Site icon Dizifilm BiZ

Erkenci Kuş, 41. bölüm

                                                                                           Yazar: Sinem ÖZCAN

Gidişinin “yok ettiği” Sanem’le yüzleşen Can, bir kez daha gitmeyi göze alamazdı ve Aziz Bey’i haklı çıkarıp döndü. Döndü ama “Senin için kaldım.” demeyi bilemedi. Diyebileceğini de ummamıştım, doğrusu. Artık ortada bir “Sanem” kalmamış da gözden kaçan bir şey var: “Can” da yok.

Geçmişe bakınca Can, Sanem’in hep en korktuğu şeyi yaptı. Mücadele etmek yerine kaçtı. Sanem’i kendisine inanmamakla suçluyor ve bana “Git!” dedin diyor. Görünürde o da haklı ama atladığı detay gitmek üzere ayağını atın üzerine atmış bir adama “Kal!” denmez. Hele hele “o” Can Divit’e hiç denmezdi. Gitme kararı aldığı anda vazgeçmişti o zaten. Sanem’den de kendinden de aşklarından da… Hâlâ “Aşk bana iyi gelmedi!” diyen bir Can Divit’ten söz ediyoruz. Bu adama “Gitme!” demek aşk dilenmektir ki lütfedilmiş bir duyguyla ne Sanem yaşayabilirdi ne de Can’da Sanem’in değeri olurdu. Yaktı, yıktı, paramparça etti ve gitti. Gelinen noktada Sanem’i de kendini de öldürdü.

Ayrı geçen bir yıllarını bir hayal ediyorum zihnimde. Sanem, kelimenin tam anlamıyla eriyip yok olmuş. Hasta bir kadın artık o. Yardımsız ayakta duramayacak kadar hasta hem de… Ama gözden kaçmaması gereken iki önemli detay var: Her şeye rağmen güçlenmiş Sanem, hem de etrafındaki bütün dominant ve baskıcı insanlara rağmen güçlenmiş. İstemediği hiçbir şeyi yaptıramıyorsunuz ona. İkincisi de “ruhu” ölmemiş. Yanmış, hasar almış belki kararmış ama canlı… Onu küllerinden doğuran da ruhu olmuş. Benim baktığım yerden Sanem için her şey bitmiş değil, yani. Üstelik o her şeye rağmen yalnız bırakılmamış. Gözünün içine bakan, istese onun için dünyayı durduracak insanların sevgi halesiyle çevrelenmiş etrafı. Cey Cey’den, Muzo’ya; Deniz’den, Bulut’a; ablasından, anne – babasına kadar onun için yaşamayı seçen insanlar var yanıbaşında. Hepsi kendi çapları kadar da olsa Sanem’i ayağa kaldırmak için işbirliği yapmış, hiçbiri ondan “gitmemiş”.

Can, sadece susmuş. Sanem’e değil, bütün dünyaya… Koskoca bir yıl, avuç içi kadar bir teknenin içinde, dört etrafı suyla çevrili; kimseyi görmeden, kimseyle konuşmadan sadece beyninin içinde dönüp duranlarla yaşamış. Buna yaşamak denirse… Kabul ediyorum arada büyük fark var: Can, kendi seçimini yaşadı; Sanem, Can’ın kararının bedelini ama sonuç değişmiyor, ikisi de kendi cehennemlerine hapsoldular. Şimdi kapılar açılıp “yeni bir hayat” ışığı belirdiğinde, elbette gözleri kamaşacak, elbette adım atmayı unutmuş olacaklar ve elbette ödleri kopacak. Şu an ikisini de yöneten tek güç korku. Sanem, etrafındaki cam duvarın tuzla buz olmasından; Can, bir daha onun kendisine inanmayacağından korkuyor.

İskelede “Sen yokken çok şey oldu!” demişti Sanem. Can’dan “Sen yokken hiçbir şey olmadı.” cevabı geldi, buna karşılık çünkü Can, hayatı durdurmuştu Sanem’den giderken. Tek kare fotoğraf çekmemiş, kimseye içini dökmemiş, kendini hiçliğe bırakmış. Sanem “Ben delirdim.” diye adlandırıyor yaşadıklarını ama görünen o ki Can da delirmiş. Biri ilaçlarla arınmayı denemiş diğeri suskunlukla. Biri yazarak kusmuş içindekini, diğeri daha da derine gömmeye çabalayarak. İkisi de mağlup aslında.

