Biz de geçtik o yollardan, Olric. Kefaretimizi ödedik, der Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da. Zeynep’te o yollardan geçip “kefaret”ini ödeyenlerden. Zeynep’in hayata ödediği kefareti, hepimiz görüyoruz görmesine de bölüm boyu beynimi kemiren düşünce başkaydı benim: Zeynep – en azından bizim bildiğimiz kadarıyla – kendi yaptıklarının diyetini ödemedi ki… Hayat, ona çok ağır bir hesap kesmiş görünüyor oysa kızının kaçırılmasıyla başlayan süreci düşündüğümde Zeynep, o hayatın öznesi değil, nesnesi. Elif’i kim ve niye kaçırdı bilmiyoruz ama yaşantısına bakınca bu kaçırmanın doğrudan Zeynep’le ilgisi varmış gibi görünmüyor. Meltem’le karısını aldatan Ahmet’in şerefsizliği de Zeynep’in suçu değil, o adamdan boşanması da. Sinan’a “Gel bana âşık ol, hayatı permeperişan edeyim.” de dememiş bu kadın; eee, o zaman bütün kefareti neden Zeynep ödüyor? İster kabul edelim ister etmeyelim bunun tek açıklaması var: hayatın cilvesi. Haaa, Sinan da bir bedel ödüyor diyeceksiniz, biliyorum ve haklısınız da oraya sonra geleceğim ama Zeynep’le ilgili kısımda yapılabilecek başka bir açıklama yok.
Hayat, onu nesne kılmış ve ona sormadan ekledikçe eklemiş hesaba ama Zeynep, her şeye rağmen hayatının iplerini elinde tutmak için çabalıyor. Onu kendine yaşam alanı olarak seçtiği inşaatta, suyu ısıtamadığı için soğuk içmek zorunda kaldığı çayı, o narin porselen fincanda yudumlarken gördüğümde içim cız etti. Hayata karşı o kadar nahif ama bir o kadar da güçlü bir başkaldırı ki onunki… Bu bölüm Zeynep’e yakından bakınca iyice emin oldum ki Zeynep’in akıl sağlığı bozuk değil. O, konu kızı olmadığında çok aklı başında, soğukkanlı ve mantıklı. Aslında çok güçlü bir kadın ve asla düşünmeden hareket de etmiyor. Onun çatıya çıkması da çok kontrollü bir hareket. Yıllardır kızı için her mücadeleyi vermiş ve artık Emniyet başta olmak üzere herkes, hatta oğlu bile Elif’in öldüğüne inanmakta. Bu noktada yapılacak başka bir şey yok ve olayı gündemde tutmanın tek yolu bu. Minicik bir bilgi kırıntısı alabilmek için elindeki son kozu oynuyor o anda. Kızı kaçırıldığı günden beri tek odaklı yaşıyor ve bu odak kızı olduğu için, zaman zaman dengesizleşiyor. Elinde Elif’in fotoğrafıyla kapı kapı gezmeler, falcılar, medyumlar ve onlara akıtılan para; elbette ki kontrollü ve mantıklı bir kadının işi değil ama bu kadın da evladı koynundan çalınmış bir ana. Mantık da akıl da sükûnet de bir yere kadar…
Kızı kaçırıldıktan kısa süre sonra, bence en doğru kararı verip olan biteni ona anlatmayı seçen iki arkadaşı sayesinde öğreniyor kocasının ihanetini, Zeynep. Yaşadığı ağır travmayı ve çaresizliğini düşününce bu ihanetin her şeyin üstüne tüy dikmesini bekledim açıkçası. Meltem’e ya da en azından Ahmet’e saldıran bir Zeynep göreceğiz diye düşündüm. Öyle olmadı. Aldığı bilgiyi kontrol edip ihanetin doğru olduğuna bizzat tanık olunca bence çok olgun, çok seviyeli ve o psikolojideki bir kadından hiç beklenmeyecek kadar sakin hareket edip çok şık bir hamleyle öğrendiğini Meltem ve Ahmet’in suratına vurdu ve ardına bile bakmadan gidip Ahmet’ten boşandı. Hiçbir