Yazar: Sinem ÖZCAN
Geçen hafta nikâh dairesinde bırakmıştık, Divit ve Aydın kardeşleri. Leyla ve Emre’nin evlenmiş olacaklarını tahmin ediyordum ama evlenmek sorunu çözmeyecekti, elbette. Malum, Mevkıbe ve Hüma’nın anlaşabildikleri tek konu hayatı herkes için zorlaştırmak ve yine malum, Emre ve Leyla olaydan bir şekilde sıyrılıp yükün büyüğünü Sanem’le Can’ın sırtına bırakacaklardı ki öyle de oldu.
Leyla ve Emre ne ara birbirilerinden vazgeçemeyecek kadar âşık olup gidip şak diye evlendiler çok çözemedim ama bu evliliğin de faturasını bizimkilerin ödeyeceği belliydi. Sanem’in ailesine bağı, Leyla’nınkinden baştan beri farklı. Leyla “önce ben” diyen gruptan, Sanem’se “Kimse benim yüzümden üzülmesin” takımında. İkinci grupta oldunuz mu sorumluluğu da yükü de ve bunların getirdiği her derdi de kabul etmişsiniz demektir. Mevkıbe, küçük kızının omzuna binen yükün çok da farkında değil ama Hüma bu noktada ondan akıllı. Can’ın da Sanem’in de Emre ve Leyla sorun yaşamasın diye didineceklerinin biliyordu ve oyunu ona göre kurdu. Açıkçası ilk defa onun planının çalışacağını düşünmüştüm ve ne yazık ki şaşırtmadılar beni. Aslında her ikisi de evliliğe hazır değil çünkü.
Pardon da siz evliliği ne sanıyordunuz, gençler? Ömür boyu, şömine karşısında, elinizde şarap kadehleriyle birbirinizin gözlerinin içinde kaybolacağınızı filan mı düşlüyordunuz? Yok öyle bi’ dünya! Gerçek dünyada erkekler ne kadar âşık olsalar da alışverişe götürüldüklerinde huysuzlanır, kadınlar o adamın aşkından ölse de trip atar ve evet, salona konacak bir koltuğun yeri bile kasırga boyutunda bir kavganın habercisidir. Hele hele düğün hazırlığı denen cehennemde kavga etmeyen çift yoktur ama aklı başında, sevildiğinden ve sevdiğinden emin her insan evladı bilir ki bu, âşık olmakla ilgili değildir; iki insanın birlikte yaşamaya uyum sağlama sürecidir, sadece. Kitaplığı salonda istemiyor diye adam evlenmekten korkuyor demek değil, güzel kızım ya da dağ tepe tırmanmak yerine şezlongda uzanmak istediği için karşısına geçip esnenmez Cancım, çok ayıp!
Bu arada benden sana bir abla tüyosu Cancım Divitçim: Evlilik kararı almış bir adam gerekçesi ne olursa olsun, “Biz evlenme işini biraz yavaştan alalım.” dediği anda her kadının antenleri açılır ve bir “N’oluyoruz?” durumuna geçer. İş bununla da kalmaz o cümleyi süsler püsler sana bir güzel yedirir. Bu, kadın milletinin kırmızı çizgisidir. Senin “ama…” ile başlayan cümlelerin onun zihninde “ama” dan öteye geçmez ve direk sonuca odaklanır. Haaa, ne mi yapacaksın? Çok basit… “Ben bu sorunu çözeceğim, bana güven!” diyecek ve gerçekten de çözeceksin. Sanem’in isteklerine saygı duymak doğru karar çünkü o Leyla değil. Ailesini çiğneyip attığı her adımın vicdan azabını ömrü boyunca yaşar ve yaşatır. Can, teoride bunun farkında ama iş pratiğe geldi mi sınıfta kalıyor. “Başkalarını memnun etmek için yapılan şeylerle sıkıntım var.” cümlesi artık anlamsız. Evet, Can Divit hiç sıkılmadan başkalarını memnun etmeye çalışacaksın çünkü sen böyle bir kadını seçtin. Sanem’i istiyorsan onu paket olarak alacaksın: ailesiyle, kaygılarıyla, hayalleriyle hatta korkup kaçtıklarıyla. Kendi ağzınla “Özgürlük sandığım, yalnızlıkmış.” dedin. Yalnız olmamayı tercih ediyorsan bağımsız olma hayali de kurmayacaksın. Üstelik senin Hüma gibi bir kamburun var. Her ne kadar “Onun ne dediği benim umrumda değil.“ diyorsan da yaptıkları Sanem’i etkiliyorsa umrunda olmak zorunda.