Sanem’e baktıkça içim acıyor ama bu hafta Can’a tam anlamıyla içim kıyıldı. Yalnızlığı, korkusu ve bir başınalığı beni hırpaladı. Sanem’e yaşattıkları için öfkemi hak etse de kendine yaptıkları için alıp bağrıma basmak geliyor içimden. Üstelik bundan sonra asıl mücadeleyi vermesi gereken de o! Sanem, kendini ayakta tutacak gücü zor buluyor bir de Can için savaşmasını beklemek mümkün değil. Yakıp yıktığı ne varsa kendi başına toplamak zorunda ama kendini tedavi edememiş, bu adam her şeyi nasıl yeniden inşa edecek ona da akıl erdiremiyorum. Bölümün başından beri “Her şey nasıl yoluna girer ki?” diye düşünüp durdum ama hâlâ bir cevabım yok.

Sanem’in sesinden “inanma vadisi”ni dinledik, bölümün başında “Artık hiçbir şeye inançları kalmamıştı.” diye başlayıp “Duygularına inanmayı öğrenene kadar bu vadide takılıp kalacaklar.” diye bitiyordu, bölüm. Çıkış, tam da burada belli ki… “Her şeye rağmen…” diye başlamaları gerekiyor ama bu da pek kolay atılacak bir adım değil.

Yiğit, Can’da hem vicdan azabı hem de soru işareti olarak duruyor. “Ben bir insanı öldürmenin eşiğine geldim. “duygusu; o insanın kimliğinden bağımsız, çok ağır bir yük. Öte yandan Yiğit’in görünmeyen yüzünü ilk fark eden de Can ve başından beri de haklı ama haklılığını kanıtlayacak delili yoktu elinde. Yiğit’in hard diski yok etmek pahasına kulübeyi yakışı Can’ın elini güçlendiriyor ama yeterli değil. Yiğit’in itiraf etmesini sağlamak zorunda ve bu itirafı Sanem’in öğrenmesi şart. Ancak o zaman Sanem, duygularına kulak vermeye hazır hâle gelecektir. Ancak o zaman acı çekenin sadece kendisi olmadığı gerçeğiyle onu yüzleştirmek mümkün olacaktır.

Yiğit, Can’ın yokluğunda, onun Sanem’e çektirdiği acıdan yürümüş ama atladığı daha doğrusu hiç anlayamadığı bir detay var: Kimse onları birbirleri kadar iyi tanıyamaz. Basit bir fotoğraf çekiminde bile hâlâ senkronize düşünüyor olmaları ve aralarında hiç kimsenin giremeyeceği çok özel bir alanın varlığı, Yiğit’in elini kolunu bağlar. Şiddet görmüş mazlum Yiğit imajının Can’ın içten pişmanlığıyla sarsılması ve Aziz Bey’in de sahada yerini almış olması onu giderek işlevsiz hâle getiriyor umarım tez vakitte kendi başını yer.

