Yazar: Sinem ÖZCAN
Bu sezonun çok konuşulan işlerinden biriydi Kızım. Bence MED Yapım, Türkiye’de uyarlama projelerde en başarılı şirket üstelik de yine bu alanda usta isimlerden Banu Kiremitçi Bozkurt’un senaryoda imzasını görünce bugüne dek hiç izleyicisi olmadığım TV8’de de olsa Kızım’a bir şans vermeye karar vermiştim. Buğra Gülsoy ve Leyla Lydia Tuğutlu adları da benim (+) listeme eklenince “Acaba sürekli izleyicisi olur muyum?” düşüncesiyle tanıtımları bekledim.
Dürüstçesi, gelen ilk tanıtım benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Yayın günü çarşamba, reyting yarışının çok zorlu olduğu günlerden biri ve o tanıtımdan sonra “Eyvahlarım olsun!” dediğimi de itiraf etmeliyim. Yine de listemde artıları, eksilerinden çok olduğundan ilk bölümü izlemek için oturdum ekran başına.
En son diyeceğimi baştan söyleyeceğim izninizle… Merakla geçtiğim ekranın başından yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ayrıldım ben. Çok derli toplu, derdini net anlatan, ajitasyona hiç girmeden sorunu sezdiren, esprileriyle, tiplemeleriyle güzel hareketlendirilmiş bir ilk bölüm izledim.
Gökçen Usta, adına layık usta bir yönetmen ve kurduğu dünyaya beni hemen çekiverdi. Hiç lafı dolandırmadan, atraksiyonlara boğmadan; dümdüz ama çok şık bir iş çıkarmış. Olayı azcık geri plana çekip karakterlere yüklenerek de bence ilk bölüm için en doğru yolu seçmiş.
Buğra Gülsoy oyunculuğunu hep sevdim ve Demir’e de onu çok yakıştırdım. Beren Gökyıldız’la uyumlarını da çok başarılı buldum. Öykü’den değil bir çocuğa sahip olma fikrinden nefret eden Demir’le; babasına kavuşmaktan çok hayata istediği gibi tutunabileceği için mutlu olan Öykü’nün ilişkisini çok sahici buldum, ben. Öykü, yaşamında tırnaklarıyla kazıya kazıya kendine bir yer açtıkça Demir’in içinden çıkacak pamuğu görmeyi de dört gözle bekliyorum.
Candan, kurgunun gereği ilk bölüm hakkında sadece genel olarak fikir edinebildiğimiz bir karakterdi. Leyla Lydia Tuğutlu, benim bütün işlerini takip etmeye çalıştığım isimlerden biridir. Onun nahif, duygusal ve sıcak oyunculuğunu çok severim. Candan’ı henüz tam çözemesem de Buğra Gülsoy ve Beren Gökyıldız’la çok sıcak bir üçlü olacakları belli oldu. Candan öyküde ağırlığını hissettirdikçe bu ilk sıcaklık izleyiciyi daha da etkileyecek gibi geliyor, bana.
Öykü, hayatı çok zor yoldan, çok çabuk öğrenmek zorunda kalan bir çocuk. “Büyümüş de küçülmüş” değil sadece büyümüş bir çocuk o, hem de çok çabuk büyümüş. 8 yaşına kadar ona öyle ya da böyle bir ev sunan teyzenin birden yok oluşuyla yepyeni bir hayat kurmaya mecbur kalıyor. Kendisini hiç istemeyen, kendine bile bakmaktan aciz bir babaya kelimenin tam anlamıyla “yamanıyor”. Yurda gitmekten ölesiye korktuğunu biliyoruz. Bunun altında şu an açığa vurulmayan ama ustalıkla hissettirilen hastalığı var belli ki. Doktorla teyzesinin konuşmasına kulak misafiri olup hastalığını öğrenen ve şimdilik sır olarak saklayan minik kız sadece hastane fobisiyle ve her gün metro duraklarını ezbere saymaya çalışarak bize bunun ipuçlarını sundu.
Öykü, metroya her bindiğinde durakları sayma ritüeline hikâyenin gideceği noktayı düşünerek baktığımdan olsa gerek tam anlamıyla vuruldum. Sırayı bozmadan hepsini bitirdiğinde gözlerindeki ışık ve mutluluğu, bana hastalığına attığı bir gol olarak geçti her defasında ve bu inceliği gerçekten çok sevdim.
