İkinci bir şansı herkes, hak eder mi? Yapılan hatalar telafi edilebilir mi? İkinci bir şansa ihtiyaç duymak demek, ilk şansı kötüye kullanmış olmak demek aslında. Sahip olduğumuz ilk şans sağlıklı bir karaciğer olabilir, babası tarafından “sakat” diye köşeye atılan bir evlada kol kanat germek olabilir ya da farklılıklarına rağmen “özel” biriyle dolaysız ve temiz bir dostluğa başlamak olabilir. Ali Vefa o kadar haklı ki, insanlar sürekli ikinci bir şans isterler ilkini düzeltmek yerine. Herkes elindeki ilk şansı iyi değerlendirse dünya ne güzel bir yer olurdu.
Haftalardır merakla beklediğim sorunun cevabını bu hafta biraz da olsa aldım. Ali’nin anne ve babasının ondan kolayca vazgeçmiş olmalarını sindirememiştim ve annesinin nerede olduğunu çok merak ediyordum. Hatta ne yalan söyleyeyim, hiçbir annenin yavrusunu, üstelik anne – baba desteğine diğer çocuklardan çok daha fazla ihtiyaç duyan yavrusunu, bırakabileceğine ihtimal vermem. Ali’nin annesi de bırakmak istememiş, o da fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalan diğer kadınlar gibi çaresizce bu kaderi kabullenmiş. Bu durum, Ali’nin yarasına derman olamamış ama ben bir oh, dedim uzaktan oğlunu izleyen annesini görünce. Annesinin bu süreçte elinden gelen tek şey her gün Ali’nin olduğu yere gidip onu uzaktan izlemek, kısa bir süreliğine de olsa aynı havayı solumak olmuş. Bu çabası ne yazık ki Ali için yeterli değil. Nasıl yetsin ki? O yaşta bir çocuk ne olursa olsun annesi elini tutsun ister, korktuğunda annesine sarılıp sakinleşmek ister; yaraları annesi öpünce iyileşir, öcüler annesi kovalayınca kaçar. O bencil babası yüzünden annesi, çaresizlikle Ali’yi bunlardan mahrum bırakmış. O nedenle yaşarken ayrı düştüğü annesini bir camın ardından görmek Ali’ye yetmez, korkusunu gidermez, özlemini azaltmaz.
Annesini sadece uzaktan neredeyse bir siluet kadar görerek büyüyen Ali, duygusal olarak kendini çok geliştirmiş bir otizmli. Bu hafta, Ali hakkında öğrendiğim en önemli şey bu oldu. Otizmli bireylerin sosyal ortamlarda bulundukça duygusal duyarlılıklarının arttığını biliyordum. Ali, hayatı boyunca şartlar öyle gerektirdiği için sosyal ortamlarda bulunmuş. Önce kalabalık bir yetiştirme yurdu, sonra tıp fakültesi. Şimdi de çalıştığı hastane ortamı. Ali bir şekilde hep insanlarla iç içe olmak zorunda kalmış, toplumdan izole yaşayan bir otizmli değil o. Bu durumun onun duygusal gelişimine büyük katkılar sağladığı çok açık. Tüm bunlar yaşanırken Adil Hoca, Ali’nin üzerinden elini bir an olsun çekmemiş. Aynı şehirde yaşamadıkları dönemlerde de Samsun’daki tanıdıklarını organize ederek Ali’yi hep kollamış. Ali’nin tüm zorlarını kolay etmeyi o kadar iyi beceriyor ki Adil Hoca, çaya attığı bir dilim limonla Ali’nin duygu durumunu düzeltebiliyor. Böylesi bir destekle büyüyen Ali de duygu dünyasını o kadar sağlam inşa etmiş ki Adil Hoca’nın tek başına yaşaması hakkındaki endişelerini yersiz buldu. Ali’nin geçmişte yaşadığı tüm duygusal deneyimlerden çıkarımları var, kendini çok iyi tanıyor. Nazlı’ya kırıldığı gecenin sabahında “Ben bugün insanlarla az konuşsam iyi olacak.” demesi bu yüzden. Ayrıca başkalarında az görülür bir empati yeteneği de var Ali’nin. Mesleki deformasyona uğrayıp elindeki organı, bir doku parçası, bir “şey” olarak gören doktorlara karşın Ali ona saygı duydu. Ali için o bir et parçası değildi, şu an hayatta olmayan ama başka bir insana hayat verecek Erhan’a ait canlı bir parçaydı. Kucağında tuttuğu kutunun içindeki karaciğer bir parça “can”dı Ali’ye göre.
