Yazar: Sinem ÖZCAN
Naci, depresyona “ruh üşümesi” dediğinde beynim, beni alıp Adalet Ağaoğlu’nun aynı adlı romanına atıverdi. Atmakla kalsa iyi oradan birkaç cümleyi cımbızla çekip önüme koydu: Böyle bir düş gördünüz mü hiç? Ruhunuz buz keserken içinizin acıdan ve isyan aleviyle cayır cayır yandığını duydunuz mu? * Keşke düş olsaydı Derenoğlu ailesinin buz kesen ruhları, ama değil. Üşütmüş, çok üşütmüş birileri o dört çocuğun ruhlarını. Gerçi onlarınki gelip geçici bir “depresyon” diye adlandırılamayacak kadar derin, kalıcı, zehirli ve öldürücü. Ruhlarında buzdan sarkıtlar oluşmuş; erimiyor, eriyemiyor…
Ne zaman üşür ki bir ruh? Aç ve çıplakken… Kim doyurur, kim giydirir onu? Anne! Üşüyen Derenoğlu ruhlarının en büyük sorumlusu: Hasibe Derenoğlu. Onun ruhunu üşüten de Hikmet Bey. Bu zincir böyle uzar gider ama sonuç değişmez. Eğer ruh sevgiyle donatılmamış, doyurulmamışsa önce bir depresyona ardından ağır psikolojik sendromlara açık hâle geliyor. Safiyecik de kırıntısı için bütün varlığını ortaya koyduğu anne sevgisini bulamayınca, yeni yeni filizlenen yüreğindeki Naci’nin ısıttığı yerler yine kar fırtınalarına maruz kalınca, kendi ruhunu öldürüp bir türlü göçüp gitmek bilmeyen Hasibe’ninkini giyinmiş. Han’ın “Ölen kim, iyi bak!” sözü malumun ilanı aslında. Hasibe, fiziken gitse de ruhu bu dünyaya tırnaklarını geçirmiş bırakmıyor. “Ölünce kurtulursun!” sözü koca bir yalan. Ölen kendi hesabını kapatıyor belki ama onun yakıp yıktıkları nefes alıp verdikleri sürece ondan kurtulamıyor.
Safiye’nin ondan vazgeçtiğine inandığı anda Naci’nin hayatında da bir kırılma olmuş belli ki. Bir müddet dünya ile ilişkisini minimuma indirip içine kaçmış ama ondan sonra bir başka ivme kazanmış hayatı ve Safiye’yle ortak arkadaşları olan Gülru’yla evlenmiş. Şu an kendisini “Artık evli değilim!” diye ifade etse de boşandı mı, ayrı mı yaşıyor yoksa ilişkiyi sadece kendi kafasında mı bitirdi, bilemiyoruz; bu soruların cevabı, son karede karşımıza çıkan Gülru’da… “Ayrıldığı” kocasının peşinden mahalleye geldiğine göre, konunun en azından Gülru için kapanmadığı da açık. Kendi yaşamındaki kargaşayı dindiremediyse Safiye ile aynı göğe nasıl bakacak Naci, endişeliyim ama yine de umudum var.
Bilimin bunca ilerlemesine, bunca gizemi çözmesine karşın “beyin” bilimden dirençli. Hâlâ onun hakkında bildiklerimiz çok sınırlı, kendine has çok büyük bir gizemi var. Bu gizemin içinde bir biçimde kendini korumanın yollarını da buluyor. Taşıyabileceğinden büyük bir acı, sancı ya da şok yaşadığında kendi kendine sigortasını kapatıyor. Devreleri yanmasın diye geçici bir soğuma pozisyonu alıyor. Yıllardan beri ilk kez sokağa adım atan Safiye’nin beyni de o şokla karşılaştığında kontağı bir süreliğine kapatıp Naci’yi ve son yaşadıklarını geçici olarak sildi. Yerine de alabildiğine adrenalin pompaladı. Yılların bitkin ve yorgun Safiye’sini mantı açan, halı kazıyan ve hepsinden önemlisi konuşup gülen bir atom karıncaya çevirdi. Safiye’nin her hâline alışkın Gülben ve Han için bu, tamamen bilinmedik ve çok korkulacak “yepyeni bir abla”ydı. Hayatlarını cehenneme de çevirse hâlâ yaşıyor olmalarının tek sebebi Safiye onların. İkisi de bunun farkında ve nasıl Safiye, onların bırakıp gitmesinden korkuyorsa onlar da ablalarını kaybetmekten ölesiye korkuyorlar. Tam da bu korkuyla, belki de ilk kez, gerçekten Safiye için bir şey yapmayı seçtiler. Aslında ikisi de sevgiye ve aşkın iyileştirici gücüne inanıyor içten içe. Biliyorlar ki ona şifa olabilecek tek sevgi, Naci’de. Gülben’in bu adımı atması kolay. O, kendisi için de kurtuluşu aşkta arayan kadın ama Han için durum farklı. Geçmişte Safiye’den Naci’yi koparan hamleyi o yapmış. Daha doğrusu buna inanıyor. İstediğiniz kadar ona “Sen çocuktun, ne yapacaktın ki?” deyin o vicdan azabını susturamazsınız. Çocuk olmanın ne olduğunu bilmeyen ruhu, çocukluğun masumiyetiyle avunmaz.
İnci’nin varlığı Han’a iyi geliyor gelmesine de İnci de üşüyen bir ruh… Üstelik o da aynı yerden yaralı. Haklı olarak öfkesini babasına kussa da onun da ruhunu çıplak bırakan annesi. Şöyle bir kuşbakışı görürsek tabloyu, Hasibe ile İnci’nin annesinin ne kadar benzer olduklarını fark ediyoruz. İkisi de kocalarını, çocuklarından çok seven ve ondan bir parça ilgi görmek için çıldıran kadınlar. Hasibe, yas deryasına gark olmuş Hikmet için; İnci’nin annesi de onu aldatan, psikolojik şiddet uygulayan Haluk için tüketmişler kendilerini. Yürüyüp gitmeye güçleri yetmemiş, çocuklarını sarıp sarmalayıp kanayan yaralarını onların sevgisiyle dağlayamamış kadınlar… İnci, gerçekten onları çok seven, koruyan ve kollayan dedesi sayesinde daha az hasarlı görünüyor ama Han’ın öyle bir şansı da olmamış. Üstelik İnci, her şeyin asıl sorumlusuna, babasına, öfkesini bir şekilde kusabiliyor oysa Han, gerçek sorumlunun belki de farkında bile değil. O başına ne geldiğini bile anlamlandıramayan sadece acıyla kıvranan bir çocuk hâlâ.
On beş haftadır bayılarak izliyorum Masumlar Apartmanı’nı ve şu ana dek beni en fazla etkileyen, en çok düşündüren, beni oradan oraya alıp atan en başarılı bölümünü bu hafta seyrettim. Dramları başkası yaşadığında bakıp karar vermek, yorum yapmak ve taraf olmak kolay ama kendi başımıza geldiğinde tam bir sınava dönüşüyor. Dilerim hiçbirimiz bu kadar ağır ve zorlu imtihanlarla sınanmayalım.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.
*Ruh Üşümesi, Adalet AĞAOĞLU, sh: 105, Everest Yayınları