Senle aynı göğe bakmaya geldim diyerek Safiye’nin hayatının ortasına düşüverdi Naci. Aslında o sokakta, hatta o binada ve hatta o evin içinde aynı göğe bakan ve o gök kubbenin altında kendi hayatlarına ağlayan insanlar yaşıyor. İnci ve ailesi gibi Naci de hem kendi kaderini yaşamak hem de Derenoğullarınınkine bir ucundan dokunmak üzere gelip girdi hayatımıza. Onun ödev olarak verdiği Göğe Bakma Durağı için babası, Neriman’a “Bunu sana ben açıklayamam.” deyip “Seni bir yerden yakalamasını bekle.” öğüdü verdiğinde herkes gibi, ben de bir yerimden yakalanmıştım ama kendimden çok Safiye için. Tamam; aşk, biz olma duygusu, kaçış hepsi var şiirde ama bir de gizliden gizliye, incecik bir metafor var ki işte asıl o Naci’nin gelişiyle, Safiye’nin hayatındaki değişime gönderme yapıyor sanki ya da ben öyle olmasını umdum. Bazı mitolojik inanışlarda Tanrı; aşkı yaratmış, onu insanlara bırakmış ve kendi göğe çekilmiştir. Oradan izler durur, aşkın insanlara neler yaptığını. Eee, doğal olarak göğe bakınca da bir anlamda, göktekine bakar insanoğlu, bakar ve onun kendisi için yazdığı kaderin izleyicisi hatta belki de oyuncusu olur. Naci, Safiye’yle aynı göğe bakmayı istediğine göre, benim Safiye için hep bir çıkış, bir umut hayalinde olmam da düşünülünce o kaderi paylaşmaya ve o kaderi Safiye’yle yaşamaya mı geldi acaba düşüncesi doğdu zihnimde. Şu an, bunun hiçbir işaretini alamasak da ancak adım adım onu tanımaya ve derdini anlamaya çalışsak da ben Safiye için umutlanmak istiyorum, her şeye rağmen.
Bir yanım çok kızıyor Safiye’ye: Annesi gibi olduğu için, kardeşlerine kendi çektiği zulmü reva gördüğü için. Öte yandan anlıyorum ben onu. “Korku” duygusuyla büyümüş bir kadın o. İnsanın en güçlü ve en aşılması zor dürtülerinden biri. Anneleri, gücü korkutma yoluyla kullanmış bütün çocukları ama en çok da Safiye üzerinde ve Safiye’nin o tazecik zihninde güç ve korku eşitlenivermiş. Sanmış ki güçlü olmak, korkutmak demek. Kendisi annesinden nasıl korkuyorsa o da “böyle olması lazım” diye kardeşlerine uygulamış. Üstelik hem Safiye’de hem Gülben’de gördüğümüz bir detay, çok muhtemel ki annesinin bu korkuyu “Allah’tan korkutma” biçimiyle de verdiğine işaret ediyor. En kuvvetli inançtan vurmuş kadın, çocuklarını. Safiye’nin “İsraf olur”ları da “Allah’ım sen affet”leri de ve hatta Naci konusunda Allah’a verdiği sözü tutamama kaygısının büyüklüğü de bunu işaret ediyor. Keza Gülben’in Esra’yı öldürdüğüne inandığı anda “Katil oldum, Allah beni affetmeyecek!” paniği de bunun göstergesi. Anneleri “sevgi”yi hiç bilmediği için, çocuklarına da bunu öğretememiş. Allah inancını da yine sevgiyle değil korkuyla vermiş ve şimdi geldikleri noktada özellikle Safiye’nin durumuna bakınca duygusal olarak her şeyin birbirine girdiğini söylemek mümkün.
Safiye, hâlâ çok korkuyor annesinden. Kâbuslarının, halüsinasyonlarının baş aktristi annesi ama baktığımızda adeta putlaştırırcasına onu sevdiğini de görüyoruz. Çünkü o iki duyguyu ayıramıyor birbirinden. Sevdiği için korkuyor ya da diğer bir deyişle korktuğu için seviyor. O yüzden kardeşlerine de aynı baskıyı uyguluyor. İstiyor ki onu çok sevsinler ve ondan korksunlar. Bu ona, aynı zamanda büyük de bir güç veriyor, bunu da doğal hakkı görüyor çünkü evin en büyüğü o. Onun zihnindeki hiyerarşik düzende büyük olmak, korku ve sevgiyi de getiriyor. Babasını etkisiz eleman gördüğü ve dahası “baba olmamakla” suçladığı için onu bu düzenin dışında bırakıyor ki anlaşılan annesi hayattayken de baba, zaten bu düzenin dışındaymış. Şimdiyse işler feci karıştı onun için: Naci geldi. Çok sevdiği ama korkmadığı bir adam. Bu kez küçük bir algı değişmesiyle başka bir korkuya sığındı: Allah’a vaktiyle verdiği söze. Eğer Naci yaşarsa bir daha onu görmemeye yemin etmiş. Naci artık görülmeyecek gibi değil, burnunun dibinde dahası ondan kaçmaya niyeti de yok. O zaman çareyi Naci’den alabildiğine kaçmakta arıyor çünkü eğer ona bakarsa, eğer onunla konuşur veya bir şeyler yaşamaya kalkışırsa “uğursuzluğu”(!) yüzünden Naci kesin ölecek. Allah onu affetmeyecek çünkü Safiye yeminini bozmuş olacak. Zaten hayata pamuk ipliğiyle bağlı bir kadın için çok ama çok ağır bir yük bu. O yüzden de bildiği tek şeyi yapıyor, içine kaçıyor; korkuyor ve ağlıyor. Bu hafta ben Safiye’yi ağlarken gördükçe mutlu oldum aslında. Yooo, sadistliğimden değil… O gözyaşları onun içindeki zehri dışarı akıtıyor ve yüreğini temizliyor gibi düşündüm. Umarım haklıyımdır ve umarım annesinin en büyük kurbanı Safiye’nin yüreği gerçekten yıkanmaktadır. İşte o zaman onun için bir kurtuluş ümidi doğacak.