Bölüm boyu heyecanla o karaciğerin yerine ulaşıp ulaşamayacağını izlerken bir an geldi ve Ali Vefa benim ciğerimi söküp oracığa bıraktı. “Otizmliyim ben, aptal değilim!” dediği sahneden bahsediyorum. O kadar içtenlikle ifade etti ki… Orada Ali’nin kastettiği duygusal zekâydı bence. Duygularımı tam ifade edemiyorum ama bana karşı yapılan kırıcı davranışları anlamayacak kadar aptal değilim, demek istedi Nazlı’ya. Hani insanlar kendilerinden farklı olana, eksik olana karşı saçma hareketlerde bulunurlar. Gözleri görmeyene inanmaz, ellerini gözlerinin önünde sallayıp kendilerince test ederler ya da kulağı duymayana daha yüksek sesle konuşup işitmesini test ederler. Bu hareketlerin o kişiyi ne kadar inciteceğini düşünmeden yaparlar bunu. İşte Ali de sahip olduğu duygusal zekâ sayesinde tüm bu davranışların farkında. Hayatı boyunca farklılığı yüzüne o kadar çok vurulmuş ki neredeyse kendisi de artık insanların onunla ilişki kuramayacağına inanmış durumda. Nazlı’ya “Bir bana bak, bir kendine bak; senin gibi biri benimle olabilir mi hiç?” derken de bunu kastediyordu. Ah be Ali, asıl eksik olanlar sana bunu hayatın boyunca hissettirenler, asıl aptal olanlar, duygusal zekâsı yerlerde sürünen tüm o insanlar. Hâlbuki gökkuşağı rengârenk oluşuyla güzeldir. Hepimiz birer rengiz şu hayatta, bir arada güzeliz, farklılıklarımızla güzeliz.
Farklılıklara tahammül edemeyenler hayatın her alanında var, maalesef. Bu bazen en yakınımız, bazen iş arkadaşımız, bazen yüzünü bile görmediğimiz birileri olabilir. Final sahnesinde Açelya’nın yaptığı can yakıcı konuşmanın nedenini bu açıdan anlamaya çalıştım. Açelya, Demir’e aşık; Demir’in Nazlı’dan hoşlandığının farkında, aynı zamanda Nazlı’nın Ferman’a olan hislerini biliyor. Aynı evi paylaştığı Nazlı’yı seviyor, ona karşı kin gütmüyor. Demir’e duyduğu aşkı, tamamen içinde platonik olarak yaşıyor. Ne Nazlı’ya ne de Demir’e karşı bir oyuna kalkıştı şimdiye kadar. Onları izledi ve karşılıksız aşkından dolayı acı çekti. Dünyanın en doğal duygusunu yaşayan Açelya’yı duygularından dolayı suçlayamayız. O hâlde neden Ali’yi oradan kaçıracak o sözleri sarf etti? Uzun uzun bunu Demir’e karşı mı, Nazlı’ya karşı mı planladı, bu işten çıkarı ne olabilir, anlık bir olay mıydı acaba diye düşündüm. Nazlı’yı zor durumda bırakmak için yapmış olsa Nazlı her şekilde Ali’ye ulaşır, onu ikna eder ve geri getirirdi, tıpkı o akşam düzenlediği yemekte olduğu gibi. Böylece bu olasılığı eledim. O konuşmanın hemen öncesinde Demir’le yakınlaşmayı denemişti, Açelya. Açelya’nın Demir’e doğru attığı her adım, Demir’in Nazlı’ya yönelişiyle sonuçlanıyor. Açelya da haklı olarak buna içerliyor ve canı yanıyor. İnsanlar böylesi kızgınlık anlarında başka birinin canını yakmak isterler. O da can havliyle birilerinin canını yakmak istedi, bunun için de en kolay hedef olan Ali’yi seçti. Tahminimce plansız, anlık öfkeyle yapılmış bir hamleydi. Aşk acısı, sevginin karşılıksız oluşu, sevgiliye kavuşamamak her âşığın canını yakar ve ona böyle hamleler yaptırabilir.
