Yazar: Sinem ÖZCAN
Öykünün yeni bir kanaldan akacağını öğrendiğimizden beri bu bölüm için meraktaydım. En sonda söyleyeceğimi en başta dile getireyim izninizle: Çok büyük bir keyifle kalktım, ekran başından. Şahane bir çatışma yerleştirilmiş, dahası çok uzun zamandır ilk hâllerinden sapmış olan karakterler, ustaca bir manevrayla özüne döndürülmüş. En mühimi de haftalardır izlediğim GDO’lu Sanem, benim hayalimdeki kadına evrilmiş. Ruhundaki gücü yeniden keşfetmiş.
Sanem ve Can, geçen bölümde ilk kez ilişkileriyle ilgili tartışmış ve aslında pespembe, romantik aşkın altındaki grilikleri fark etmeye başlamışlardı. Tartışma bir şekilde tatlıya bağlansa da alttan alta köpürenler, bir patlamanın da işaretini veriyordu ve ben uzun zamandır ilk kez her ikisine de hak vererek izledim bölümü. Taraf olmak istedim, olamadım; kimi zaman Sanem’e, kimi zaman Can’a içimden çıkışsam da sonunda dönüp dolaşıp “Evet ya, bu sebepler bu sonucu doğurur.” noktasına geldim.
Sanem, ayaklarının üstünde durmaya ve hep hayalini kurduğu kitabı yazmaya kararlı. Haklı da… Can’ın seveceği kadın önce kendisini sevmeli. Kendisini sevebilmek için de hayalinin peşinden giden, yılmayan, kimseye yaslanmadan var olmayı bilen o güçlü kadın olmalı. Can’ın onun kitap yazmasıyla bir sorunu yok, onun derdi bu işi Yiğit’le birlikte yapmaktaki ısrarı. O da haklı… Haklı çünkü Sanem’in fark edemediğini görüyor. Yiğit’in Sanem’e zaafını ilk anda sezdi Can ancak bunu Sanem’e kabul ettirmek nerdeyse imkânsız. Sanem, eski sevgilisiyle dip dibe yaşayan, çalışan ve biz dostuz, buna inan diyen Can’la yaşadı haftalarca. Ses çıkarmadı, tepki vermedi için için kendini yedi. Şimdi Can’ın da buna hakkı olmadığını düşünüyor ve durduğu yerden çok da haklı. Ancak madalyonun diğer yüzünde durum farklı. Biz kadınlar, sezgilerimizle haklı olarak çok övünürüz ve karşımızdaki kadının niyetini de daha belirti vermemişken kavramakta ünlüyüzdür. Ne var ki erkeklerin de kendilerine rakip olanı aynı hızla algıladıklarını söylemek zorundayım. Sanem’in bilmediği bilse de kabullenmekte zorluk çekeceği durum da buydu. O, Can’ın kıskançlığını “anlamsız” olarak niteledi çünkü kendisinden emin. Bunu bir güven sorunu olarak düşündü ama Yiğit’i doğru değerlendirmemiş olma ihtimalini atladı.
Sanem, olayı Yiğit’e indirgemekten yana değildi. O, çok uzun zamandır görülemeyen hesapların ve bir türlü konuşamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Can’a “Sen her şeyin üstünü örtüyorsun!” derken de o kırgınlığı dile getiriyordu. Haklıydı da… İlişkilerinde deprem yaratan hiçbir şeyi konuşmamıştı onlar. Sadece barışmışlardı ve şimdi yaşanan gerginliklerin hep o birikimin sonucu olduğunu düşünüyordu. “Sen benim kokumu Fabri’ye nasıl satarsın?” diye çıldıran Can, Fabri’yi hapse yolladıktan sonra o kokuyu yok saymıştı ve Sanem’in harika bir açıklaması vardı aslında yaptığına: O sadece parfümü satmıştı, “kokusunu” değil. Can’ın âşık olduğu “Sanem’in kokusu”ydu. Şişedeki bir sıvı değil ve bunu gerçekten de Can’ın gözüne sokmak gerekiyordu çünkü içten içe kırgınlığı sürüyordu, kabullenmiş ama anlamamıştı.
