Yazar: Sinem ÖZCAN
Erkenci Kuş’ta bu hafta “Güven vadisi”ni dinledik, Sanem’in kitabından. Yolun sonuna gelip gerçekte “bir” olduklarını fark etmeden önce geçmeleri gereken vadilerden bir tanesiydi, onlar için “güven”. Aslında Can’ın dönmesinden beri de aralarında sıklıkla gündeme gelen sorun da bu. Can, gidişinin nedenini Sanem’e ısrarla “Sen bana güvenmedin!” diyerek açıklıyor.
Doğru, güvenmedi Sanem ve bu baştan beri onun bence tek büyük hatası ama madalyonun diğer yüzü bambaşka bir resim gösteriyor. Güven dediğiniz şey, karşınızdakine teslimiyetle olur. Onun canınızı acıtabilme imkânı olduğunu bilir ama bunu yapmayacağına inanırsınız. Oysa Can, en başından beri, bir ayağı üzengide yaşayan adamdı. Her an gitti, gidiyor kaygısıyla eliniz yüreğinizde bekliyorsanız o adama teslim olur musunuz ve teslim olamadığınız adama güvenebilir misiniz? Bunun sevgiyle de aşkla da çok ilgisi yok aslında, bu tamamen insanın hayattaki duruşuyla ilgili. Eski Can Divit, her an kapıyı vurup gidecek adamdı, kabullensek de kabullenmesek de buydu. Gün geldi gerçekten de gitti. Haksız mıydı? Hayır! Âşık olduğu kadın “Sana inanmıyorum!” demişse gider, Can Divit. Onun problem çözme yöntemi buydu çünkü.
Zümrüdüanka’nın nasıl yedi vadisi varsa “güven”in de yedi vadisi var aslında ve gelinen noktada Sanem de Can da bunun altısını aşmış görünüyor. Geriye kalan tek vadi var, o da “kaybetme korkusu”. Şu an farkında olmasalar da her ikisini de saran bu kaygı aslında. Yeniden bir araya gelemeyeceklerine inanıyorlar ama Sanem içten içe, buna rağmen güvence istiyor: Can’ın yeniden gitmeyeceğinin güvencesi. İçindeki korkunun görmesine izin vermediği de bu, bana kalırsa. Aşkın güvencesi olmaz. Hayatın güvencesinin olmadığı gerçeğinden bakarsanız birinin sizi bırakıp gitmeyeceğinin de garantisi yok. Aşk da tam olarak bir tedirginlik hâli. Bu tedirginliğin içinde “her şeye rağmen” diyebilme cesareti ki yaşadıklarını düşününce Sanem’in bu tehlikeyi göze alıp alamayacağını göreceğiz.
Sanem, “on dakika…” dedi. “On dakika sonra seni aradım ve telefonun kapalıydı. Benim on dakika hata yapma lüksüm yok mu?” Çok ağır bir sitem, bu ve çok da haklı. Her insanın karşısındaki kim olursa olsun hata yapma lüksü var. Sevgi, bunu tolere eder, etmelidir de ama o hata, karşınızdakini vurup geçtiyse can çekişen adamın derdi, hayatta kalmaktır. Lükse ayıracak gücü yoktur. Hata yapanı suçlayamadığım gibi, telefonu kapayıp gideni de suçlayamam ben. Yaşanması gerekiyordu, yaşandı. Bedelleri ödendi; biri küllerinden doğdu, diğeri çekildiği inzivada kendinden bambaşka bir adam yarattı.
Can, telefonunu kapayıp gittiği andan dönüşüne dek bir tür keşiş hayatı yaşadı. Nefret ettiği o adamı öldürdü, öyle geldi. Bir başınayken kararlar almak ve bunları uygulamak kolaydır ama asıl imtihan, seni “kötü” yapan ortama döndüğünde yapacaklarındadır. Öfkesini, kıskançlığını, anlık kararlarını ve ani parlamalarını bile isteye denize döküp, arındı. Asıl önemli olan Sanem ve Yiğit’in tetikleyiciliği karşısında ne yapacağıydı ki bence sınavı hakkıyla geçti. Yiğit’in kışkırtmalarına tepkisiz kalarak, kıskançlığını dizginleyip Sanem’e güvenerek, telaş etmeyerek, öfkelenmeyerek gerçekten kendinden yeni bir Can Divit doğurduğuna inandırdı bizi ama son bir sınav kaldı: Her şeyin arkasında Hüma’nın olduğunu öğrendiğinde de sükûnetini korumayı başarıp başaramayacağı. Eğer Can Divit, annesinin oyununun kurbanı olduklarını anladığında karmakarışık olmamayı becerir ve en can alıcı tepkiyi sakince ortaya koyabilirse bir daha asla eskisi gibi bir adam olmaz ve Sanem’in beklediği o güvenceyi hâl diliyle vermiş olur, bence.
