Site icon Dizifilm BiZ

Erkenci Kuş 33. bölüm

                                                                                                  Yazar: Sinem ÖZCAN

Geçen hafta, Erkenci Kuş’ta birkaç bölüm, komedi ayağı güçlendirilmiş bölümler izleyeceğimizi düşündüğümü yazmıştım. Buna hazırlıklı geçtim ekran başına. Tahminim doğruydu ama Sanem’e sinirlenmekle fazlaca meşgul olduğumdan komediye pek odaklanamamış olabilirim.

Aralarına ayrılık girdiğinden beri benim tarafım çok net: Sanemciyim, ben. Can’ı ilk anda tepkisi nedeniyle haklı bulsam da Sanem’in elinden geleni yaptığını ve ayrılık sürecinde yalpalayan tarafın Can olduğunu düşündüm, hep. Gel gör ki Sanem, Polen’i haddinden fazla ciddiye alarak beni bu hafta epeyce kızdırdı. Hayır, yani… Resti çekmişsin, elin güçlü, Yiğit etkeni en büyük kozun, beklendiği gibi köşene çekilip ağlıyor da değilsin o zaman sen niye durduk yere tribal enfeksiyon geçiriyorsun ki, bi’ söyle bana!

Sen vaktiyle hem de çok daha toy zamanlarında bu Polen’i paket edip yollamadın mı, kızım? Şimdi niye hedef şaşırıp bu kadının durduk yere kadraja girmesine izin veriyorsun, acaba? Senin odağın Can, güzel kızım, Can! Oraya kilitlen, Polen’le manasız ego yarışlarına niye giriyorsun ki? Daha önce de dile getirmiştim, ben bu ayrılığın ardından verdiği kararın ardında kaya gibi duran bir Sanem görmek istiyorum, diye. Tamam, çok zor; tamam, işin içine aşk girince mantık tatile çıkıyor ama ölsen de koşmayacaksın o adamın peşinden Sanemcim, be! Sen bi’ geri durmayı başarabilseydin olay öyle bambaşka, öyle senin istediğin biçime bürünecekti ki…

O ajanstan ihbar süresini doldurmadan çıkıp gitme yüreği gösteren Sanem, ölse o ajansa bir daha adım atmamalıydı. Hiçbir bahaneyle, hiçbir fırsatı kullanmadan yeni işinde, yeni masanın başında oturacaktın. Yüreğine öküz otursa da yere eğilip burnunu almayacaktın. Bak, o zaman bulduğu her fırsatta sana laf sokan Can Divit, paşa paşa nasıl aşağıya iniyor, nasıl etrafında şaşkın şaşkın dolanıyor, nasıl ödü patlıyordu. Polen’in kitap işi var, kaçınılmaz olarak bir araya geleceklerdi diyenler olacaktır. Kabul, asıl orada Sanem, gerçekten “gittiğini” sokacaktı Can’ın gözüne. Sanem’in istediği zaman çok rahat kontrol edebildiği bir iradesi var. Onu alacaktı eline, gayet profesyonelce bir iş görüşmesi götürecekti. Can’a çay vermek için koltuğundan zıplamayacaktı, mesela.

Eğer Sanem, ilk tehdidini gerçekleştirip “Ben senin hayatından gittim, oğlum” diyebilseydi Can, sarı elbiseye çarpıldığı gibi sarı odalarda sapsarı kalakalırdı. Eğer Sanem, Can’ı telefonla aramamayı başarabilseydi Can, gecenin bir yarısı Sanem kiminle telefonda diye tırnaklarını kemirirdi. Eğer Sanem, Polenleşmek adına kış günü zemheri zürafası gibi yazlık elbiselerle ofisine dalmak yerine kazara(!) bir yerlerde kokusunu unutmuş olabilseydi, Can tepeden tepeden konuşmak yerine o kokunun peşinde Mecnun olurdu. Özetle Sanem, geri durmayı başarabilseydi zaten Yiğ – it’ten dolayı fitil almış olan Can, Sanem’in ayaklarının dibinde küle dönerdi.  Ah, Sanem ah! Ben sana ne diyeyim ki?

Biliyorum, Sanem önce yapıp sonra düşünenlerden; biliyorum Sanem, yüreğinin götürdüğü yere gidenlerden ve biliyorum Sanem, Can’ı herkesten ve her şeyden çok seviyor ama öte yandan karşısında hesapçılığın, fırsatçılığın kitabını yazmış Hüma Hanım ve onun güdümünde onurunu çoktan sıyırıp atmış bir Polen var. Diyeceksiniz ki bana, “Sanem eninde sonunda kazanacak!” elbette, hiç şüphem yok, sadece gidiş yolundan puan kırdım ben, hem de çok kırdım. Bu kadınca tuzakları da oyunları da Sanem’in dobralığına, netliğine hiç yakıştıramadığım için olsa gerek. Elbette ki Polen’i tehlike olarak görecek, elbette ki kıskanacak; hiç lafım yok ama bunu belli etmeyecek ve Sanemce sürdürecekti bu savaşı. Bunun yolu da dimdik durmak. Geriye çekilip Can’ın yerden burnunu almasını beklemek. Üstelik de Yiğit ortalıktayken bu o kadar da uzun sürmezdi ama Sanem’e göre daha deneyimli olduğu için Polen’in onda yarattığı etkiyi fark edip bunu kullanması için Can’a fırsat vermiş oldu.

