Yazar: Sinem ÖZCAN
Son birkaç bölümdür Erkenci Kuş bittiğinde ya Sanem’e ya Can’a köpürmüş kalkıyordum ekran başından. Alışkanlık yaptı tabi bünyeye, geçen haftadan kalan kızgınlığım da sürdüğünden “Hadi bakalım, Can Divit bakalım beni daha ne kadar delirtebileceksin?” diyerek oturdum bölümün başına. Aaaa, o da ne? Bir akıllanmış, bir akıllanmış benim paşam! Bir silkelenmiş, bir kendine gelmiş. Allah Allah, hayırdır deyip oklarımı Sanem’e yönelttim. Kızımız, nasıl hanım; nasıl masum, nasıl aklı başında… Eh, başıma taş yağacak herhalde diye düşündüm ve geriye yaslanıp ikisini de gülümseyerek izledim; ee ama Sinem bu, birine de bi’ şekilde takması, cinlenmesi lazım. İkisi de ağzımın tadını vermedi de Allah’tan nöbetçi Polen var. Kimseyi bulamazsam ona sararım, sardım da…
Sen bi’ gitsene Polen! Valla bak, sen bi’ git! Sibirya mı olur, Tanzanya mı olur, Kuzey Kutbu mu olur, bi’ git ve dönme; gözünü seveyim. Bu nedir yahu? Sendeki duygu, sevgi değil onu anladık, kaldırdık rafa da durumunu açıklayacak sözcük benim lugatımda mevcut değil. Nasıl bir kadın, kendini bile isteye bu konuma sokar ve üstelik de yaşadıklarından hiç rahatsız olmaz, bi’ anlat bana çünkü ben çıkamadım işin içinden. Hadi empati yapayım kadın bunu bir savaş görüyor ve Can da o savaşın ganimeti o yüzden istiyor, diyorum ama en inatçı komutan bile savaşta yenildiğini anladığı an geri çekilir ki elinde kalanları kurtarabilsin. Bu kaçıncı muharebe kaybedişin, bu kaçıncı köşeye sıkıştırılışın, bu kaçıncı cephanesiz kalışın… Neyin inadı bu, hâlâ? Hadi inadı da anladım ama sen aynaya nasıl bakıyorsun, be Polen? Onurunu bu kadar ayaklar altına alıp da kendine nasıl saygı duyabiliyorsun? Kimliğini, varlığını bir adama bağlayıp onunla var olmaya çalışmak nasıl bir acz, anlamak mümkün değil. Hayır, derdim seninle değil! Sen bir git de ben senin adına utanmaktan kurtulayım.
Allah’tan bu hafta Sanem, Polen’in manipülasyonuna düşmeyip gerektiği yerde gereken cevabı vermeyi bildi de içim biraz soğudu. Polen’i kendine dert edemeyecek kadar karmakarışıktı Sanem. Bir yandan ailesine evlenme kararlarını açıklayamamak öte yandan Can’ın doğum günü, gündemine oturmuş ve kıskançlığı odağından çıkarmıştı. Bütün coşkusuyla Can’a en özel hediyeyi vermeye kendini adadığından etrafını çevreleyen toz pembe bulutun içinde mutlu mesut koşturup duruyordu. Kendisiyle kavga etmeyi bıraktığında Sanem, hata da yapmıyor. O, su gibi dupduru bir kadın… Suyu dışarıdan bulandıranlar olduğunda girdaplar oluşuyor ve Sanem’i de içine çekiveriyor ama eğer kendisiyle barışıksa başta Can olmak üzere hayatındaki herkese de o sımsıcak enerjisiyle neşe veriyor. Yaratıcılığı da böyle zamanlarda