Bir kez daha birlikte olmamaya her ikisi de kesin olarak kararlı. Aslında bu, kırgınlıktan değil, bir kez daha ateşe düşme korkularından. Ne var ki her şeye rağmen konuşabilme hatta tartışabilme çizgisine geldiler, artık. Mihriban çok haklı: Kavga edebiliyorlarsa umut vardır. Asıl tehlike sessizliktedir. O sessizlik Sanem’i delirtti, Can’ı öldürdü. Şimdi birbirlerinin sesine kulak vermeyi yeniden öğreniyorlar. Sanem, gardını düşürüp dinlemeye ve içten içe hak vermeye başladı. Can, sessizliğinin içinde hep hissettiği Sanem’in sesini şimdi duymaya başladı. Aralarında, ne olursa olsun, karşı koyamadıkları bir çekim var ve o çekim onların hem yarası hem de şifası. Onlar her şeye rağmen birbirinin sevgisine güveniyor aslında. Tam da bu yüzden Can hiç tereddütsüz “Sanem, benimle olmasa da bir başkasıyla olmaz!” demeyi bilirken Sanem de “Can, benim Yiğit’le birlikte olmayacağımı bilir.” diyebiliyor. Artık sezgilerini dillendirmeyi hem de bunu inanarak yapmayı başardılar. İşte, güven vadisinin ilk altı engelini aştıklarının somut kanıtı da bu.
Yiğit, Can’ın blöfünü fark etti etmesine ama korkusu o kadar yoğun ki sağlıklı düşünmeyi tümden elden bıraktı. Evlenme teklifi hamlesi ölümcül hataydı ve Hüma’ya rağmen bu hatayı yaptı. Polen’i de düşününce iki kardeşin de bu saplantılı “bırakamama” durumları bence çocukluklarından kaynaklı ama hiç kusura bakmasın Yiğit, tamamen kapsama alanım dışında ve çocukluğuna filan inip durumunu irdeleyemeyeceğim. Bir an önce deliliği kendi başını yesin ve çekilsin gözümün önünden diye bekliyorum. Eln büyük kozunu oynayıp evlenme teklif ettikten sonra yapacak hamlesi de kalmadı, elini bütünüyle açık etti. Bu noktadan sonra “Ya benimsin ya kara toprağın” arabeskliğiyle Sanem’e zarar verir ya da Hüma’yı Can’ın önüne atıp hedef şaşırtmayı dener ama her iki hamlenin de başarı şansı yok. Sağduyusunun galip geleceğini ve efendi efendi çekip gideceğini ummak da boşuna ama bana sorarsanız an itibariyle bu ilişkideki engelleyici rolü bitmiştir. İngiliz Lordu havalarını, iticiliğini, ne idüğü belirsiz yayınevini, bastonunu ve “Ben çok sakatım, yazık bana” duygu sömürüsünü de toparlayıp bi’ gözümün önünden çekilirse gerçekten minnettar olacağım. Sırf aklında bulunsun diye söylüyorum Yiğit Efendi! “Zavallı, şiddet görmüş, sakat adam planı” taktik olarak baştan hataydı. Kadınlar, içlerindeki Florence Nightingale dürtüsü yüzünden mağdur erkeklere sevgi ve şefkat gösterir, onlarla ilgilenir, yanlarında olup yaralarını sarar ama asla âşık olmazlar çünkü kadınlar, gücüne teslim olabilecekleri adama âşık olmaya programlanmıştır. Hüma gibi bir cadının bunu bilmeme imkânı yok, sadece sen onun umrunda değildin. Derdi Can ve Sanem’i ayırmaktı, başardı. Şimdi hafif hafif kıvırmalarından da anlaşıldığı üzere, Hüma’dan sana da müttefik olmaz!
Yiğit ve Can’ın Sanem’in etrafında oluşu dostlarını da iki takıma ayırdı. “Yiğitçi yeniler” Sanem’i de Can’ı da tanımadıkları için kaybetmeye baştan mahkûm, Aziz Bey’in de oyuna girişiyle “Cancı eskiler” emin adımlarla ilerliyorlar. Deren’in parfümü markalaştırma harekâtı, bu anlamda çok başarılı bir ataktı. Yeniler durumu bilmese de “koku” dedin mi Sanem’de de Can’da da akan sular durur ve Yiğit tamamen konu dışıdır. Üstelik gerçekten de kokunun anıları tetikleyici özelliği var. İlk öpüşmeden, kavgaya; ilk âşık olma anından bandanaya kadar bütün aşk macerası o kokunun içine kodlanmış durumda. Can’ın kokuyla ilgili olarak forma ne yazdığını deli gibi merak eden Sanem’in beyhude çabasını, gülümseyerek izledim. Can’ın kelimelerle işi olmaz, be güzel kızım! O anlatacağı her şeyi, sözlerin çok ötesinde bakışlarıyla geçirdi zaten sana. Yazar olan sensin, o bakışın anlamını sen dökebilir misin, sözcüklere? Ben olsam bambaşka bir şeyi merak ederdim: Can’ın o parfüm için isim önerisini, mesela. Parfümü yapan sen olabilirsin de koku onun. Ona nasıl seslenmek istediği de benim en merak ettiğim nokta, açıkçası.
