Yazar: Sinem ÖZCAN
Bir adamın yıllarca canını dişine takıp emek emek kurduğu dünyanın, hırsının esiri olmuş bir kadın tarafından ayaklarının altından çekildiğini izledik, bu bölüm Erkenci Kuş’ta. Can’ın var oluş sebebi, kendini tanımladığı yer, bir anlamda bugüne kadar biriktirdiği her şeyi mesleği… Üstelik Aylin’in savaşında o asıl hedef bile değil. Buna karşın en ağır darbeyi alan oluverdi birden. Aylin’in, sebebini hâlâ anlayamadığım, hırsı ve kötücül ruhu; sırf yapabildiği için, sırf fırsatını bulduğu için bir insanın dünyasını darmadağın etti. Beni bu noktada Emre de onun aptallıkları da ilgilendirmedi açıkçası. Ben olaya sadece “kötü olmayı sevdiği için” kötü olan bir kadın ve onun niye kurbanı olduğunu anlamadığım bir adamın acısı olarak baktım.
Şirket ve iş entrikaları Can’ın hiç umrunda olmadı. Kardeşinin onu kıskandığını bile fark etmedi, Aylin’i sadece bir rakip olarak gördü, kin duymadı. Onun tek derdi bir an önce yapılacakları yapıp şirketi asıl sahiplerine devretmek ve ilk anda hesapta olmasa da Sanem’i de yanına alıp kendi dünyasının içinde kaybolmak. Hayatla barışık, kendiyle barışık ve amaçları olan bir adam o. Ama onun barışık olduğu hayat, onu sevse de zaman zaman sınamayı ihmal etmiyor. Elbette bunları hak etmemişti, elbette nedenleri, nasılları anlaması mümkün değil ama bu hayatta her kötülüğün insanın kendisiyle ilgisi olması gerekmiyor ne yazık ki…
Hiç ummadığı anda aldığı darbeyle önce şiddetli bir şok, ardından ciddi bir acı duydu Can. Sanem’in çok yerinde deyişiyle bir “yaralı kaplan”a döndü ve yaralarını yalayarak iyileştiren bütün canlılar gibi kendi içine kaçmayı seçti. Ben onu o kadar iyi anladım ki bu bölüm… Birileri sizi kasten yaralamayı seçtiyse ve onun seçimi başkalarına sırf “konuşma, merak ve dedikodu” malzemesi oluyorsa orada yapılacak tek şey susmaktır. Çok haklı Can…
Birini gerçekten seviyorsanız ama gerçekten, onun acısına nasıl merhem olacağınızı da bilirsiniz, onu nerede bulacağınızı da bilirsiniz, onu ne zaman yalnız bırakacağınızı da bilirsiniz. Darmadağın olmuş Can’ın yanına elinde bir bardak çayla gelen Sanem’i görünce aklımdan geçen buydu işte. Sanem’in “Size çay getirdim”iyle Deren’in “Dışarı çıkmak ister misin?”i arasında ay taşlarının siyahıyla beyazı kadar fark vardı tam da bu yüzden. Birine iyi gelmek için soru sorulmaz, ihtiyacı ona sunulur sadece. Can’ın “Tam ihtiyacım olan şey…” deyişi de bundan. Çay’a değil elbet, Sanem’e o ihtiyaç… Bir gün önce “Yalnız kalmak istiyorum” diyen adamı öylesine anlamış ki Sanem, ormanda onu bulduğunda yalnızlığını böldüğü için özür dileme gereği duydu oysa kendisi değil ama Can o kadar iyi biliyor ki ona çok iyi geldiğini varlığının…
Can’ın acısı öyle gerçek, Sanem’in o acıyı onunla sırtlamaya çalışması öyle içtendi ki açıkçası ne Can’ın ona “Git!” deyişini ne Sanem’in aşkını kendine itiraf edişini ne de Emre’nin gerçek yüzüyle tanışmasını önemsedim bu bölüm. Can’ı tanıdıkça Emre’nin anlattıklarından şüphelenecekti Sanem ama şartlar ona çok daha çabuk bir aydınlanma sağladı. Gönül isterdi ki Emre’ye çektiği restin ardında dursun ve olup biteni Can’a anlatsın ama yapamaz.
Öte yandan Emre’nin de artık bir aydınlanma yaşaması gerek kanımca. Olayların arkasındakinin Aylin olduğunu fark etmesi de yetmez bunun için. Emre her şeye rağmen abisini seviyor, bu belli oldu. Biz anladık, umarım kendi de anlamıştır. Eğer Aylin’in gerçek yüzünü görebilirse buna ailesine olan bağı da eklenirse daha farklı bir Emre görürüz diye umuyorum. Emre’yi “kötü” kabul etmeyi başaramadım ben, belki de ondandır arzum ama Can’la beraber Aylin’le savaşan bir kardeş görmek istiyorum sanırım. Bu Aylin’i daha da çıldırtıp daha da acımasız yapacaktır ama Emre’yi kaybederse Fikri Harika’ya karşı eli çok zayıflamış olacak. Bambaşka bir yerden ve bambaşka bir yolla onları vurmaya çabalamasını beklerim ben, bu durumda.