travması olmasa bile her kadın için, kocasının kendisini en yakın arkadaşıyla aldattığını öğrenmek başlı başına bir depremdir. Sadece bu bile kadına delirme, öfke kusma ve mantıksız olma hakkı verir diye düşünüyorum. Zeynep, bu hakkı kullanmaya yeltenmedi bile. Evladının ondan koparılması o kadar ağır bir acı ki ondan sonra giden koca olmuş, onu elinden alan arkadaş olmuş, zerre önemi yok çünkü. Daha da ilginci, Sinan’a bu aldatmayı anlatırken “Aldatması önemli değil, önemli olan beni sevmemesi.” demesiydi, bana göre. “Niye benim başıma geldi, ben bunu hak edecek ne yaptım, neden onunla bir ilişkiye girdi?” gibi cevabı olmayan sorularla hiç uğraşmıyor, Zeynep ve olayın tam ortasına neşteri batırıp teşhisi koyuyor: “Beni sevmiyor.” Bu teşhisin tedavisi de net: Sizi sevmeyen insandan kopar gidersiniz. O da öyle yapıyor. Ah, vah etmiyor; dövünmüyor, intikam derdine hiç düşmüyor. Evladı gitmiş, kadının; kocanın mı peşine düşecek? Onu elinden aldığını zanneden yılana mı bedel ödetecek?
Ayrılırken kocasının ona bıraktığı evi bile almadan belli ki başlarda kendi mücadelesini sürdürmek istiyor, ne yapıp edip Sinan’la birlikte kızını bulacak. Sinan, ne zaman Komiser Sinan olmaktan çıkıp onun kader arkadaşı oldu henüz bilemiyoruz ama belki de kendisine inanan tek insan olduğu için ona sarılmış, Zeynep. Mücadele ettikçe batmış, battıkça yan yollara sapmış ama hep bir umutla koşturup durmuş. Yüzüne kapanan kapılar, sonuçsuz koşturmacalar ve bir yere varamamak yormuş Zeynep’i. Muhtemelen yoruldukça da dengesi zarar gördü ve falcılar, hacı hocalar, medyumlar o zaman girdi devreye. Onlar girince de mantık kendini beyne kilitleyip anahtarı da yüreğin dibine fırlatmış ve Zeynep hem kendine hem Sinan’a hem de onun ailesine zarar verir hâle gelmiş. Suçluyor muyum onu? Asla! Ben olsam ben de bunu yapardım, hedefe kitlendiyseniz sağa sola verdiğiniz zayiatı görmezsiniz bile. O da görmemiş.
Sinan, kendi seçimini yaşıyor. Bir yerde, bir şekilde âşık olmuş Zeynep’e ve bu giderek bir tür bağımlılığa dönüşmüş. Zeynep’in kızını bulma bağımlılığı, Sinan’ın Zeynep tutkusuyla birleşince de Sinan’ın yolunda giden hayatı tepe taklak olmuş. İşini, parasını, ilişkisini kaybetmiş. Sinan’ın bir farkı var Zeynep’ten. O, beş yıl sonra geldiği noktada artık tükendiğini hissediyor ve Zeynep’i hayatından söküp atma niyetinde. Zeynep, mücadeleden hiç vazgeçmiyor ama Sinan en azından düşünce olarak Zeynep’ten geçme kararında. Uygulayamayacağı, akıntıya kürek çekeceği bir karar bu. Onunki ilgi duyma, hoşlanma, sevme ve hatta âşık olma değil çünkü. Onunki bir anlamda saplantılı bir tutku. Kontrol edilemez, vazgeçilemez ve engellenemez. Tam da bu yüzden Nil’e “Zeynep’ten vazgeçiyorum.” itirafı yaparken çalan bir telefonla ardına bakmadan soluğu onun yanında alıyor işte! Çünkü mantığıyla verdiği kararın ardında duracak gücü yok. Tıpkı kızıyla ilgili bir mesaj geldiğinde her şeyi boş verip o mesajın peşinden giden Zeynep gibi. İkisi de saplantılarının esiri olmuş durumdalar, karar alıp uygulamaya mecalleri yok ve ne yazık ki, ikisi de artık asla “normal” olamayacak!