Bazen de sevdiğimiz yanımızda olsa aynı hayatı paylaşıyor olsak bile canımız yanar. Tıpkı Beliz’in Ferman’ın canını yaktığı gibi. Ferman sevdiği kadına her konuda destek olan, onu sahiplenen bir sevgili. Beliz’i gerçekten çok seviyor. Onun haksız çıkışlarını bu sevgi sayesinde bir şekilde affedebiliyor, ona asla hayır diyemiyor. Öyle olmasa, sırf o istiyor diye, çalışmaktan zerre hoşlanmadığı Tanju’nun ayağına iki kere gidip o ameliyatı birlikte yapabileceklerini söylemezdi. Üstelik Tanju’nun yenilir yutulur cinsten olmayan ego gösterisine karşın sessiz durdu. Ferman böylesine özverili davranırken Beliz, her kötü anında Ferman’ın canını yakmaktan hiç çekinmedi. Benzer bir pozisyonda Ferman’ın yaptığı fedakârlığı Beliz’in yapacağını hiç sanmıyorum. Nitekim kurulda hemen hukuki gerekçeleri öne sürüp hiç mücadele etmeden Ferman’ı öylece ortada bıraktı. Üstelik Ferman üstüne basa basa onun için o yatırımcı ne kadar değerliyse kendi için de Muhsin Amca’nın değerli olduğunu belirtmesine rağmen. Beliz, Ferman’a yanındayım yalnız değilsin, diyor ama davranışlarına yansımadıktan sonra bunun bir kıymeti yok zannımca. Gerçek sevgi karşı tarafa yapılan davranışlarla hissettirilir, kelimeler gereksizdir. Kimse bunu zorunluluktan yapmaz, “O”nun ihtiyacı olduğu için, “O” mutlu olacak diye yapar. Sevgiyi anlatan bazen bir onaydır, bazen ona istediği konuda yardım etmektir, bazen de alına kondurulan bir öpücüktür. Kısacası sağlıklı bir ilişki duygusal alışveriştir bir yerde. Oysaki Beliz’in bu ilişkideki tavrı, vermek üzerine değil, sürekli almak üzerine sanki. Onun duygusal yoksunluklarını giderme yöntemi Ferman’ın canını acıtıyor ve ileride bu nedenle bu ilişkide çatırdamalar olacağını hissediyorum. Muhtemelen Beliz’in anne – baba kaybı nedeniyle bir sevgi açlığı ve şefkat arzusu var. Belki ne kadar değerli olduğu ona çocukken hissettirilemedi. Sonuçta babası annesini terk ederek başka bir kadınla evlenmiş. Çocuklar anne – baba ayrılıklarında giden ebeveynin kendilerini de terk ettiğini düşünürler. Beliz de böyle düşünmüş olmalı. Ferman’ı sevgili gibi değil de onu kollayacak biri olarak görüyor. Zamanında yoksun kaldığı baba ilgisini belki de Ferman’la gidermeye çalışıyor. Beliz, özgüveni küçük yaşlarda zedelenmiş bir kız çocuğu o ve başarısız olma korkusu peşini hiç bırakmamış. Başarısız ve eksik görünmekten öyle çok korkuyor ki onu büyük bir strese sokan hastanenin içinde bulunduğu maddi sıkıntıları, hayatını ve aynı evi paylaştığı adamdan saklayabiliyor. İşler iyiyken tatlı ve ilgili bir sevgili, işler kötüleşmeye başladığında çekinmeden pozisyonunu Ferman’a hatırlatan bir hastane sahibine dönüşüyor. Bu tavır sadece Ferman’a karşı değil. Yeri geldiğinde hastanenin sahibi olduğunu Tanju gibi 416. ameliyatını yapan deneyimli bir doktora da çıkarları gereği iş birliği yaptığı Kıvılcım’a da hatırlatabiliyor. Böyle anlarda başarısız olma korkusu her şeyin önüne geçiyor. Bu tam anlamıyla bencillik değil de nedir?
Her ne kadar ilk bölümden beri bencilce davrananların Kıvılcım ve Tanju olduğunu düşünmüş olsam da bu hafta karakterler açıldıkça fikrim değişmeye başladı. Tanju’ya tam olarak bencil ve kötü diyemem artık, içinde insani yönleri de var bence. Geçen hafta Ali’ye büyük ameliyat öncesi verdiği tüyoda gerçekten samimiydi. Büyük bir hedefi var Tanju’nun o da başhekim olmak. Bu uğurda kötü olması gerekiyorsa olmaktan çekinmiyor. Kıvılcım da Tanju’nun bam telini o kadar iyi biliyor ki iki cümle ile ne Beliz’in ne Ferman’ın başaramadığını yaptı. Tanju’yu büyük resmi görmesi için dürttü, o da gördü. Geçen hafta Ali’yi destekledi, bu hafta Ferman’ın elini sıktı. Hayattaki hiçbir her şeyin salt iyi ya da kötü olamayacağını ispatlarcasına.
Yine kâh gülerek, kâh ağlayarak izlediğim projenin her aşamasında emeği bulunan, yazan, yöneten, oynayan ve çeken herkesin emeğine sağlık. Haftaya görüşmek üzere.