Bu bölümün benim için çok güzel iki noktası vardı. İlki, Sanem’in Emre’nin gerçek yüzünü görmüş olması… Emre ister doğruları fark etsin ister etmesin kesin olan artık Sanem’i kullanamayacak. Sanem onu düşman belledi çünkü. Öte yandan baştan beri korktuğum Sanem’e âşık olan bir Emre de olmayacak gibi görünüyor çünkü artık bir kader ortaklıkları ve dolayısıyla yakınlıkları kalmadı. Hep korktuğum, aynı kıza âşık iki kardeş durumu oluşmayacak diye umuyorum.
İkincisi ki beni en çok vuran da o oldu. Taşların sırrı açığa çıktı. İlk bölümden beri Can’ın sürekli elinde gördüğümüz taşların hep özel bir hikâyesi olsun istemiştim. Birinin siyah ötekinin beyaz oluşundan bunun “karanlık – aydınlık” metaforu olduğunu da algılamıştım ama bu denli hoş bir öykü ve bağlantı beklemiyordum açıkçası. Bayıldım tek kelimeyle. Ay ışığını içine çeken, gezginlerin koruyucusu ay taşları iki tane… Biri siyah çünkü o insanın (Can’ın) gizli ve kırılgan tarafı… Evet, Can’ın hep özenle koruduğu bir gizliliği var, biliyoruz. Bütün dışa dönüklüğünün, bütün coşkulu ve canlı tavrının da o kırılganlığı örten bir maske olduğu böylelikle netleşti. Daha önce Emre, annesiyle ilgili konuştuğunda sezdiğimiz o kırılganlık, bu defa mesleği elden gidiyor kaygısıyla iyice açığa çıktı ve Can’a çok ama çok yakıştı. Beyaz taş ise bence daha da anlamlı: Can’a sadece “sevgiyle bakanların” görebileceği aydınlık tarafı temsil ediyor. Bu da o kadar barizdi ki bu bölüm. Sadece Sanem’e bakarken sakinleyen ve yumuşayan bakışlar ve ona gösterdiği inanılmaz zarif özen… Dernekteki üyeliğinin dondurulduğunu öğrendiğinde çılgına dönüp “Alın işinizi başınıza çalın!” dercesine kapıdan fırlayan Can’ın, kapıda Sanem’in yanından geçerken bir an ama sadece bir an bakışları dinginleşiverdi.
Geçen hafta söylemiştim ama yinelemezsem olmaz, ben Çağrı Bayrak’ın hikâye anlatıcılığını seviyorum, arkadaş! Bölümün bana sorarsanız can damarı olan iki sahne vardı. Biri Can’ın ofiste çıldırdığı yer, diğeri orman sahnesi… Her ikisi de o kadar iyi aktarılmıştı ki en ufak detayı bile kaybetmeden takip edebildik. Gerek planlar gerek detaylar çok doğru vurgularla verilmişti. Ne önemli bir jest ya da mimik kaçtı ne sahne bütünlüğü kayboldu. Bir defa daha ellerine sağlık diyorum Sayın Çağrı Bayrak’a.
Sanem, bu hafta beni duygudan duyguya attı. Ama ormanda Can’ın “Yatalım artık!” cümlesine “Çüşşşş!” dediğinde beni benden aldı. Zamanlamasıyla, vurgusuyla ve hepsinden önce yüzünün ifadesiyle Demet Özdemir orada beni bitirdi. İtiraf ediyorum gülmekten koltuktan düşüyordum. Duygu yoğunluğu yüksek bir sahnede bir anda havayı tazeleyip atmosferi yumuşatıverdi.
Erkenci Kuş başladığından beri özellikle duygusu yüksek sahnelerin gelmesini iple çekmiştim, defalarca da yazdım. Can Yaman oyunculuğunu o sahnelerde izlemeye bayılıyorum çünkü. Bu hafta da tadını çıkara çıkara seyrettim. Keyfim çok yerinde… Ormanda ayrı sevdim, evde haberi ilk duyduğunda ayrı sevdim ama ben onu bu hafta en çok derneğin üyeliğini askıya aldığını öğrendikten sonraki tepkisinde sevdim. An be an şokunu, yıkılışını, acısını, bir yerlere sığamamasını ve kaçışını öyle net, öyle keskin çizgilerle ayırıp sundu ki daha sonra Sanem o duyguları günlüğüne yazarken her detayda söylenenleri başımla onaylarken buldum kendimi. Tam bir “yaralı kaplan”dı. Canı yanan, acısıyla baş başa kalmaya çalışan, her şeyi yakıp yıkacak o adamı bedeniyle de gözleriyle de milim milim işledi.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set arkasında ter döken ekibin bütün üyeleri, hepinizin yürklerine, emeklerine sağlık.