Bu hafta bölüme benim zihnimde, İnci’nin “Kimseyi çok sevmeyeceksin!” sözleri damgayı vurdu. Annesinin, babasını çocuklarından bile çok sevip hem kendi hayatını hem onlarınkini mahvetmesini vurgulamak için dillendirdi o cümleyi İnci ama şöyle bir yükselip baktığımda aslında sadece İnci’nin annesinin değil, Gülben, Safiye ve hatta İnci’nin de bu yargının doğrulayıcısı olduğunu gördüm.
Esat’ın nezaketen attığı bir geri adım yüzünden Gülben, yeniden masal dünyasının kapısını açıp son hız içine dalmıştı. Esat’ın onu çok sevdiğine ama Han’ın arkadaşı olduğundan geri durduğuna kendini çabucak ikna edip hayallerde yaşamaya kaldığı yerden devam etti. Gülben’inki gerçek anlamda bir aşk değil elbette ama bir çocuk saflığıyla seviyor derken haklı, İnci. Sadece ona odaklanıyor ve gerçekliği kendine göre eğip büküyor. Gülben, aşkı sayesinde cesur ve dik bir kadın hâline gelmiş gibi görünse de gerçeklik bağlantısını kaybedip giderek tehlikeli olmaya başlıyor. Evden habersiz çıkıp Esat’ın evinde soluğu alması bu tehlikenin ilk adımı. Ardı arkası kesilmeyen mesajları ve pat diye evine gitmesi düşünülünce aslında yaptığının adı en basit anlamıyla taciz. Ancak Gülben’in ruh durumunu dikkate aldığımızda bu kadar keskin ve acımasız bir ifade kullanmak da ne denli doğru olur, bilemedim. Biz ekran başında onun giderek bozulan psikolojik durumunu görüyoruz ancak Esat bunun henüz bütünüyle farkında değil. İlk kez, evinde, onunla bu kadar zaman geçirdi ve şimdi şimdi durumun farkına varıyor ve çok büyük bir aymazlıkla” Deli mi o?” diye İnci’ye sormaya cüret ediyor. “Delilik” psikiyatri biliminde karşılığı olmayan bir kavram. Halk kültürünün bu yakıştırması nedense oldum olası bana fazla acımasız gelmiştir. Evet, Gülben de Safiye de Han da hatta İnci de psikolojik olarak sağlam değiller de kendimize karşı dürüst olduğumuzda kaçımız “Ben tamamen, normalim!” diyebilecek? Haa, belki kamufle edebiliyoruz, belki bu denli ağır bir durumda değiliz belki de onlarınkinden bambaşka sorunlarımızla ve bunların dışavurumlarıyla yüzleşiyoruz ama sonuçta “deli” değiliz. Gülben de değil! Değil ama gerçeklik algısını hızla kaybetmekte olduğundan çevresi için de tehlike arz ediyor.
Han, onun durumunun vahametinin son ana kadar farkında değildi. Oysa Gülben’in çok ama çok acil, yardıma ve tedaviye ihtiyacı var; evet, o adam öldürecek yapıda biri değil ama hem Esat’a hem de Esra’ya tacizi artırarak sürdürecektir. Gülben’in Esat’ı taciz ediyor oluşunun üstünde çok durmadı ve aslında bir şey yapmaya da niyeti yoktu ta ki Esra’ya gönderilen bebeği görene dek. Gülben’in durmayacağını, konuşarak sakinleştirilemeyeceğini ve dış dünyayla oyalanıp “aşk”ını unutturmanın mümkün olmadığını bence, ilk kez o an idrak etti. Etti etmesine de Esra’nın “su tabancası ve bebek” ilişkisi kurmasıyla olay Gülben’den çıkıp Han’a dönünce bir savunma mekanizması geliştirip Gülben’e yine tepkisiz kalır mı, diye düşünmeden edemiyorum. Gülben’e bir önlem alması demek, kendi arızalarını da bir anlamda kabullenmesi demek ki bence Han, bu noktaya çok uzak. Kardeşlerinin durumunu görüyor, onları koruyup kollamaya da çalışıyor ama kalıcı bir çözüm arayışı içinde değil çünkü aslında bu, ucu bir şekilde kendisine de dokunacak bir durum ve Han, kendisiyle ilgili her şeyi kontrol ettiği, edebildiği fikrinde. Evet, kendi arızalarıyla alay edebiliyor; evet, onları inkâr da etmiyor ama durumunun ciddi olduğunun da ayırdında değil. Kontrolcülüğünü, yalanlarını ve öfkesini normal kabul ediyor. İnci’yi aşırı sahiplenmesini, onun çevresi üzerinde egemenlik kurmasını da sevgisinin sonucu görüp kendini asla sorgulamıyor. Bütün bu noktalarda Han’a göre, normal olan o; farklı düşünenler arızalı ve Han’ı anlamaları mümkün değil. Uygar’a yaptığı “şaka” da ona göre, seven her erkeğin sevdiği kadının iyiliği için yapması gereken bir şey. Uygar sorununu çözdü ve bu “zaten” yapılması gerekendi. Oysa Esra çok haklı: Su tabancası ve bebek. İkisi de oyuncak ve ikisi de kötü amaç için kullanılıyor. Çünkü Han’ın da Gülben’in de bir yanı hâlâ çocuk ve şimdi o çocukluğu bir biçimde kötüye alet ediyorlar ama her ikisi de bunun sevdiklerini korumak adına normal olduğu fikrindeler. Yani Gülben ne kadar gerçeklik algısını kaybettiyse Han için de durum çok farklı değil. Evet, o gündelik yaşamında şu an için hata vermiyor ve bir şekilde normal akışı sürdürebiliyor ama İnci’yi sahiplenme söz konusu olduğunda o da toplumsal normların kabul ettiği “doğru” ve “yanlış”ı ayıramıyor.
