Yazar: Ayça AKMAN
Dürüst bir itirafla başlamalıyım sanırım. Ben bir dizikolik değilim. Toplasak seyrettiğim yerli diziler bir elin beş parmağından azdır. Hayat kısa, zaman kıymetli ve ben ancak keyif alabildiğim sürece takipçisiyim dizilerin. Tanıtımlar, yapım şirketi, başroller elbet seçimlerimde kıstas oluyor ancak en nihayetinde içgüdülerim ve rastlantılar beni yönlendiriyor. Halka ile tanışmam da aynen bu şekilde oldu. Tanıtımlarını takip etmemiş, ilk bölümünü seyretmemiştim. Hasbelkader kanalları değiştirirken bir sahne takıldı gözüme; karanlık bir odada yattığı yerden duvarındaki sepya rengi ışıklı resme uykulu gözlerle bakan bir adam ve tüm sahnenin odağı resimdeki ev… Orada takılıp kaldım bir daha da bırakamadım.
Lakin insan sayısı kadar fikir var, herkes hemfikir olmayabiliyor sizinle; çevremin yakınmaları dizinin güzel ama biraz karışık olduğu yönünde olunca bir el atsam toparlayabilir miyim acaba niyetiyle koyuldum bu yazıyı yazmaya. Umarım muvaffak olabilirim, şimdiden sürç-ü lisan edersem affola.
Halka yeraltında bir örgüt tahmin edebileceğiniz üzere. Birbiriyle kesişen iki halkanın ortasından yüzünüze yüzünüze bakan göz ise sembolleri… Cemal Amir’in (Ahmet Mümtaz Taylan) yaklaşık tanımlaması ise şöyle: “1970’lerde kurulan bir örgüt. En başta 3 kişiydiler. 2 kabadayı ve bir işadamı… İşadamı akıllı, ortada görünmüyor. Kabadayıların esnafla ilişkisi var. İhtiyacı olana yardım ediyor karşılığında zamanı gelince bir iyilik istiyorlar. Sonra o kabadayılar da ortadan kayboluyor. Birinden bir şey isteyecekleri zaman teyp kaseti ile istiyorlar. Kaset CD’ye sonra DVD’ye dönüşüyor. Kırmızı bir kutu içinde kargo ya da posta ile gönderiyorlar. Çek, senet; silah, külah da var lakin insan yok ortada. Büyüyen örgütler zamanla kibre gösterişe kapılıp açığa çıkarlar ama bunlar yıllardır açığa çıkmadılar.”
1993 yılında işlenmiş Eren Karabulut cinayetini günümüze bağlayan tam da bu oluyor. Eş zamanlı olarak kırmızı kutu içinde kargo ile hedeflerine ulaşan iki kaset, suçsuz yere hapse düşen Kaan’a, babası bildiği Eren Karabulut’un ölümünden sorumlu olanları, yani İlhan Tepeli ve İskender Akay’ı deşifre ediyor. İlhan Tepeli ‘nin (Burak Sergen) oğlu Cihangir Tepeli’nin (Serkan Çayoğlu) kulağına ise gerçek babasının Eren Karabulut olduğunu fısıldayıveriyor, tabii onun, babası bildiği kişi ve eski ortağı tarafından öldürüldüğünü atlamadan. Buraya kadar pes etmediyseniz gelsin asıl düğüm… 25 yıl önce kabadayı Eren Karabulut’un on aylık oğlunu kaçırıp fidye isteyenler, buluşma yerinde onu vahşice katlettikten sonra parayı alıp arka koltuğa bir bebek bırakıyorlar. Başka bir bebek! Yani Cemal Amir’in deyişiyle ‘kaderi baştan yazıyorlar’. Peki sonra ne mi oluyor? Eşi Hümeyra Karabulut (Nazan Kesal) bebeği yani Kaan’ı sorgusuz sualsiz kabul ediyor. Kaan‘ın polisle işbirliği yaparak hapisten çıktığını, Cemal Amir‘in liderliğinde Halka’yı deşifre etmek üzere salıverildiğini de eklersem işte, size senaryonun belkemiği. Bu temel üzerine inşa edilmiş olan yan hikâyeleri ekleyip çıkararak dört bölüm hakkında aşağı yukarı bir fikir edinmek zor değil.