Aziz Bey, gelişiyle kurgulanan oyunun ağırlık merkezini değiştirdi bile. Hem Sanem ve Can hem de kendisi ve oğulları açısından Hüma’nın oyun kuruculuğu ve kayıtsız şartsız üstünlüğü, onun oyuna girmesiyle yok oldu. Aziz Bey’in her şeye rağmen karısını aldatan adam olmadığını öğrendik, sonunda. Şimdi çok daha kilit bir soru kaldı: Aziz Bey, gerçekten Hüma’nın çocuklarını elinden almaya kalkıştı mı? Özellikle annesinin Can’ı arayıp sormamasının arkasındaki güç, Aziz Divit mi? Baştan beri Hüma’nın gerçekleri çarpıttığına inandığım için sevgiye bu denli önem veren bir adamın anne ve evlatlarını bile isteye ayırmaya kalkışacağına da inanmıyorum ben. Umarım tez vakitte babasına bunu da sorar Can. Aziz Bey’in sevgilisinin kim olduğunu öğrenmeyi kafasına koymuş Hüma’nın Mihriban Hanım’ın kapısındaki durumu aslında her şeyin cevabı gibiydi. Onun numaralarına karnı tok olan Aziz Bey’in bir defa daha tuzağa düşmeyeceği aşikârdı ama işin en acısı Can’ın da annesinin ayılıp bayılmasına inanmayışı oldu. Kılını bile kıpırdatmadan olup biteni izleyen bir evlat, bence bir annenin en büyük yenilgisidir. Yangın haberi geldiğinde herkesin onu çiğneyip kulübeye koşması da ayrı dramdı. Mihriban’ın evinin eşiğinde bir başına kalan Hüma, bana sorarsanız tam anlamıyla ibretlik… O, bundan gereken dersi çıkaracak bir kadın mı? Elbette hayır! Ama bundan sonrası bence önemli de değil. Ölse bir yudum su vermeyen bir eski koca, duygu sömürülerine hiç aldırmayan bir evlat, göstermelik ilgi sunan bir başka oğul ve bütün bunları ekran başında kılı bile kıpırdamadan izleyip “Beter ol!” diyen bir Sinem… Yiğit’le birlikte Hüma’yı da gözümün önünden alırsanız pek bi’ minnettar olacağım, sayın yetkililer!

Erkenci Kuş’ta hikâye öyle bir noktaya gelip dayandı ki artık burada romantik komedinin alışılagelmiş sıradan “üçüncü kişi” çatışmalarına yer yok. Deniz ve Bulut’tan da bu anlamda bir “ara bozucu” yaratılmadığını görmek kanımı güçlendirdi ve beni çok sevindirdi. Hüma’nın da Yiğit’in de oyunlarının, planlarının devri kapandı. Bundan sonra engel de çözüm de Sanem ve Can’dan gelmek zorunda. Küllerinden yeniden doğan kadın, bir daha yanmayı nasıl göze alacak, onu yeniden ateşe girmeye ne ikna edecek; bunu göreceğiz. Öte yandan aşkın kendisine iyi gelmediğine inanan adam, aşkın iyileştirici gücünü nasıl kabullenecek ve kendisi için de Sanem için de nasıl savaşacak? En mühimi ikisi de duygularına inanıp o vadiden çıkmayı nasıl başaracak? Bütün düğüm burada.

Finalde alevlerin içine hiç düşünmeden daldı Can. Mala mülke, eşyaya hiç değer vermeyen bir adam, bomboş bir kulübeye canını tehlikeye atarak niye girer? Bir yıl boyunca tutunduğu tek şeyi kurtarmaya, elbette. Sırt çantasında duran Sanem’in bandanası, Can’ın şu an hayatla tek bağı… Hâlâ onun olan ve “Bir daha asla bir araya gelmeyeceğiz!” dediği kadından ona kalan tek şey…. Sanem’in defterini, aşklarını, hatta belki geleceklerini yutan ateşe o bandanayı teslim etmez. Önünü sonunu düşünmez ve kendini ateşe atar. Sanem, elinde bandanayla dışarı çıkan Can’ı görünce defterini yakanın o olmadığını hisseder mi bilemem ama onu alevlerin arasında gören Sanem’in duygularına kulak tıkamaktan vazgeçeceğine inanmak istiyorum, ben.

Bu arada özellikle belirtmek istedim. Sanem’in yeni imajını çok ama çok beğendim. Romantik, uçuş uçuş kıyafetleri; takıları, saçı ve ona çok hoş bir özgürlük katan tarzı çok doğru ve estetik buldum. Kimin fikri ve emeğiyse ellerine sağlık. Demet Özdemir, bu bohem tarzı, gerçekten çok güzel taşıyor.