Zeynep, beş yıl önce Sinan’a “Bir gün seni de yere çakan biri çıkar nasılsa, sen de önemsiz hikâyelerin kahramanı olmayı öğrenirsin!” kehanetinde bulunurken Sinan’ı yere çakanın kendisi olacağını biliyor muydu, sanmam ama gelinen noktada fail o! Ne var ki Sinan’ın durumunu görüyor ve şu anda ona, hayatında asla yer açamayacağının da farkında. “Git!” diyor Sinan’a, ondan uzak durmaya da çabalıyor ne var ki kızına giden ipin ucundan birlikte tutuyorlar ve ona sevgili olarak değilse de destek olarak ihtiyacı var. Konu kızı olunca da Sinan’a ne olduğu dahası kendisinin ona ne yaptığı da Zeynep için önemini yitiriyor. Sinan’ın Zeynep batağına düşme nedeni, benim için hâlâ gizemini koruyor. Ne zaman ve niye âşık oldu Zeynep’e bilemiyoruz ama bu kadar yoğun bir duygu sebepsiz yere yaşanmaz. Hele de yolunda giden bir hayatınız varken hiç yaşanmaz. Sinan’ın görünenin altında mutlaka boşlukları, yaraları ve büyük bir ihtiyacı olmalı ki hayatı her anlamda onun için kolaylaştıran Nil’in yerini Zeynep alabilsin. Zaman içinde öykü, bizi Sinan’ın içine doğru bir yolculuğa da çıkarırsa bunların cevaplarını alabileceğiz, elbette. Ne var ki sonuç değişmeyecek ve Sinan bütün akılcı kararlılığına rağmen Zeynep’in yörüngesinden çıkamayacak.
Zeynep, Sinan’ın hayatından çıkmasını onun adına gerçekten istiyor aslında. Ondan kaçıp bir inşaatta kendine yeni bir dünya kurmasına bakınca bunu anlamak güç değil. Kendi başına hayata tutunma derdinde. O viraneyi, yatıp kalkılacak bir mekân olmaktan çıkarıp bir anlamda imzasını attığı bir mekân yapmaya çalışması da bundan. Hayata sımsıkı tutunuyor Zeynep. Yatağı yere atıp yatmıyor, taşlardan bir karyola ve bir koltuk yapıyor; banyo yapacak sıcak suyu yok belki ama bir aynası var, kendi yüzüne korkusuzca bakabileceği ve elindeki porselen fincanla, manzarası hayalet bir site de olsa dünyaya bakabildiği bir penceresi var. Üstüne üstlük sanılanın aksine oğlu Can’ı yaşamından silmiş de değil. Evet, onun olabildiğince normal bir hayatı olsun diye oğlunu babasının yanında bırakmış ama evladını terk etmemiş ve onu hiç boş bırakmamış. Oğluyla yaşayan babası bile onun kadar Can’ı takip edemiyor. Telefonuna bir uygulama koyup gidip geldiği yerleri takip etmiş, arkadaşlarını tanımış ve kendince onun yaşamında var olmuş.