Hiç kusura bakma Cancım. “Annem emrivaki yapıyor, nasıl olduğunu anlamadan ben de kabul etmiş bulunuyorum.” mazeretine kargalar güler. Düne kadar yok saydığın anneden bahsediyoruz. Ne çabuk, annen sana emrivakilerini kabul ettirecek aşamaya geldi? Hadi, onu da geçtim sen ne zaman bir emrivakinin kurbanı oldun da şimdi olacaksın? Dürüstçe kabul et, istersen Sanem’in Polen’i kıskanıp peşinde koşup durması egona iyi geliyor. Yoksa Can Divit, “Ben bu Yiğit’i döverim!” diye ortalıkta dolanmaz çoktan duvara yapıştırırdı. Evet, Sanem o kokuyu Fabri’ye vermekle aşkın büyüsüne zarar verdi. İyi de kalıp mücadele etmek yerine kaçmaya kalkışmakla o aşkı yok eden de sensin. Gelen her uyarıyı kulak ardı eden de Polen’in gemi azıya almasına izin veren de sensin. Polen’e hiç kıvırmadan “Bitti bu iş!” deyip dönüp arkanı yürümüşken şimdi boncuk dağıtan da sensin! Leyla’nın şirkette Emre yüzünden rahatsız olduğunu fark edecek kadar dikkatli ve hassassın da Sanem’in nasıl kırıldığını anlamaya gelince neden “sobaya atsam yanmaz” kıvamına geliyorsun acaba?

Bölüm boyunca Sanem’e ayrı, Can’a ayrı o kadar kızdım ki kendimi durdurmazsam sayfalar boyunca söylenmeyi sürdüreceğim. Cey Cey gibi onları buzhane mi olur, kömürlük mü olur, dağ başında bi’ kulübe mi olur bir yerlere tıkıp “Aklınız başınıza gelip de aranızı düzeltmeden buradan çıkmak yok!” deyip kapıyı üstlerine kilitleyesim var. Görünen o ki Mevkıbe de hem kızının hem Can’ın giderek zırvalamakta olduklarını fark edip duruma el koyma gereği duydu. O, benden daha sabırlı ve daha insancıl olduğundan olsa gerek anne terliğini kapmak yerine, dillere destan sarmalarını kucaklayıp şirkette aldı soluğu. Önce “yeni patron”u bir kolaçan etti, Elleri öpülesi Mevkıbe’nin elini sıkmakla yetinen Yiğit, Mevkıbe’nin sağ duyusundan anında notunu aldı: Otur, Yiğit! Sıfır! Mevkıbe’nin tepkisi benim de üçüncü gözümü açtı ve ablasından farklı da görünse Yiğit’in gizli snopluğunu fark etmemi sağladı. Polen’in üstünden akan yapaylığı Yiğit, daha iyi gizlemeyi beceriyor, Allah için ama o samimi görünüşün altında bir “ – mış gibi” tavrının yattığını da okumuş yazmış değil ama görmüş geçirmiş Mevkıbe, açığa vuruverdi. Kıymetli sarmalarının bir tanesinin bile onun boğazından geçmesine izin vermeyip biricik kızının hem canını yakan hem de canına can katana doğru çevirdi yönünü.

Mevkıbe, Can’ı Sanem’den bağımsız seviyor aslında. Bütünüyle farklı dünyalardan da gelseler, baştan ayağa şefkat olan kadın, ömrü boyunca şefkat arayanı gördüğü anda onu fark edip kendince bağrına basmıştı. Nasıl acı çeken kızının gözyaşlarını kucağında dindirmek için çabaladıysa şimdi de acının diğer ortağının dermanı olmaya geldi. Can’ı birinin kendisiyle yüzleştirmesi gerekiyordu. Emre, bunu denemiş ama benzer hataları kendisi de yaptığından etkili olamamıştı. Mevkıbe ise “Önce yoldaş, sonra yol!” diyerek Can’ın beynindeki düğüme bıçağı vurup gitti. “Birini bulduysan bırakamazsın, bıraktıysan zaten hiç bulmamışsındır.” cümlesi Can’ın belki de ilk kez kendisine ayna tutmasına sebep oldu. Emre’nin söyleyip durdukları da ancak bundan sonra anlam kazandı. Can, gidemeyecekti biliyorduk ama birinden “Gitme!” sözünü duymaya da ihtiyacı vardı. Mevkıbe’nin “Gitme” demesi, yaptığı planları bilinçsizce rafa kaldırmasına neden olacak ve şimdi “yoldaş”ının gerçekten peşine düşecek gibi görünüyor.