zirveye ulaşıyor. Ben onun Can’a hazırladığı kitaptan çok aytaşlarını ailesine hediye ettirmesine bayıldım. Öylesine akla gelmedik, öylesine doğru ve Aydın ailesinden gelince öylesine anlamlı bir hediye oldu ki bunu akıl eden Sanem’i alnından öpmek geldi, içimden. Yaşlı kadın aytaşlarını, gezgin Can’a niye vermişti? Onu korusunlar diye… Can artık gezgin değil! Peki ya, o zaman Aydın ailesinden gelen aytaşlarının anlamı ne? Bence bu, çok sembolik… “Biz seni tanıyor, anlıyor ve çok seviyoruz; senin arkandayız” mesajı… Mevkıbe’nin de Nihat’ın da taşların Can için önemini bilmesi mümkün değil ama Sanem, Can’a aileye giriş anahtarını verdirmiş oldu bir anlamda. Mevkıbe, Can’ı Sanem’den bağımsız olarak çok sevdiğini söyledi; aslında Can için de durum aynı. Aydın ailesi, Sanem’den bağımsız Can’a özlediği aile duygusunu tattırıyor. Can’ın gezgin ruhunun en önemli nedeni kendini bir yere ait hissetmeyişi ve şimdi Can sadece Sanem’e değil, bir aileye de bağlanıyor. Aytaşlarını gördüğünde gözlerinin dolması da onları içtenlikle kucaklaması da o bağın ifadesi. Can, adını koyamasa da verilen mesajı aldı ve Sanem’le birlikte paket olarak gelen bu insanlar, onun hayatında Sanem’den bağımsız olarak da önemli.
Geçen hafta Can’a çok kızışımın altındaki nedenlerden biriydi Mevkıbe ve Nihat’ı Hüma Hanım’ın şımarıklığına ezdirmiş olması, bir özür dilemeyi akıl etmemesi. Bu hafta, Can sadece onlar konusunda değil bütünüyle aklını başına almış, duruşunu ve tavrını netleştirmişti. Lansman’da Polen’in şov yapmasına izin vermedi, Hüma Hanım’ın magazin basınıyla oynadığı oyunu çok net bir hamleyle bozdu ve Sanem’e verdiği önemi bir anlamda herkesin gözüne gözüne soktu. Üstelik bunu yaparken de kabalaşmadan, çirkinleşmeden ama o ünlü Can Divit mesafesini koyarak yapmayı bildi. Demek ki oluyormuş Can Divit, demek ki bağırıp çağırmadan asıp kesmeden çizgiyi çekmeyi başarıyormuşsun. Haaa, bir an Yiğit’i gırtlaklamanın eşiğine geldi mi geldi ama aramızda kalsın, Yiğit’i de sağlam bir hırpalasa hiç itiraz etmem, doğrusu. O adamda beni rahatsız eden bir şey var adını tam koyamadığım. Dışardan bakınca Polen’e göre daha aklı başında duruyor, en azından Sanem’den ümidi kesmiş ve ayak oyunlarıyla onu Can’dan çalma peşinde değil gibi ama yine de bir sinsiliği var onun, seziyorum. Can’la bir derdi var, geçen hafta bu kendini belli etti. Bu kadar çabuk geri adım atıp pes ettiğini düşünemiyorum galiba. O sanki şartların olgunlaşmasını bekliyor gibi geliyor bana. Şimdilik kendini geriye çekip meydanı Hüma Hanım ve Polen’e bırakmış görünüyor ama ardından onlarla bir güç birliğine gider mi yoksa bambaşka bir planla mı çıkar ortaya, göreceğiz.