Safiye, içine kaçıp kardeşlerini ve özellikle Gülben’i hedef tahtasından biraz çıkarınca Gülben, aşkın ona verdiği güçle, iyiden iyiye özgüvenli, cesur ve pervasız oldu. Daha doğrusu o role büründü. İçten gelmeyen özgüven en ufak rüzgârla alıp yere yapıştırır insanı. Bekliyordum Gülben ne zaman yapışacak yere diye ve çok yüksekten birden pat diye düşüverdi. Gülben’in özünde ne kadar yaralı, ne kadar ağır bir travma altında olduğunu biz ekran başında görüyoruz ve onun içyüzüne hâkimiz gel gör ki bu bilgileri bir an beynimizden silip ona bir dış gözle baktığımızda işin rengi değişiyor. Gülben, maalesef üçüncü şahıslar için tehlike arz eder hâle geliyordu hızla. Esra’ya çok kızabiliriz, hatta Cüneyt’le ilişkisini İnci’ye söylemedi diye onu suçlayabiliriz de ama elmayla armudu da karıştırmamak lazım. Gülben’in teröründe o, bir mağdur. Üstelik iş, kazayla da olsa ölümle sonuçlanabilecek bir fiziksel şiddete de ulaştı. Bu noktada Esra’nın ve hatta Esat’ın Gülben’i anlayıp mazur görmesini beklemek mümkün değil. Yaşanandan Gülben ne denli sorumlu tutulabilir bilemiyorum ama benim gözümde olayın ana suçlusu Han ve ona boş bir destek veren İnci’dir.
Han, ısrarla Gülben’in durumunun ciddiyetine uygun bir tavır almaktan kaçınıyor. Daha doğrusu, durumun ciddiyetini görmek istemiyor ve inatla sorunu kendisinin çözebileceğini düşünüyor. Gülben’in durumunu görmüyor; onun zararsız, masum bir çocuk olduğunu düşünüyor. Oysa çocuk olduğu doğru da artık Gülben için zararsız demek, çok da mümkün değil. İnci haklı; bu durumdaki bir kadının eve kapatılması, telefonunun elinden alınması çözüm değil ama İnci’nin çözümünün de gerçek olmadığını bizzat gördük. Sorunu yok sayıp onu dış dünyayla oyalamaya çalışmak Gülben gibi kritik eşiği çoktan geçmiş bir kadında sonuç vermez aksine dış uyaranlar daha da tetikleyici olabilir. Gülben artık, bir profesyonel destek almak zorunda! Han’ın bu noktada “istemiyor ama” gerekçesi tamamen boş. Gülben, telefonunun elinden alınmasını da eve kapatılmayı da istememişti ama Han yaptı. Dolayısıyla durum artık onun isteğine bırakılamayacak kadar ciddi. Esra öfke kusarken bir noktada doğruyu söyledi. “Bunun hastaneye kapatılması gerek!” derken çok acımasızdı kabul ediyorum, kapatılması değil elbette ama mutlaka tedavi görmesi gerekiyor. İnci’nin de bu noktanın üstüne gitmeyişi enteresan gerçi onun da sorun çözmekten çok ötelemeye ve o sorunu yok saymaya yatkın bir durumu olduğu için çok da şaşırmıyorum.
Sevgilisini (!) kötü cadının (!) elinden kurtarmaya giden Gülben, istemeden de olsa bir yaralamaya neden oldu ve çıktığı o gösterişli öz güven dağının tepesinden yere yuvarlandı. Gülben’i polise ihbar eden kim, bilmiyoruz, ilk etapta Esra diye düşünsek de son karede polis arabasına bindirilip götürülen Gülben’i uzaktan seyreden Han görüntüsü zihnime düşünce bir “Acaba?” yaşamıyor da değilim. Gülben’in gerçeklik algısının olmadığı ortaya çıktığı anda, savcının bir psikiyatrist tedavisini zorunlu kılacağı düşünülecek olursa içimden iyi niyetli bir ses “Han, buna zorlamak için mi kardeşini ihbar etti?” diye sorgulasa da şu ana kadar gördüğümüz Han Derenoğlu’nun kardeşleri ve özellikle de Gülben söz konusu olunca bu kadar zalimce davranabilmesi bana güç görünüyor. Gülben’i kimin ihbar ettiği çok da önemli değil aslında bu noktada; önemli olan, şimdi bir tedavi zorunluluğunun gündeme gelecek olması. Gerçi bunu nasıl ve ne kadar uygulayacaklar o da muamma hele de Safiye gibi bir engel varken.
