendisini annesiyle ne kadar özdeşleştirdiğini de gösterdi. Geçmişinde yaşadığı her acı, her hayal kırıklığında annesi var ancak yine de ondan içten içe nefret bile etse bunu dışarıya yansıtmıyor. “Canım annem, anneciğim, lütfen bir işaret gönder!” sözlerini hatırlayın. Bu yakarış, kendi hayatını mahvetmiş ve içten içe nefret ettiği bir kadına duyduğu hayranlığın tezahürüydü bir bakıma. Gerek Neriman gerek Gülben sahnelerinden sonra ben, Safiye’nin aslında yaptıklarından pişman olduğunu hissettim. Evet, geri adım atmıyor ama her ne olursa olsun duyduğu pişmanlık onu, kendini özdeşleştirdiği annesinden ve yaptıklarından hiçbir pişmanlık duymayan Han’dan bir adım daha farklı ve insancıl kılıyor.
Haftaya kadar sevgiyle kalın! Herkesin emeğine sağlık!