Hüma Hanım, bu hafta çok ters köşe goller yedi. Lansman’da oğlunun oyunu bozması, ardından partide işlerin beklediği gibi gitmemesi ve en son evlenme teklifi onun planını sekteye uğrattı. Gördüğü rüyada ustalıkla halı yıkayışına bakınca Hüma’nın salon hanımefendisi olarak doğmadığı kanım güçlendi. Bu kadar züppeliğin altında, bir türlü tam benimseyemediği bir sınıf atlama mı var yoksa gerçekten göründüğü kadar sığ mı bilemiyorum ama Can’a doğum günü hediyesini verdiği duygusal anlarda bile bende “sahte” izlenimi uyandırdı. Önyargımın kurbanı olabilirim ama ben hâlâ Hüma’nın anlattığı gibi büyük bir haksızlığa uğrayıp evladından koparılan bir anne olduğuna inanamıyorum. Elindeki fotoğrafı “Bana senden kalan tek şey…” diyerek Can’a uzatması bana inandırıcı gelmiyor. Emre’yi babasının yanına tatile yollayan kadın, istese İstanbul’a onunla gelir Can’ı da görürdü. Boşanana kadar sesini çıkaramamış olabilir ama ardından evladını görmek için yasal bir talepte bulunabilirdi. Hepsini geçtim, oğlunun bu kadar hasretini çeken bir anne, dünyanın dört etrafını dolaşan Can’a ne yapar eder ulaşır, derdini anlatırdı; sonuçta bu adam yıllardır babasından ayrı, kendi düzenini kurmuş yaşıyordu. Şimdi karşısına geçip bir fotoğraf, bir çift eldivenle hasret dolu anne imajı çizilmiyor, tıpkı Mevkıbe’ye yaşadıklarını anlattığında olduğu gibi yine sahtelik akıyor her yanından. Hele hele üzerinde hiç hakkı olmadığı hâlde oğlu için bir kendi istediği gibi bir hayat yaratma mücadelesine asla saygı duyamıyorum.
Yine onları aşağılamak için parti vermeye kalkışması da çok da akıllı olmadığının kanıtı. Deneyip başarısız olduğu planı yeniden uygulamaya kalkışmak nasıl bir zavallılıktır, bilemedim. Üstelik bu kez plan tamamen geri tepip küçümsediği ailenin iyice benimsenmesine yol açtı. Henüz ciddi bir şey yok diye avunurken, evlilik teklifine şahit oldu. Bütün bunlar Hüma Hanım’ı durdurur mu, sanmam ama ya sağlam bir yardım almalı ya da acilen hiç kullanılmamış planlar yapmalı.
Evlenme teklifi demişken söylemeden geçemeyeceğim. Yüzük kutusunu eline alıp Nihat Aydın’ın gözünün içine bakan ve ondan onay isteyen Can Divit, seni öpebiliyor muyuz? O nasıl ince bir hareketti öyle, o nasıl bir zarafetti ve o nasıl güzel bir hatır saymaydı… Kaç haftanın kızgınlığını bir minicik bir jestle silip attın ve yine gelip gönlümün baş köşesine kuruldun Cancım Divitçim.
Evlenme teklifini duygusuyla da oyunculuklarıyla da çok sevdim. Demet Özdemir & Can Yaman uyumunun yine çok güzel çalıştığı ve enerjileriyle yükselen bir sahne olmuş. Demet Özdemir, o sahnede o kadar güzeldi ki… Duruşuyla, bakışlarındaki o masum ama sıcacık sevgiyle, yüzündeki bütün mimikleriyle öyle nahif ve öyle mutlu bir Sanem çizmiş ki hayranlıkla izledim. Kendi pozitif aurasını Sanem’e yüklemiş ve onun duygusunu çok güzel sırtlamıştı. Hele evlenme teklifini kabul etmeden önce kuşkuyla babasına bakan, onun onayını aldıktan sonra ‘evet’ diyen o kadının coşkusunu,mutluluğunu verişini çok ama çok sevdim. Son sahnede gerçekten çok iyiydi ama Polen’e kendince haddini bildiren ve “Bu kitap işi buramıza kadar geldi.” diyen Sanem’de de bayıldım ben ona. Bir yanı alaycı, diğer yanı mesafeliydi. Polen’e buz gibi bakışıyla da onun lüzumsuz özgüvenini ve alaycılığını tek hamleyle durdurdu. Bıkkınlığını profesyonel kimliğine aktarıp öyle yansıttı ve sadece Polen’in değil bizlerin de alışık olmadığı bir Sanem gösterdi bize. Emeklerine sağlık Demet Özdemir.