Deren’in atağından sonra bölümün en şık golü Mihriban’dan geldi. Baş başa kalıp konuşmaları gerekiyordu, katılıyorum. Bunu ikisinin de kapıyı vurup çıkamayacakları bir ortamda yapmalıydılar ve asıl önemli olanı, yani aralarındaki bitmeyen, bitemeyen aşkı da sezmeliydiler. Bebek baktırmak bence hedefi on ikiden vuran hareketti. Bebeğin yanında avaz avaz kavga etmeleri mümkün değil üstelik kaybettiklerini, o minik canlıdan daha iyi anlatabilecek bir başkası da yok, dünyada. Nitekim de fazlasıyla amacına ulaştı, plan. Ayrıca Can’ın yumurta bile kıramayan o sarsak kızın enfes yemekler yapan kadına dönüşümünü görmesi de kendi adıma beni çok mutlu etti. Zayıf, beceriksiz, sakar Sanem’in tarih oluşu kadar da beni keyiflendiren bir şey yok. Hele onun en özel tarafı olan fotoğrafik hafıza detayının yeniden gündeme gelmeye başlamasına ayrıca çok seviniyorum. Bu sahneyi bölümün içinde bir başka sevdim ben. Çekirdek çitleyerek olup biteni film tadında izleyen gruba da bayıldım. Çok hoş bir İtalyan komedisi tadındaydı ve bu atmosfer, izleyicide sıcacık bir etki uyandırdı.
Bu hafta Demet Özdemir’i, Can’la tartıştıkları sahnede çok beğendim. Sanem’in öfkesini, acısını ve kırgınlığını çok gerçek aktardı. Mimikleri, duruşu hele son andaki ani saldırganlığıyla sahneyi çok doğru yükseltti ve Can Yaman’a tepsi içinde sundu. Öte yandan Yiğit’in evlenme teklifini reddettiği arabadaki sahnede de çok başarılıydı. Gizli öfkesi ve soğukluğuyla araya çok doğru bir gizli set çekti. Sanem’in kararlı, istemediği hiçbir şeye eyvallah etmeyen yönünü ince bir nüansla geçirdi. Sanem’in en saf ve çocuksu anlarında bile içten içe sezdiğimiz o güçlü kadının çok keskin biçimde açığa çıkmasını gördüm, orada. Beden dili ve gözleriyle dozunu iyi ayarlayarak duyguyu aktardı, ekranın öte yanına. Emeklerine sağlık.
Bölümde benim açık ara en sevdiğim yer, arabada başlayıp yolda devam eden tartışma sahnesiydi. Demet Özdemir, başarıyla yükselttiği sahneyi Can Yaman’a tepsiyle sundu dedim ve Sevgili Can benim için, o sahnede muhteşemdi. Beni kelimenin tam anlamıyla ekrana kilitledi. Duruşu ve bakışıyla, bir anlık minicik bir yutkunmasıyla kaçırdıkları için hayıflanan o adamı öyle güzel verdi ki… Bakışında ne öfke ne kırgınlık vardı bu defa, sadece çok derin bir üzüntü… O “susan adam”ın acısı, kaybı ve en çok da yitirdikleri için duyduğu çok kesif bir üzüntü… Bir heykel donukluğunda ama bir o kadar duygu dolu ifadesiyle çok asil bir kederi sırtlayıp yüksekten aldığı sahneyi, doruğa taşıdı.
Bölümün en keyifli anlarından biri bebekle olan sekanstı ve orada da minik bir detayla benim gönlümü çeldi Sevgili Can. Sanem’in karmakarışık ruh hâlini ve telaşını sezen bebek, Can’ın kucağına geçtiği anda huzurla uyuyuverdi. Özünde Can Divit, dizginsiz bir adam ama kendi içinde öyle huzurlu ki bebek onu hissediyor. O iç huzurunu, sükûnetini yüzüne yerleştirip öyle iyi geçirdi ki olayın komikliğini aşıp o dinginliği sonuna kadar sezdim, ben. Yeni Can Divit’i anlık eylemlerle eskisinden o kadar keskin ayırıyor ki sanki aynı karakteri iki farklı oyuncudan izlemişim duygusu uyandırıyor bende. Her öyküde karakter, dönüşüm yaşar ve bu dönüşümü oyuncunun yakalayıp repliklerden bağımsız aktarması gerekir ama bu kadar net bir ayrımla ve oyunculuğu hiç abartmadan aksine bütünüyle minimal bir tavırla yansıtabilmek, oyunculuğun çok özel bir boyutu bana göre. Emeklerine, aklına ve güzel yüreğine sağlık Sevgili Can.
İki haftalık bir mola veriyor Erkenci Kuş. Uzun bir sezonun ardından çok hak edilen kısacık bir ara, ekibin yorgunluğunu alır mı bilemem ama enerjiyle dopdolu döneceklerine inancım tam. Yazan, yöneten canlandıran ve setin bütün yükünü omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.