Yiğit, derinlerde kaynayan volkanın dışarı sızan öncü gazıydı. Hüma’nın hâlâ inatla sürdürdüğü oyuna itinayla alet oldu. Aslında suçu tek başına Hüma’ya yüklemek de haksızlık olacak. Cey Cey’in onun evine girmesiyle yatağın karşısındaki Sanem portresiyle tanıştık ve anlaşılan o ki Sanem, Yiğit’te çoktan saplantı boyutuna varmış bile. Baştan beri Yiğit’in sahte tavrı beni rahatsız etmiş ve bundan hiç hoşlanmamıştım ama bu kez, kızamadım ben ona. Bir adam, hiçbir şansının olmadığı bir kadını ısrarla elde etmeye nasıl bir psikolojiyle çabalar, “Beni sevmese de benim olsun” nasıl bir çaresizliktir, bilemedim. Bir yanım tiksindi Yiğit’ten, bir yanım da onun zavallılığına acıdı. Okuduktan sonra defteri ateşe atması ne kadar alçalabileceğinin göstergesiydi. Bunun adı “kötülük” de değil sanırım, bu ondan da başka bir şey… Yaptıklarının alt metni sadece Sanem’i etkilemek değil Yiğit’in, Can’ı da kışkırtmak… Adı gibi biliyordu, Can varken ne yaparsa yapsın Sanem’e erişemeyeceğini; Can’ın kışkırtılınca hata yapacağını ve bu hatanın da o ilişkiye mal olacağını.
Sanem; Can ve Hüma’ya Uğultulu Tepeler’i hediye ettiğinde öykünün gideceği yer belli olmuştu aslında. Tutkulu ama mutsuz bir aşk hikâyesi anlatır, roman. Arzulardan vazgeçilir, istekler yitip gider; geriye sancılı bir yalnızlık ve aşktan taviz veren bir ruh hâli kalır. Anlaşılan o ki Hüma o sancılı yalnızlığı öldürücü bir zehire dönüştürmüş ve kendi mutsuzluğunu başkalarını da yok ederek yaşıyor. Sanem ve Can içinse aşktan taviz verme ânı geliyor. Bu arada kendi salonundaki kütüphaneyi unutup Sanem’le salonda kitaplık mı olur kavgası eden Can’ı yine kitap okurken görmek de ruhuma ilaç gibi geldi, benim Can Divit’im kitabın lezzetini bilen adam zira.
Bu hafta bir detay daha en az Uğultulu Tepeler kadar dikkatimi çekti. Kulübede, Guernica başlıklı poster duruyordu. Hafızamı yokluyorum ama hatırlamıyorum; o, daha önce de var mıydı kulübede, bilemedim fakat bu hafta yaşananlara çok ironik bir gönderme olmuş. Guernica, savaşın neden olduğu ıstırabı anlatır ve dünyanın en büyük savaş karşıtı resmi olarak bilinir. O posterin olduğu yerde, aslında bir iç savaş yaşanmaktaydı. Henüz dillendirilmemiş Sanem’in ve Can’ın ayrı ayrı dünyalarında yaşadıkları bir harp vardı ve maalesef Can’ın Yiğit’e saldırdığı yer de yine onun bulunduğu kulübe. Guernica, her ne kadar “Savaşmayın, savaş çok kötü!” de dese yanıbaşında maddi ve manevi bir savaş yaşanmaktaydı.
Can, ilk büyük hatayı Sanem’i bir başka yayıncıyla tanıştırarak yaptı. O âna kadar haklı davasını ortaya doğru koyuyordu ama Sanem’i “arkadaş” olarak tanıştırdığı bir yayıncıyla görüştürmek büyük fauldü Can’cım, kusura bakma. Kendi ayakları üstünde durma mücadelesi veren bir kadına “Gel, gölgeme sığın!” mesajı verirsen kopacak fırtına için kendine de bir duvar dibi aramaya başlarsın. Sanem “Senin derdin beni kontrol etmek” derken yerden göğe kadar haklı, az bile söyledi aslında. Sadece kontrol etmek değil bir de yaptığı işi küçümsemek var o hamlede. Ne o öyle “Madem oynayacaksın, gel benim yanımda kumda oyna. Gözümün önünde ol!” tavrı? Ben Can’ın o tavrının üstüne Yiğit’e “Can’ın onayı olmadan defteri sana teslim edemem. “diyen Sanem’de kalbimi bıraktım. Ben olsam, yeminle, değil o büyüklüğü göstermek yırttığım o kartviziti lokma lokma yuttururdum.