Bu hafta en sevdiğim Can Yaman performansı ufacık bir sahnede geldi, benim için. Sanem’in doğum günü sürprizini bilmediği için onun Yiğit’le yemeğe gitmesine bozulan Can Divit, döndüklerinde Sanem’i sorgulamaya girişti. Yiğit, Can’la alay etmeye ve Sanem’in ifadesiyle “talihsiz bir açıklama” yapmaya kalkışınca Can’ın tepkisini izlemeye başladım. Can’ın bin bir çeşit öfkesini izledik Erkenci Kuş’ta hatta kırıp döktüğüne, Fabri’ye saldırdığına da tanık olduk ama bu defa Can Divit’e öyle soğuk bir öfke yerleştirmiş ki Sevgili Can, diğerlerinden çok daha ürkütücü geldi, bana. “Zor tutuyorum kendimi şu an.” diye tıslayıp ayağa kalktığı andan itibaren bedenine, yüzüne ve bakışlarına bambaşka bir ton geldi. Yiğit av, Can onu parçalamaya niyetli bir kaplandı. Sessizliği, hareketlerin normale göre yavaşlaması, dişlerinin arasından tıslayarak konuşması ve bakışlarındaki yırtıcılık Yiğit’in yanlış bir tek hareketiyle Can’ın pençelerinin altında parçalanacağının habercisiydi. Yiğit’e bakışındaki keskinlik ve yüzündeki buz gibi ifade ürpertti beni. Ben, Can Yaman’ın özellikle böyle anlık sahnelerde yarattığı etkilere ve ufacık oyunlarla birden sahnenin ritmini değiştirmesine hayranım. Can Yaman sürprizli bir oyuncu. Ne kadar tanırsanız tanıyın, ne kadar izlerseniz izleyin; ne zaman, nerede, nasıl bir vurgu yapacağını ve sahneye nasıl bir hava katacağını kestirmeniz mümkün değil. Belki de bundan her hafta “Bu defa sürpriz beni nerede bekliyor acaba?” heyecanıyla oturuyorum ekran başına.
Söylemeden geçemeyeceğim bir başka sahne de Hüma Hanım’ın hediyesini getirdiği yerdi. Belki içten, belki değil bir anlamda günah çıkardı oğluna Hüma Hanım. İlk kez oğlunun doğum gününde yanında olan bir anneydi ve çok duygusal bir an yaşıyordu, kendince. Sevgili Can, Can Divit’e enfes bir ince ayar yapmış, bu sahnede. Uzaktan baktığınızda annesinin tavrından etkilenen bir Can Divit görüyorsunuz, sanki buzlar eriyor gibi aralarında ama sahnenin içine girerseniz durum değişiyor. Beden dili, havadaki yakınlığı taşımıyor çünkü. Yanında oturan annesiyle arasında mesafe bırakıyor hatta ona sarılırken bile annenin sıcaklığında değil, hafifçe başını geriye çekiyor ki çok basit bir mesafe koyma jestidir bu. Bakışlarında çok ince bir tereddüt var ve annesini çok özleyen bir evlat gibi bakmıyor. Evet, anneyi reddetmiyor ama beden dilinden, bakışından anlaşılan da ‘samimi olduğundan emin değilim tavrı’. Eğer Can Yaman’ın sahneye eklediği yorumu fark etmediyseniz anne oğulun sevgiyle kucaklaştıklarını düşünürsünüz ama bir gün sonra partide Nihat ve Mevkıbe’ye sarılışına bakarsanız o sahnede ne yapmaya çalıştığını anlarsınız. Birinde içtenlik diğerinde çok net bir kuşku var çünkü. Bir kez daha ben, senin detaycılığına hayranım Sevgili Can, diyorum. Asla monotonlaşmayan oyunculuğuna, kendinle yarışan performanslarına ve yarattığın karaktere kattığın ruha hayranım. Aklına, emeğine ve yüreğine sağlık…
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde büyük yük sırtlayan herkesin emeklerine sağlık.