Buna rağmen zor diyenlere, kabul derim; senaryo derin, senaryo engebeli. Eğlenmek için oturduğunuz televizyon karşında beyninize fazla mesai yaptırıyor ama yanında hediyesi var: Kusursuza yakın sanat ve görüntü yönetmenliği, harika bir reji, detaylara özen ve izleyiciye saygı. Öyle ki bazı sahnelerde kendinizi bayağı bayağı özel hissediyorsunuz. En azından bu benim için böyle oldu. İkinci bölümdeki rüya sahnesi, Gözyaşı Tutan çıkmazı ve terapi seansları sonrası akmayan gözyaşlarına inat, elde buruşturulup atılan kâğıt mendiller hafızama kazındı desem yalan olmaz.
Benim gözümde bir ilki de gerçekleştirdi Halka. ‘Suspence’ diye nitelendirdiğimiz, heyecanı en alt seviyeden alıp tedricen yükselterek tepe noktasında şık bir dokunuşla bitirme hâlini ilk defa bir yerli dizinin sahnelerinde bu kadar net deneyimledim. Cihangir in resimdeki evi keşfi ve sevgilisi İrem in giysi dolabına saklanma sahnesi mutlaka bu bakışla izlenmesi gereken sekanslar. Hiç mi kusuru yok? Var, elbette. Ara sıra durağanlaşan sahneler hafif sıkıcı gelse de mola alan zihin bayram ediyor. Eee, bu kadar kusur kadı kızında da olur.
Yukarıda bahsi geçen olaylara ilave olarak Cihangir in bilmediğimiz bir nedenle hafızasını kaybetmiş olduğunu ve akut uykusuzluk çektiğini es geçmemek şart. Cemal Müdür’ün kuyusunu kazan ve yanına casusunu (Hazal Subaşı) yerleştirmiş olan istihbarat şefi Altan Bey ise tam bir muamma ama ben biraz zorlarsam onu rahatlıkla Halka’ya bağlarım. Eski ortağı İlhan Tepeli’yi yok etmeye ant içmiş İskender’in kızı Müjde (Hande Erçel) henüz kapalı bir kutu; ben, onu henüz kafamda bir yerlere oturtamadım. Kıt akıllı babasının sağ kolu olma yolunda emin adımlarla ilerliyor görünse de bir sürpriz bekliyorum. Suyun başını tutmuş olan Vekilharç, hiç renk vermeyen psikiyatr, Cihangir’in terapi seanslarının ses kayıtlarına ulaşmaya çalışan sözde sevgili İrem, Kaan’ın sağ kolu Doktor ve her taşın altından çıkan kiralık katilimiz Terzi ise senaryodaki düğümlerin diğer serbest uçları. Yalnız burada Terzi’ ye (Erdal Yıldız) özel bir parantez açmak isterim. Kombininde sarı – siyahtan başka renge yer vermeyen bu karakteri gördüğümde aklıma gelen ilk şey bu renklerin doğada doğrudan tehlikeye işaret eden renkler olduğuydu. Yaban arıları, kurbağalar, yılanlar, örümcekler… Bir düşünün, görünce koşar adım uzaklaşırsınız. Haklı da çıktım. Kendine kızsa kendini vuracak kadar işine bağlı, ‘bol paça’ düzelten Terzi’nin unutulmayacak kült bir karakter olma yolunda ilerlediğini, bunu yaparken neredeyse sempatikliğe göz kırptığını da eklemeden edemeyeceğim. Meslekleri kendi bağlamlarından çıkarıp dönüştüren dizinin, başka hangi mesleklere el atacağını bekleyip göreceğiz.
Seyir zevkini kaçırmadan ancak bu kadar detaylandırabileceğim Halka sürpriz bir final yapmıştı dördüncü bölümün sonunda. Bu sona atıfla Hümeyra Karabulut’un sözleri noktalasın yazıyı. “Dik duruyorsak zamanımızı sıramızı bildiğimizdendir.”
Yazan, yöneten, oynayan ve emek veren herkesin yüreklerine sağlık. Yeni başlayacak olanlara şimdiden keyifli seyirler dilerim.