Bu hafta Hüma’yı izlerken (farkındaysanız artık hanım demiyorum, saygımı kaybettim zira) babaannem düştü yine aklıma. “Firavun’a ‘niye Firavun oldun?’ demişler; önüme duran olmadı, demiş.” derdi, rahmetli. Hüma’nın durumu tam da bu: Karşısında bir dur diyeni yok! Can, onun numaralarını yemiyor; umursamıyor ama engellemiyor da… Emre, hâlâ durumu idare etme derdinde. Bildiğini okuyor ama annesine “Sen ne yapıyorsun?” demiyor. Eeee, ben de olsam bu durumda dünya benim etrafımda dönüyor zannederim, doğruya doğru! Geçen bölüm Sanemlerin evinde ona “Ben yapacağımı biliyorum!” gibi iddialı bir cümle kurup gitmişti Can ama gel gör ki o esip gürlemenin ardından yağmur yağamadı. “Numara yapıyorsun!” iması dışında bir şey görmedik. Kadın, gelininin eline koca liste tutuşturuyor sanırsın kraliyet ailesine mürebbiye seçecek; Emre’den tık yok! Listedeki “dans dersi” maddesiyle dalga geçip durdular da aloooooo! İlk iki madde “İngilizce öğreneceksin / Almanca öğreneceksin”di, Emre Bey. “Bu ne hadsizlik?” diyemedin mi annene? Tamam anladık; snop, züppe, gösteriş meraklısı filan da “karım” diye elinden tuttuğun kadını böyle aşağılamasına nasıl sustun, aklım almadı.
Kimse bana “ama annedir…” diye başlayan cümleler kurmasın, rica ederim! Mevkıbe’nin kaprislerini de hatta şımarıklıklarını da anlarım ve hoş görürüm. O kadın “ana”. İki çocuğunu da emek emek yetiştirmiş; yedikleri lokmadan, giydikleri hırkaya kadar üzerlerinde hakkı var ama Hüma, “taşıyıcı anne” hepsi o. Kendi hayatını istediği kadar rezil yaşayabilir, onun tercihidir ama evlatlarına ve gelinlerine ambargo koymaya kalktığında ben karşısında “Sen, çizginin öte tarafında bi’ dur, bakalım!” diyecek oğullar, ararım. “Hüma’dır ne yapsa yeridir!” tavrı yeterli değil, benim için. Hele hele Sanem’in onunla ilgili endişesini kulağıyla duyan Can’ın hiç bu noktaya takılmayışını da anlamış değilim. Sanem sonuna kadar haklı! Benim karşıma Hüma’nın oğlu çıksa arkama bakmadan kaçarım. İstediğin kadar âşık ol, istediğin kadar sevdiğin adama güven; o kadınla hayat mı geçer?
Can, muhtemelen Sanem’in olayı abarttığına inandığından ve hâlâ “Ben istemezsem hayatıma karışamaz.” saflığında olduğundan annesinin neler çevirdiğini fark etmemekte direniyor. Polen de gittikten sonra Hüma, dümeni Yiğit’e kırmıştı. Yiğit, ona “Ben bir ilişkinin arasına girmem!” diye büyük büyük konuşsa da oyununa geleceği besbelliydi. “Ondan ayrılırsa benim olur.” zavallılığındaki her insan, o oltaya takılır. Sanem’in aklına kitapla girmeyi deniyor Yiğit. Son anda görünen o ki başarılı da oldu. Sanem, “iç sesini” duyamamanın faturasını Can’a kesti. O ana kadar Can’a kızmakla meşguldüm ama bir anda nevrim döndü.
Kitap yazmak senin işin, senin hayalin Sanem! Koşulları da ortamı da ilhamı da sen yaratacaksın. Yapamıyorsan bu da senin başarısızlığın. Kimseyi buna ortak etmeye hakkın yok. Yaşananlar kafanı dağıtıyor, yazamıyorsun, odaklanamıyorsun hepsi tamam ama bu, aşka dahil bir durum değil. Ablanı kırama, anneni inciteme, babana üzül ama yazamamanın faturasını Can’a kes. Oldu… “İkimize inancın kalmamış gibi” diyen adama sen “Belki de öyle!” diyebildin Sanem, ya! Niye? Çünkü kitabını onun yüzünden yazamıyorsun. Bi’ yükselip tepeden bak istersen duruma, buradaki mantıksızlığı göremiyorsan sen zaten kitap da yazma bence. Can “Sen bir süre yalnız kal, iç sesini dinlersin!” dediğinde “Hay ağzına sağlık! Gel, öpücem.” dedim, yalan yok!
Sanem ve Can için evlilik erken, derken yaşadıklarının henüz “gerçek” bir ilişki olduğunu düşünmediğimden söylemiştim, bunu. Ayakları yere basmıyor, aşktan başları dönmüş, iki kişilik bir rüyada yaşıyorlardı çünkü. Oysa Nihat Bey çok haklı. Sen mutluyken başkalarını mutsuz ediyorsan, sevdiğini onun sevdikleriyle kabullenemiyorsan o rüyayı gerçeğe çeviremiyorsun. Aşk, çok özel bir duygu kabul ediyorum ama ele ele tutuşup göz göze bakışmak da aşk değil. Onun da inişleri ve çıkışları var. Sanem ve Can, bugüne kadar en küçük bir fikir ayrılığı yaşamadılar ilişkilerinde. Yaşadıkları sorunlar hep kendileri dışında gelişen olaylardan kaynaklandı. İlk kez ilişkileri için kavga ettiler, bu hafta. İşte şimdi, hayal gerçeğe dönüşmeye başladı. “Biz” içinde iki tane “ben” olduğunu fark etme ve bu “ben”leri birbiriyle uzlaştırma çabasıdır o kavganın asıl nedeni. Sorunu görmezden gelme değil, bir çeşit çözme yöntemidir. Çözülür, çözülmez bilemem ama bildiğim şu: artık onların ilişkisi bebeklik aşamasını geçip büyümeye adım atıyor.