Doğruya doğru, bu hafta Sanem’e çok kızdım ama özellikle gecenin bir vakti dayanamayıp Can’ı aramaya kalkışan Sanem’de Demet Özdemir’i çok sevdim. Enfes bir monologla tiyatro tadında çok güzel bir sahne yaratmış. Durduğu yerde duramayan, karşısındaki hayali Can’a içinden geçeni kusan Sanem’de çok başarılıydı. Onun iç karmaşasını, kafa karışıklığını ve kontrolsüzlüğünü çok sıcak bir sahneyle kurgulamıştı. Kısacık bir sahnede beni ekran başından alıp tek kişilik bir showa götürdü ve enerjisinin yükselttiği sahneyi çok sevdim.

Ablasının yatağına kıvrılmış, onun Osman’la “gitmeyen” ilişkisini dinleyen Sanem’de de aklı selim, mantıklı ve ilgili bir Sanem yaratmıştı; bir sahne önce annesine şımaran minik kızdan akılcı bir kadına ve sahnenin sonunda yine şirin kız çocuğuna çok net geçişler yaptı ve yerli yerinde kullandığı mimikleriyle “Can’ın Sanemi”nden bambaşka bir kadın çıkardı ortaya. Doğru kurgulanmış ve kıvrak hareketlerle sıradan olabilecek bir sahneyi çok anlamlı bir yere taşıdı. Eline, emeğine sağlık Demet Özdemir.

Bu hafta Mevkıbe – Can sahnesi benim için bölümün en güzel Can Yaman sahnesiydi. Sahnenin atmosferi gereği Mevkıbe’nin hâkimiyetinin ağır basması gerekiyordu. Dinleyici konumunda bir Can Divit görmeliydik ki öyle de oldu. Polen’in odadan çıkışından itibaren sahneyi küçük bir replikle Özlem Tokaslan’ın eline bıraktı Sevgili Can. Mevkıbe’nin duygulu konuşmasının Can Divit’teki etkilerini görmemiz gerekiyordu ve bence asıl şölen orada başladı. Yumuşacık bir ses tonu ve gözlerini Mevkıbe’den kaçırarak Sanem’in gidişiyle başladı sahneye ve bir “durum açıklaması”ndan serzenişe çevirdi duyguyu, ilkin. Ardından susup pürdikkat dinlemeye geçti ve bakışlarına içten bir ilgi yükledi. Mevkıbe ona “Gitme! Sen de çok yakışıyorsun buraya!” dediği anda konuşmanın asıl metnini anlamış ve ilk kez olayı bir başka gözle görmeye başlayan Can Divit’i gördük, Sevgili Can’ın bakışlarında. Yüzündeki dikkat ve ciddiyet mimiklerini sabitleyip sadece gözleriyle zihninden geçenleri bize okumaya başladı. Farklılaşan bakışlarıyla biz onda tereddüdü, onaylamayı, idrak etmeyi ve üzüntüyü yakaladık. Karakterin içinden geçenler, Can Yaman’ın gözlerindeki alt yazıyla izleyene ulaştı. Son anda, Mevkıbe’nin “Hadi bana müsaade” deyip kalktığı anda bir iç çekişle sahneye noktayı koydu. Mevkıbe söyleyeceğini söylemiş, Can’ın önüne yepyeni bir bakış açısı bırakmış gidiyordu. O nefes alışla “Anladım ben, hepsini anladım da şimdi ne yapacağım?” duygusunu koydu önümüze. Koltuğa oturduğu andakinden başka bir adamdı artık ve o farklılığı anlık bir duruş ve derin bir iç çekişle derleyip topladı. Üstelik bir an bile sahne hakimiyetini almak için abartıya kaçmadan, karşısındaki oyuncuya alanı tamamen bırakarak, kendisini bütünüyle pasifize ederek yaptı. Karakteri göze sokmadı ama yok da etmedi üstelik doğru yönlendirmeyle sahnenin anlamını büyülttü.

Hemen ardından Emre’yle konuştukları sahnede de bir önceki konuşmanın yükünü omuzlarına almış, Emre’nin söyledikleriyle kafası karışmış ve ezberi bozulduğu için huzursuz olmuş bir adama çevirdi karakteri. Jest ve mimikleri yine minimalize ederek oyunculuğu küçülterek dikkati karakterin zihnindeki bocalamaya kilitledi. Can Yaman oyunculuğunu, oldum olası sevdim bunun milyon tane nedeni var ama en mühimi detaycılığı ve o incecik alanlardaki büyük başarısı. Büyük travmaları, coşkulu durumları, derin acıları kısacası karakterdeki radikal değişiklikleri vermek kolay bana göre çünkü zaten olayın kendisi çarpıcı. Asıl zor ve incelikli olan karakterin rutinindeki küçük değişimleri, ince duygu geçişlerini ve nüansları doğru geçirebilmekte. Üstelik bunu karşısındaki oyuncuya alan açarak, onun oyunculuğun ayak uydurarak ve duygunun hakkını vererek başarabilmek, mesele. İzlediğim her sahnede yaptığı işe, karşısındakine ve hepsinden önemlisi izleyicisine saygısını sezdiğimden benim için çok özel Can Yaman. Bir kez daha emeğine, aklına ve yüreğine sağlık Sevgili Can.

Yazan, yöneten, canlandıran, set gerisinden yükün büyüğünü omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.

Exit mobile version