Polisler kapıya dayandığında en az Esra’yı öldürdüğüne inandığı andaki kadar korktu Gülben. Polisi görünce deli gibi korkup kaçan Gülben’i ikna edip arabaya bindiren her şeye rağmen Safiye oldu. Bir yandan polislere karşı kardeşini cengaverce savunurken diğer yandan Gülben’i ikna etmeyi başardı hem de “Gel koluma gir!” diyerek. Kendisine dokunulmasına asla izin vermeyen Safiye için bu çok büyük bir fedakârlık ama o kızcağızı bir başına ekip arabasına bindirip yollayan baba için diyecek söz bulamıyorum. Tamam, biliyorum aklı gidip geliyor; biliyorum, hasta ama olay yaşandığı anda en azından aklı başındaydı. İnsan kendi gidemiyorsa yanına Neriman’ı katar da gönderir. Valla, Safiye’nin babaya hınçlanmak konusunda yerden göğe kadar hakkı var. Bırakın babalık yapmayı, bir an için inisiyatifi eline alan adammış gibi bile yapsa yetecek ama o da hayatta kendine dekor olma rolünü seçmiş.
Finalde, polis arabasının arkasından bakan Han ve Naci görüntüsü düştü ekrana. Naci ve Han bir kez daha birbirlerinin varlığını ve hayatlarının kesiştiğini fark ettiler. Karşılaştıkları ilk yer, Han’ın sırrının açığa çıkma endişesi taşımasına neden olmuş ve oklarını Naci’nin üstüne çevirmişti de ama Naci’nin sırrını saklayacağına ikna olması onları yeniden kınına yerleştirmesini sağlamıştı. Han gibi bizim de Naci hakkında henüz bir fikrimiz yok. Belli onun da altı çok dolu, belli onun da iç dünyasında bambaşka bir şeyler var. “Cehennemden kaçan” adının ona uyduğu su götürmez ama bu “cehennem” yaşadığı kaza mı yoksa ondan sonra başka ateşler de yandı mı kuytularında bilemiyoruz. Şimdilik kuş bakışı görüyoruz onu ve o da çok normal görünmüyor maalesef. En azından asosyal olduğunu biliyoruz. Saldırganlara tepkisiz kalışı ve hatta Han onları döverken bile olaya karışmayışı da enteresan geldi bana ama şu an için o, çok kapalı kutu. Hepimiz Han gibi “Ne çıkacak bunun altından?” duygusu yaşıyoruz ama belli ki yavaş yavaş açılacak Naci. Söylemeden geçmeyeyim ben Tansel Öngel’i çok yakıştırdım Naci’ye. Ruhu açığa çıktıkça ona çok da güzel şekil vereceğinden eminim.
Son karede Gülben’in gidişini izleyenlerden biriydi, Memduh Bey. Ege’nin taksit borcunu ödemek için geceleri taksiye çıkarken bütün inadıyla İnci’yi de affetmemeyi sürdürüyor ama ilginçtir ki Safiye’yle aralarında da tuhaf bir arkadaşlık başladı. Safiye’nin fırtınadan korktuğu gece başlayan bu ahbaplık, garip bir biçimde sürüyor. Aksiliğiyle meşhur Memduh Bey, dinliyor Safiye’yi ve daha da ilginci Safiye de onunla konuşuyor ve kimseye yapmadığı bir şeyi yapıp kendisini anlatıyor ona. O kadar nahif, o kadar dokunsan kırılacak bir arkadaşlıkları var ki içim sızlayarak izliyorum ve bir biçimde Memduh da Safiye’nin zehrini akıtmasına yardımcı olacaklardan mı diye düşlüyorum.
Masumlar Apartmanı, her açıdan çok keyifle izlediğim bir iş. Senaryosundan oyunculuklarına, dünyasından rejisine her detayına ayrı ayrı vurgunum ama bir şey var ki söylemezsem dilim şişer: Bu hafta “Rapunzel sahnesi”ni ben bir türlü olduramadım içimde. Evet Gülben’in hayal dünyasına dair görüntüleri izlemiştik daha önce ve bence hepsi de kusursuzdu ama gel gör ki bu defaki sahne, görsel olarak beklentimi hiç karşılamadığı gibi bağlamdan da fazlaca kopuk geldi bana. Tamam, Gülben çocuk ruhlu ama o kendine aşk romanlarından ve Yeşilçam filmlerinden bir dünya kuruyor ve oraya sığınıyor. Gülben’in masallara kaçışı şimdiye dek hiç olmadı ki… Üstelik de Gülben ruhundaki bir kadını, Rapunzel’le zihnimde hiç birleştiremedim, üzgünüm… Yine de bu kadar kusur kadı kızında da olur deyip bu haftalık noktayı koyayım.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.