Yazar: Sinem ÖZCAN
Erkenci Kuş bittiğinde yüzümde bir tebessümle kalktım, ekran karşısından bu hafta. Kartlar yeniden dağıtıldı çünkü ve şimdi şartlar eşitleniyor. Can Divit, benim kıymetlim, öykünün en masum karakteri olduğuna da sonuna kadar inanıyorum. Baştan beri hep birilerinin planının kurbanı, hep birilerinin hırsının aracı oldu. Çocukluğundan beri yaşananlarda hiç sorumluluğu yokken bedel ödeyen olmuş, bunu da kabul ediyorum amaaaa şimdi eğri oturup doğru konuşalım zıvanadan çıkmış, bi’ kendini de şaşırmıştı. Haklılığına hiç sözüm yok fakat keskin çizgilerinin başına iş açacağının ne zamandır farkındaydım. Kısmet bu bölümeymiş.
Öte yandan Sanem’in de bir istiap haddi var, yani. Hata da yapsa, yalan söylemek zorunda kalmış da olsa o Can’a hiçbir zaman bile isteye ihanet etmedi. Hatasını kabul etti, pişmanlığını vurguladı ama ilk günden beri türlü türlü “bayan bacak”larla sınanan da o; Emre’nin, Aylin’in şimdi de Hüma’nın hırslarının kurbanı olan da o. Bu kadar yük de o minicik gövdeye ağır ama…
Can’ın gitme kararını açıkladığı anda Sanem’in patlamasını da artık taşıyamadığı o ağırlığa verdim ve sonuna kadar da haklı buldum. Evet, çok haklı Sanem; o pes etmedi, kendince eğri ya da doğru mücadele etti. Evet, o kaçmadı; aksine üstüne üstüne gitti. Evet; o sevgisinden hiç vazgeçmedi. Gel gelelim Can da haklı… Ya da haklıydı, demeliyim. O kaçmaktan başka yol bilmiyor ki… O, her seferinde kaçıp kuytu köşelerde yaralarını sarmaya alışmış. Tek derdi; uzaklaşmak, karışan zihnini ve yüreğini normal ritmine sokmak ve kaybetmeye başladığı kendini yeniden bulmak. Sanem’in söyledikleri içinde bir cümle vardı ki beni de Can gibi sersemletti. “Sen vazgeçtin Can. Annene çok kızgınsın ama annen gibi davranıyorsun!” dediğinde bir irkildim, ne yalan söyleyeyim ve Sanem o cümleyle bende maçı kazandı. Evet, Can gitme kararı alarak aslında Sanem’den vazgeçti ve gerçekten de onu bırakıp giden annesi gibi davrandı.
Olup biteni uzaktan izlerken haklıyı haksızı görmek çok daha kolay elbet ama o karmaşanın içindeyseniz savunduğunuz fikre sımsıkı tutunup savrulmamaya çalışıyorsunuz. Onların yaptığı da bu. Bir an ikisinin arasına girip Sanem’e “Bi’ soluk al ve bırak soluk alsın! Bir süre kendi başına kalsın; dengesini bulsun. Düşme bu kadar üstüne!” demek sonra dönüp Can’ı “Sen de Polen’e peteğe takılmadan bi’ git, gözünü seveyim! Git ve kendine de bu kıza da ne yapıyorsun bi’ otur, düşün!” diye silkelemek geldi içimden. Geçen haftadan beri fikrim değişmedi, aslında bir süre ayrı kalmaları gerekliydi. Sular durulunca Can da Sanem de bitmeyenleri görecek ve bir araya zaten geleceklerdi ama “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.” dediler ya, bu defa başa geleni sevdim ben. Baştan beri çiçeğe üşüşen arılar gibi Can’ı elde etmek için biri gidip biri gelen kadınlardan daralmıştım. Can Divit Bey’in bi’ kaybetme korkusu yaşamasının vakti, gelmiş de geçmişti, bile.