Sanem’in bence tek hatası, Yiğit’in onu manipüle etmesine izin vermek oldu. Can’ın onayını almaya ne olursa olsun kulübeye onunla gitmeyecekti ama coşkusunun kurbanı oldu. Hiç kimse, ben bile, Yiğit’in bu kadar aşağılık bir adam olacağını hesap edemezdik. Can, uzun süredir bileniyordu Yiğit’e ve daha önce Fabri’den de tanık olduğumuz üzere onun öfkesini kontrol etmekle ilgili sorunu var. Evet, kazaydı ama Yiğit’in tuzağına düşmeyecekti. Ondan sonra yaşananlar için yapılacak bir şey yok. İstediği kadar vicdan azabı çeksin, istediği kadar üzülsün faydasız. Sanem, Can’la üst üste yaşadıkları olmasaydı; Can’ın yayıncı gafı olmasaydı, ona güvenir miydi? Büyük ihtimalle evet ama arada bunca çözülmemişlik varken o güveni sunabilir mi? Kesinlikle hayır!
Sonuç: Hüma, amacına ulaştı; Yiğit, kazandığını düşünüyor. Can, yapılabilecek tek şeyi yaptı ve gitti. Sanem sancılı yalnızlığıyla baş başa… Bir yıl sonra bambaşka bir hikâyeye gireceğiz ama bir kez daha söylemeliyim ki Ayşe Kutlu ve ekibi, gelinen noktadan öyküyü çok iyi çevirdiler ve bence çok da mükemmel bir çatışma kurdular. Öykünün başından beri Can, ilk kez hata yaptı. Sanem de bu defa güvenmeyen taraf… Can’ı suçladığı yerden bu kez kendi vuruldu. Bir yıllık ayrılık, her ikisine de bambaşka deneyimler katacak ve yeniden birbirlerine âşık olmayı öğrenecekler.
Bu hafta, bir tür final bölümü izledik aslında. Karakterler de yürüyecekleri yeni yola hazırlanmıştı. Bölümün içeriği nedeniyle Sanem’in derdini anlatan yani konuşan, Can’ın savunan taraf olması gerekliydi. Sahnelerin ağırlık merkezi genellikle Sanem’de toplanmış, Can’a az replikli ve duyguyu yansıtan bir tavır uygun görülmüş ki bence en doğrusu. Demet Özdemir ve Can Yaman da oyunculuklarını bu yeni biçime adapte etmişler. Şunu belirtmeden geçemeyeceğim ilk günden beri izlediğim en iyi performanslarını seyrettim ben bu bölüm. Baştan sonra her bir sahnenin hakkı verilmiş, yenilikler çok doğru özümsenmiş ve çok net geçirilmişti.
Yiğit’in yaralanmasından sonra hastanedeki sekans açık ara, bir numaram oldu. Çağrı Hoca muhteşem kurgulamış ve çekmiş o bölümü, diyaloglar çok iyi ama oyunculuk gerçekten hem Demet Özdemir’de hem Can Yaman’da muhteşem. Can’ın peşinden odadan çıkıp içindekileri ona döken Sanem’de Demet Özdemir’e gerçekten vuruldum. Hiçbir repliği ezmeden, hiç abartmadan, dupduru, enfes bir duygu geçişi sağladı. Beden dili, konuşma hızı, gözleri kısacası bütün varlığıyla baştan ayağa acı çeken, kırılgan ama hâlâ çok seven o kadını kelimenin tam anlamıyla yaşattı.