Esra’nın Gülben ve Han’ı aynı kefeye koyması, bir açıdan çok doğru ama İnci, tam da bu noktada Esra yerine Han’ı tercih edip onu büyük hayal kırıklığına uğrattı çünkü İnci de görmek istediğini görüyor. Han’ın “İşte, benim dünyam!” deyip kapıyı ona aralamasının ardından, İnci’nin bütünüyle bir teslimiyeti var Han’a. Han’ın onu dünyasına kabul ettiğine ve dahası ondan bir şey gizlemediğine inanıyor. Han’ı da ilişkilerini de sorgulamıyor, sorgulamayacağını da beyan etti ve artık Han’ın problemlerine “BİZ” diye yaklaşıyor. Onun ailesinden olduğu için o ailenin problemleri, onun da problemi ve ne olursa olsun çok sevdiği kocasıyla birlikte sorunları çözmeli. Onun için “aile” meselesini Esra’yla paylaşmıyor, onun için Esat’a Gülben’i savunuyor ve onun için Han’ın sırtından yük alıp Gülben’le “kız kıza” konuşmayı seçiyor. Aslına bakarsanız İnci, Han’ın aile sorunları ortaya çıktığından beri çok mutlu çünkü ilişki onun alışık olduğu zemine oturdu. O; sorun çözen, kendini paralayan insan çünkü. Gülben’i Esat’a savunması da bunun bir uzantısı. Cidden olayı kendi sorunu olarak görüyor. Esra’nın kendisine ihtiyacı yok, İnci de bunun farkında ve o nedenle ilk fırsatta dostunu eleyip “onsuz” olamayacağını düşündüğü kocasının peşinden gidiyor çünkü Han’ın İnci’ye ihtiyacı var. İnci’nin ikili ilişkilerde dinamiği tam da bu: İHTİYAÇ. Annesiyle yaşadıklarının İnci’de bıraktığı bir tortu, bu. İyileştirmek, düzeltmek ve birine omuz vermek için yaşıyor. Bu kötü bir şey mi? Uzaktan bakınca, hayır ama mikroskobun lamına İnci’yi oturtup biraz yakınlaştırırsanız işin rengi değişiyor. Her tür ilişki bir alış – veriş dengesiyle kurulur ve karşılıklıdır. Evet, hiçbir zaman bunun oranı yüzde elli değildir, bir taraf daha vericiyken diğeri biraz daha almaya eğilimlidir ama ısrarla, hatta kimi zaman karşı tarafın talebi olmamasına rağmen ona bir şeyler vermeye çalışmak, psikolojik anlamda bir anomaliye de işarettir, bir tür bağımlılıktır çünkü.