Sadece görünüşünü değil, yeni ruhunu da çok güzel taşıyor Demet Özdemir. Bu hafta, salıncakta kilitlenip kaldığı anda ve Can’la fotoğraf çekiminden sonra konuştukları sahnede hayran kaldım, ona. Sanem’in çok hassas, ip üstünde yürüyen hâlini çok iyi yakalamış. Acısını ve sınırdaki duruşunu da çok doğru anlamış. O kadar narin bir Sanem çıkarıyor ki Can, elini uzatıp onun kolunu kavramak istediğinde ben de Sanem’le birlikte “Dokunma!” derken buldum kendimi. Parmağının ucu değse yeniden tuzla buz olacak Sanem ve Demet Özdemir onun nahifliğini o kadar zarif aktarıyor ki… Acıyı bütün bedenine sindirmiş. Ürkek, çok kırılgan ama bir o kadar da duygu dolu bir kadın çiziyor ve bunu öyle iyi bir dengede tutuyor ki onu “acınacak kadın” yapmıyor ama sizde de “koruma, kollama” güdüsü uyandırıyor. Can’a “Sana inancım kalmadı” dediğinden onun gözlerinde gerçekten artık buna hiç hâli olmadığını okuyorsunuz öte yandan alevlerin arasına dalan Can’ın ardından feryadını duyduğunuzda bıraksınlar istiyorsunuz, bıraksınlar ve o da dalsın ateşin ortasına. Sakar, sarsak ve saf genç kızı o kadar iyi bir ayarla bu nazenin kadına çevirdi ki takdir ve hayranlıkla izliyorum. Emeğine ve yüreğine sağlık Demet Özdemir.

Sevgili Can’ın bu hafta galiba en çok sesinin tonunda duraklayacağım ben. Kısa cümleler kuruyor ve bu kısa cümleleri çoğu kez duyulur duyulmaz bir tonla seslendiriyor çünkü bir yıldır susan bir Can Divit’i anlatıyor. Konuşmak istemeyen daha doğrusu konuşmayı unutan bir adam, artık o. Fotoğraf çekimi planlamasında fikrini söylerken çok dikkatimi çekti. Mırıldanır gibi dillendiriyor sözcükleri çünkü aslında kafa sesi o, Can’ın. Kendisine söylüyor o, çevredekiler işitsin diye değil. O coşkulu, enerjik, hayat dolu adam öldü gerçekte ve yeni Can Divit, Can Yaman’ın yorumunda her şeyi içinde yaşayan adam! Bir tek Sanem’le konuşurken tınısı değişiyor sesinin. Yine mırıl mırıl bir ses ama minik bir nüansla ayrılıyor, diğerinden. Çok hoş bir duygu katıyor sesine; eskiden kucakladığı, sarılıp öptüğü kadına şimdi sesiyle dokunuyor, sesiyle okşuyor. Bu incelik bu hafta beni, benden aldı.

İskeledeki sahne açık ara en sevdiğim sahnesi oldu, Can Yaman’ın. Gözlerindeki buğuya, sesinin tonuna ve inceden inceye ayarlanmış beden diline vuruldum. Sanem’in elinde ilacı gördüğü anda bakışlarına yerleşen pişmanlık o kadar yoğundu ki… “Klinik” sözcüğünün bir türlü ağzından çıkamayışı, ona yaptıkları için kendisine kızgınlığını ve acısını çok sahici geçirdi. “Sen istedin gitmemi, inanmadın bana, güvenmedin.” derken Sanem’i suçlamıyor, kendini buna ikna etmeye çalışıyordu. Yaptığına mazeret bulmaya, son kez haklı çıkmaya çabalıyor gibiydi. Sanem’in onun mazeretlerini çürütüp “Beni sevseydin gitmezdin.” dediği andan sonra tamamen gardı düşmüş bir Can Divit çizdi. Bir yıldır yaptığını yapıp gözlerini yıldızlara dikti ve onlara anlattı kendini. O yalnız adama ufacık detaylarla göndermeler yapıyor ve bir tek mimikle izleyiciyi alıp o teknesinde bir başına yaşayan adamın yanına bırakıveriyor. Bir defa daha emeklerine, aklına ve o güzel yüreğine sağlık Sevgili Can, diyorum.

Yazan, yöneten, canlandıran ve set arkasında büyük yük sırtlayan herkesin eline emeğine sağlık.

Exit mobile version