Bu hafta, Demet Özdemir beni iki sahnede çok etkiledi. İlki ablasının evden ayrıldığı gerçeğiyle yüzleşen ve Leyla’yla boşalan odasını konuştukları yerdi. Sıcacık, duygusu çok yüksek ve çok dokunaklı bir andı o, benim için. Öyle güzel yansıttı ki Sanem’in samimiyetini, ablasını şimdiden özlediğini ve o çekirdek ailenin bir parçasının kopuşunun onu nasıl etkilediğini. Ama ondan da iyisi, Leyla’nın evlendiğini öğrenen Nihat’ın ablasıyla konuşmasını izleyen Sanem’di. Leyla’ya söylenen her sözü kendine alışı, söylenenlere verecek cevabının olmayışı, babasını kırmaktan duyduğu acı anbean yansıdı yüzüne. Onun gözleri doldukça ekran başında benimkiler de doldu. Hiç ön plana çıkmadan, tek söz söylemeden bütünüyle duyguyu yüzüne çekerek enfes bir sahne çıkarmış Demet Özdemir. Bana sorarsanız sahnenin gizli kahramanı oydu. O sahnede belli ki Sanem’e kendi yüreğini koymuş ve her karesine bayıldığım çok güzel bir performans çıkarmış. Emeklerine sağlık.
Sevgili Can’a gelince… Final sahnesi olmasa uzun uzun bir başka sahneyi yazıyor olacaktım. Hüma’nın nikâhtan sonra evde oğullarına duygu sömürüsü yaptığı yeri… Can’ın umursamazlığını bedenine yükleyişini, annesine verdiği tepkideki sertliği ve soğukluğu anlatacaktım ama gel gör ki finalde öyle başka bir tablo çizdi ki diğerini sollayıp geçti. Erkenci Kuş’ta biz defalarca Can Divit öfkesine, tartışmalarına hatta kavgalarına tanık olduk. Kendini zor durduran hatta bazen öfkesine yenik düşüp kontrolü kaybeden Can Divit’i çok gördük. Bu kez de kızgındı. Sanem’in tavırları onu hem incitmiş hem de sinirlendirmişti. Tartışmayı başlatan da oydu ama öyle mekanik, öyle kontrollü ve öyle sessiz bir öfkesi vardı ki işte bunu, ilk kez izledik. Sesi yükselmedi, öfkelendiğinde hep yaptığı gibi yerinde duramaz hâle gelmedi, hatta gözlerine bile çok yansımadı çünkü ondan güçlü bir duygu vardı: hayal kırıklığı. Gözlerine o acı kırgınlığı kondurmuş, sesini normal konuşma tonunda tutmuş sadece vurguyu değiştirmişti bu defa. Soğuk bir öfkeydi, sunduğu. Bağırmıyordu ama ağzından çıkan her cümle çok keskin ve tartışmaya kapalıydı. Sanem sinirlendikçe o Can Divit’i daha da serinkanlı yaptı ve öyle bir noktaya getirdi ki karakteri, içimden “Sanem uğraşma kızım, bu adamla tartışılmaz.” dedim. Hani ne yaparsanız yapın kavga edemediğiniz, sinirini açığa vurduramadığınız insanlar vardır ve siz öfkelendikçe de kaybetmeye mahkûm olursunuz. İşte, bu defa Sanem’in karşısındaki Can, tam da öyleydi. Kırgınlığını sadece gözlerine kondurmuş, onun dışında kapamıştı kendini. Bedeni alabildiğine kontrollüydü. Uzaktan baktığınızda karşısındakine bir şeyler anlatan bir adam vardı, yalnızca ama repliklerindeki tonlamaya ve vurguya dikkat ettiğinizde hele “İkimize inancın kalmamış senin.” dediğinde hem kızgınlığını hem de incinmişliğini ince ince seziyordunuz. Aynı duyguyu bu kadar farklı renklerle ve değişik tonlarda sunmayı başarması ve bunun üzerinde kafa yorması beni her defasında hayran bırakıyor. Klişeden uzak; ânı ve duyguyu çok iyi değerlendiren bir oyunculuğu var Sevgili Can’ın. En önemlisi de kendini çok kolay eğip büküyor ve gereken şekli çok doğru alıyor. Oyunculuk oktavı çok geniş ve bunu da bence çok iyi değerlendiriyor. Bir kez daha emeğine, aklına ve yüreğine sağlık Sevgili Can.
Haftaya öykünün başka bir kanala akacağı ilk bölüm ve uzun zamandır öykünün ilk sahiplerinin elinde alacağı yeni biçimi sabırsızlıkla bekliyorum. Yepyeni bir Erkenci Kuş izlemeye hazırladım şimdiden kendimi. Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük sırtlayan herkesin emeklerine sağlık.