Öykü, yetiştirme yurduna gitmeden hayatını sürdürebilmek için kendisinden çok daha “çocuk” bir babayla yaşamayı öğrenmeye çalışıyor. Demir ise bu hikâyenin kucağına bomba bırakılmış adamı. Yaşadığı hayatta bir çocuğa yer yok, olması gibi bir talebi de yok ama gel gör ki hapse düşmemek için çocuğu kabullenmek zorunda. Hayatının kontrolü elinden giden her insanın yapacağını yapıyor ve büyük resmi görmek yerine önündeki küçük hedefe saldırıyor. Şu an gördüğümüz Demir’den baba filan olmaz. Bu kesin de aslında Öykü’nün de şu anda duygusal olarak babaya değil başını sokacağı bir eve ve bir şekilde ona bakacak bir yetişkine ihtiyacı var. Aslında zorunlulukların bir araya getirdiği bir ikili onlar, şimdilik. İşin duygusal ayağı zaman geçtikçe kurulacak ve “baba şefkati göremediği için kahrolan küçük kız” klişesi yerine olayın bu biçimde ortaya konuluşu da bana çok inandırıcı ve samimi geldi.
Candan, tamamen tesadüfen hikâyeye dâhil oluyor. Demir’in dolandıracağı kadın, daha önce çok sıradan bir biçimde Öykü’nün hayatına adım atıyor ve Öykü dolandırıcılık olayının anahtar kişisi oluveriyor. Bunu da resmin büyüğüne adapte ettiğimde aslında Öykü; Demir ve Candan ilişkisinin de anahtarı olacak gibi görünüyor.
Öykünün hastalığının işaretleri çok minik ekmek kırıntıları olarak izleyicinin önüne konurken hasta kızını yatağına yatıran ve uyurken onu izleyen Demir’le de biz seyircilere “Bu adamdan baba olur, hem de çok güzel olur.” dedirtildi. Ancak bu dönüşüm, zamana yayılıp Öykü’nün hastalığıyla paralel ilerletilecek gibi duruyor ki bence bu da çok akıllıca olur.
Bölümün sonunda hapisten çıkan yeni bir karakterle karşılaştık: Cemal… Şu an öykünün neresinde duracağını, Candan’la mı, Demir’le mi yoksa Öykü’yle mi bağlantısının olacağını bilemiyoruz. Serhat Teoman da kendi adıma çok severek izlediğim isimlerden biri. Hikâyenin neresine yerleşirse yerleşsin onu zevkle seyredeceğim, belli oldu.
Kızım, arasız yayınlanan 2 saatlik sürede beni ekran başında tutmayı başardı. Dağılmadım, sıkılmadım ya da öykünün dilinden rahatsızlık duymadım. Cemal’in hapisten çıkışı ve Öykü’nün, Candan’ın evinde Uğur’u ve babasını basışıyla da bölüm benim için çok iyi bir noktada bırakıldı. “Acaba sürekli izleyicisi olur muyum?” sorusuyla oturmuştum dizinin başına, bitirdiğimde çok rahat bir “Evet” cevabıyla kalktım ekran karşısından.
Bu sezon; şu ana kadar yeni başlayan diziler içinde en temiz başlangıcı, en derli toplu ilk bölümü Kızım’da izledim ve bu denli duygusal bir konuyu ajitasyona hiç sığınmadan anlatmayı başardığı için izleyici olarak beni avladı.
Kış sezonunda, reyting yarışı çok zorlu geçiyor. Hemen hemen her gün oturmuş, belli kitlesi olan diziler var ve yeni diziler bunların arasında kendilerine yer açmak için çaba göstermek zorunda. Çarşamba günü iki sezondur, bu yarışın oldukça çetin geçtiği günlerden biri. Geçen sezondan devam eden ve çarşamba pastasının büyük dilimlerine sahip iki dizi var. Yaz sezonundan devam eden bir proje var ve Kızım, bunların arasında kendine yer açmaya çalışacak. Bana sorarsanız Diriliş veya Sen Anlat Karadeniz izlemeyen, Nefes Nefese’nin de hitap etmediği bir boş kitle hâlâ mevcut. Kızım, bu kitleyi yakalayabilecek mi, diğer dizilerden izleyici almayı başarabilecek mi bunun ilk cevabını yarın öğreneceğiz ama gönlüm onun ekranlara tutunmasından yana. Umarım ömrü uzun olur, umarım hep ilk bölümde aldığım zevki hissederek seyrederim bütün bölümleri.
Emeği geçen herkese yürekten teşekkürler.