Ne var ki Can da bu acının masum kurbanı. Kardeşinin çalınmasından kendini sorumlu tutan bir çocuk o. Annesi tarafından terk edilmiş – Can’a göre tabi – ve babasının sevgilisiyle aynı evi paylaşmak zorunda kalmış tam da ergenlik çağında bir genç. Zeynep’in başına gelenler kendi suçu değil ama tuttuğu yol, her şeye rağmen kendi tercihi fakat Can, hep maruz bırakılan… Sorulmamış, karar verememiş ve yaşadıklarının acısıyla büyümüş. Kardeşinin ölümünü kabullenmiş ama o ölüm için kendini sorumlu tutuyor, bir yandan da “Ben ölmedim, hayattayım, yaşıyorum!” çığlıkları atıyor sessizce ve fark edilmek istiyor. Siz bu çocuğa “… ama”larla başlayan ne söylerseniz söyleyin sizi dinlemeyecektir, dinleyemez; dinlese de anlayıp hak veremez. Kendini, babasını, babasının sevgilisini ve annesini suçluyor, o. Suçlayacak da… Maalesef o da bir kurban, tıpkı annesi gibi ama Zeynep’ten farklı olarak yaşı ve duyguları gereği Can buna isyan ediyor ve nasıl ona “İsyan etme!” diyemezseniz, annesine de “Mantıklı davran, tek çocuğun o; onunla hak ettiği gibi ilgilen!” de diyemezsiniz. Yapamaz çünkü! O, kızıyla ilgili gerçeği öğrenmedikçe durmayacak, duramayacak!
Bu çocuk sadece Zeynep’in değil, Ahmet nasıl normal hayatını sürdürüyor, diyebilirsiniz ve ben “annelik vaazları” da vermem ama olayın diğer köşesinde duran Ahmet için en azından görünenlerle söyleyebileceğimiz tek gerçek, onun kimseyi gerçekten sevebilecek yapıda biri olmadığı. Sevmeyi bilmiyorsanız acıyı da bilmezsiniz, olup bitenden de etkilenmezsiniz. Her şey gelip size çarpar ve içe işlemeden akıp gider. Ahmet’in durumu da bu. İşi, sevgilisi, oğluyla bir hayat kurmuş. Manasızca Zeynep’i de geri istiyor ama kayıp evladına dair bir merak, bir özlem ve bir çaba içinde olduğunu söylemek de güç. Belli ki kabullenmiş olup biteni Zeynep’in aksine. Bana sorarsanız Elif’in kaçırılmış olması, dolaylı da olsa Ahmet’ten ötürü ama o bunu bir kez bile sorguladı mı, sanmam!
Şimdi Elif olduğu iddia edilen Sude, Elif’i kaçırdığını düşündüğümüz bir baba ve bütün bunların ortasında yine çaresizce kelebek gibi ağa tutulmuş bir Zeynep var karşımızda. Sude, Elif mi? Emin değilim. Açıkçası ilk bölümde Elif’in bilinçli ve organize bir eylemle kaçırıldığını gördük; polisiye kitaplar yazdığını öğrendiğimiz, ömrünün son demlerini yaşıyor görünen ve ilk bakışta Zeynep ve ailesiyle bir bağı olmayan adamın Elif’i kaçırması bana anlamlı gelmiyor. Öte yandan Zeki, arkadaşı Remzi ve onun kız kardeşinin oluşturduğu bir üçgen var ki bu grubun Zeynep ve ailesiyle henüz bağlantısı tam açıklanmasa da bir ilişkisi var. Vakti zamanında kız kardeşin evinde bir çocuk tutulduğu ihbarını da yazdım aklımın bir köşesine ve bağlantıların kurulmasını sabırla bekliyorum.
Sude gerçekten Elif’se çatışmanın ana düğümü çözülmüş olacak ama değilse Zeynep’i en az ilki kadar kuvvetli bir hayal kırıklığı daha bekliyor. Bir kez daha şiddetli bir darbe almak onun hayat bağını ne kadar zayıflatacak, Sinan’a ve Can’a neler yapacak izleyip göreceğiz.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün set ekibinin emeklerine sağlık.