Esra, İnci’nin yıllardır en yakın dostu. Uygar ve dedesiyle olan sorunlarını paylaştığı destek aldığı, Han konusunda dertleştiği ve kimi zaman ufak yalanlarına alet edip bir anlamda kullandığı kadın. Gülben’in Esra’yı hedefe oturtmasından beri yaşadıkları da yabana atılır gibi değil. Canlı yayında başına gelen de tehdit mektubu ve bebek de normal şartlarda insanı dehşete düşüren ve çok kaygılandıran durumlar. İnci ise arkadaşının yaşadıkları ve duygularıyla ilgilenmek yerine Gülben için mazeret üretme ve olayı hafifletme çabasına girdi. Esra asla odağında değil; tek derdi, Han için Gülben olayını çözmek ve onu iyileştirmek. Ben olaya Esra penceresinden baktığımda sonuna kadar anlıyorum onu ve kırılmasına da hak veriyorum. İnci’yle empati yapabilmem zor ama anlamaya gayret ediyorum: O, Esra’yı incittiğini asla düşünmüyor sadece “aile”sini koruma derdinde. Gerçi son anda Esra’nın Uygar’la ilgili anlattıkları onun kulağından ne kadar girdi, ne kadar beyninde soru işareti oluşturdu bilemiyoruz ama her şeye rağmen Han’ın peşinden gitmesi de gözünün önündeki perdenin kalkmadığını düşündürüyor bana. İnci de annesinin ve dedesinin yol açtığı yaralarla hasarlı. Dışarıdan fark edilmese de diğerleri gibi hayatını sekteye uğratacak ağır bir tablo göstermese de onun da profesyonel bir desteğe ihtiyacı olduğu gün gibi aşikâr.
İnci, Gülben’e “aile” vurgusu yaparak, sevdiklerini üzme damarından girerek onu eve döndürmeyi başardı ama Safiye, bütün korkularına karşın hâlâ geri adım atma yanlısı değil. Gülben’in Esat’a olan aşkının sonuçlarıyla uğraşamayacak kadar kendine dönük yaşıyor şu anda. Aslında onun durumu da çok sevmekle ilgili. O da yıllar önceki kazadan sonra çocuk aklıyla, Naci yaşasın diye bir daha onu görmemeye yemin etmiş. Onun komada kaldığı 4 gün, Safiye’nin yüreğine de 4 rakamını dağlamış. Her şeyi 4 kez yıkayıp temizlemek istemesi, o sürecin sembolik anısı olarak hâlâ yaşıyor Safiye’yle.
Duaları, annesine rağmen kabul olmuş. Şimdi Naci yaşıyor, üstelik de artık burnunun dibinde ve elinde olmadan Safiye yemini bozuyor bu da onun krizlerini fena hâlde tetikliyor. Safiye “Çok sevdim ama ben uğursuzum benim sevgim yüzünden ölüyordu.” noktasında ve ondan hâlâ ölümüne uzak durmaya çalışıyor ancak Naci, kapının zilini çalıp tam karşısına dikiliverince Safiye’nin ayağının altındaki zemin de kayıverdi. Safiye’nin büyük aşkı Naci de belli ki onu aşıp geçememiş ve onun hayatına öyle ya da böyle dahil olacak. Safiye’nin şimdiki durumundan ne kadar haberdar bilemiyoruz ama bizim bildiğimiz, Safiye’nin hayatın normal akışına karışabilmesi çok zor. Evet yalnız kalmaktan deli gibi korkuyor. Kardeşlerinin onu terk etmesi düşüncesine bile katlanamıyor; zalimleşiyor, canı yandıkça can yakıyor ve kriz üstüne kriz geçiriyor ama onun ana sorunu “kendi hayatı” için bir umut görmemesi. Naci, mutlaka onun için bir umut ışığı olacaktır ama bana sorarsanız hemen değil. Önce onun varlığına alışması ve onu hayatında yeniden kabullenmesi gerek. Annesini kâbusu tepesinde Zangoç gibi dikilirken bunu nasıl yapabilir, ben de bilemiyorum. Ancak zamanla Naci’nin yaydığı umut ışığı annesinin karanlığını aydınlatırsa o zaman belki bir çıkış yolu bulunur onun için.
Bu arada söylemezsem olmaz, Masumlar Apartmanı’nın öyküsü, karakterleri ve oyunculukları beni çok çekiyor ama rejinin yeri bende bir başka. Bu hafta, şimdiki Safiye ve genç Safiyelerin sırt sırta verip el ele tutuştukları sahne beni benden aldı. Safiye’nin bugününün nedeni de içindeki o büyümeyen Safiye de daha güzel anlatılabilir miydi, hiç sanmıyorum. Hele son sahnede, Naci’nin gözünün bebeğindeki Safiye detayına ayrıca vuruldum. Bir sevdanın, bir duygunun görsel olarak bu kadar muhteşem anlatılmasını sağlayan Tolga Çetin’in de Çağrı Vila Lostuvalı’nın da akıllarına ve yüreklerine sağlık.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün set ekibine emekleri için teşekkürler…