Demet Özdemir’in bana göre en iyi sahnelerinden biri de Can’a defteri götürdüğü yerdi. O sahnedeki Sanem’e ben bir başka bayıldım. Mesafesi çok iyi ayarlanmıştı. İlişkiye ve Can’a saygısını, kalp kırıklığıyla çok doğru bütünlemiş, duruşuna kadar çok özenle ayarlamıştı. Konuşmanın sonundaki “Top sende artık, ne yaparsan yap!” bakışı sahneyi bir anlamda derleyip toplayıp kucağımıza bıraktı. O güçlü, özgür ve “kendi” olan kadına vurgusu çok çok çok iyiydi. Sahneden çıkarken yürüyüşü bile eski Sanem’den bütünüyle farklıydı. Sanem’in özgüvenini, kendinden emin ve cesur tavrını bütün bedenine geçirmişti. O yürüyüşe bakınca “Evet, bu kadın gözünü kırpmadan bu adamı terk eder!” dedim ben. O kadar doğru vurgulamıştı ki yeni Sanem’i, her bakışı ve attığı her adımla “İşte, bu!” dedirtti bana. Yüreğin dert görmesin; eline, emeğine sağlık Demet Özdemir.
Sevgili Can Yaman… Bu hafta ağzım kulaklarımda izledim onu çünkü bu hafta tam da benim bayıldığım Can Yaman oyunculuğuna imkân veren bir yapısı vardı bölümün. Az replik, bol jest ve mimik… Konuşmadan duyguları en ince nüansına kadar ince ince dokuyabileceği şartlar hazırdı ve Sevgili Can, bu fırsatı alabildiğine kullandı. Can Divit’in içe dönük yapısını ön plana çıkarma tercihi kullanmış, bu hafta. Sesinin tonundan, beden diline o yapıyı milim milim sindirmiş. Ses tonunu ve konuşma hızını düşürmüş, bakışları büyütmüş ve beden dilini adata rölantiye almıştı. Anlamı bütünüyle bakışa yüklediğinden diğerlerini tamamen geriye çekmiş ve Can Divit’e “bakış”la vurgu vermişti. Hastanedeki sekansta Yiğit’in yanına girmeden önceki bölümde enfesti. Üzüntüsü, vicdan azabı, çaresizliği ve Sanem’den bile gelse dış sese tahammülsüzlüğü adım adım geçti. Kafası karmakarışıktı. Beyninde fırtınalar kopuyordu ve kendiyle kavgası vardı. Kalabalığın içinde yalnız kalmaya çabalıyor ve kendisiyle hesaplaşıyordu. Sanem’e “Sus!” dediğinde öyle bir canımı yaktı ki sesindeki o tını. Bıkma, bunalma değil bir yakarıştı o çünkü.
Yiğit’in odasından darmadağın çıktıktan sonra Sanem’in söylediği her söz yüreğini okla deldi ve o acı bütünüyle gözlerinden aktı. Susuşuna binlerce söz sığdırmış, baştan ayağa kanayan bir adamdı, artık o. Âşık olduğu kadının güvenini kaybettiğini fark ettiğinde öyle bir pes etme bakışı vardı ki tereddütsüz anlıyordunuz, onun çıkıp gideceğini ve asla geriye dönmeyeceğini. Arabada gözünden akan yaşlarla, bakışlarıyla yüzündeki o bitişi kabullenmiş ifadesiyle bir defa daha beni kendine hayran bıraktı. Can Divit, kontrolsüz bir adam olabilir ama Can Yaman’ın onun üstünde inanılmaz bir otoritesi ve çok doğru bir kontrolü var. Bir an bile savurmuyor karakteri, bir an bile hesabını şaşırmıyor. Can Divit’in en büyük şansı o. Çok inanarak söylüyorum Can Yaman’dan başka birinin hayat verdiği Can Divit, asla bu “unutulmaz” adam olamazdı. Emeğine, yüreğine ve aklına sağlık Sevgili Can. Yıllardır seni izlemek benim için hep en büyük zevk oldu. Yıllarca da bütün yüreğimle seni alkışlamayı diliyorum.
Yazan, yöneten, canlandıran, set gerisinde büyük yük sırtlayan herkesin emeklerine sağlık. 38 bölüm boyunca bizlerle olup da bu hafta veda ettiğimiz herkese de yaşattıkları güzellikler için teşekkür ederim.