Yiğit, tam vaktinde ve tam yerinde girdi olaya. Açıkçası fiziğiyle, duruşuyla, konumuyla ve tarzıyla da Can Divit’e çok denk bir rakip olmuş. Utku Ateş, Yiğit için çok doğru bir tercih ve güzel bir Yiğit çıkarmış. Her ne kadar yıllardır Polen’i tanıyan ve milyonlarca (!) ortak tanıdıkları olduğu hâlde erkek kardeşini bilmeyen Can Divit’i bir türlü kafam almadıysa da bir bağlantı yapılmıştır, diye umuyorum. Bu arada Yiğit de gerçekten ablasının bunca yıllık sevgilisinin hiç değilse adını duymadıysa iyice şaşıracağım. Polen’in kardeşi olmasına karşın onun yapaylığından iz taşımamasını çok sevdim, Yiğit’in. Ayrıca Fabri’nin yılışık ilgisine benzeyen bir tarzı da yok. Hoşlandığı bir kadına gizlemeden, saklamadan ilgisini gösteriyor gibi geldi bana.
Can, bugüne dek Sanem’in etrafında kendisi için tehlike olacak kimseyle karşılaşmamıştı. Sahte nişanlı Osman’ı kendine rakip görmedi, Muzaffer zaten onun hiç kalemi değildi. Bir ara ortaya çıkan ilkokul arkadaşını tek hamleyle yedi. Kısacası Sanem söz konusu olduğunda Can’ın çok sağlam bir egosu vardı. Her ne kadar etrafına üşüşen kadınların hiçbirine kapı açmadıysa da Sanem’in yaşadıklarını da kollarını kavuşturup keyifle izledi. Eeeee, ne demişler Cancım Divitçim? Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner! O hesap an itibariyle senin için de döndü, Paşa’m. Üstüne yürüdüğünde üç adım geri kaçmayan, senden gelen her hamleyi göğsünde yumuşatıp yerinde ve hoş bir pasa çeviren, koyduğun sınırları görmezden gelip kendi sınırını çeken bir rakiple karşılaştın, işte! Şimdi ayıkla pirincin taşını.
Can’ın gideceğini düşündüğü için onun yokluğuyla bir de şirkette boğuşmak istemeyen Sanem, istifa etti ve bence iyi ki de etti. Yiğit’in ona sunduğu iş, kanımca tam Sanem’e göre… Hem hayalini gerçekleştireceği hem etrafında bir yığın Bizans oyunu olmadan çalışabileceği hem de kendini gerçekten iyi hissedebileceği bir iş… Fikri Harika’nın bir kat altında olması da Can’a yakın olması için ideal. Eğer Yiğit’in ablasından kaynaklanan birtakım gizli hesapları, bir art niyeti yoksa Sanem’in yeteneği adına da Yiğit’le çalışmasını tercih ederim, ben.
Yiğit ve Can arasındaki rekabet, giderek kızışacak ve muhtemelen Sanem, bir savaş ganimetine dönüşecek. Kazanan Can, olacağına göre o savaşı zevkle izlerim ama Sanemcim, bir noktayı açığa kavuşturalım: Şimdi, bak! Kabul ediyorum Polen’den Ceyda’ya, Ceyda’dan Gamze’ye bir sürü iki boyutlu kadınla Allah sabrını denedi ama doğruya doğru Can, onlara hiç ışık yakmadı. Onlar, Can’ın kendi ışığına koşup geldiler. Senden de aynı tavrı bekliyorum. Yiğit; iyi çocuk, hoş çocuk kabul ama bir Can Divit de değil yani! “Biraz sürtülsün burnu!” diyorsan hiç itirazım yok, arkandayım ama olur da kafan bi’ karışırsa hani bir anlığına “Acaba Can mı, Yiğit mi?” deme gafletinde bulunursan; işte, o zaman külahları değişiriz; demedi, deme.
Sanem’in Can’a “Sen de annen gibi kaçıyorsun!” demesi Can’ı hiç düşünmediği bir noktaya götürdü ve haftalar önce yapması gerekeni yapıp annesinin dediklerini teyit etmek için babasını aradı. Görünen o ki Hüma Hanım, doğruyu söylüyor. Niye şimdi söyledi? Yaşadıkları, evladının birini yok sayması için gerekçe mi? Kocasından boşanmış olmasa çocukları aklına gelir miydi, sorularını rafa kaldırıyorum çünkü bunlara dair bir ipucu yok ama Can’ın annesine karşı gardını bu kadar çabuk düşürmesine şaşırdığımı söyleyeceğim. Belli ki annesine bir şans daha tanımaya karar verdi – bence o şansı vermemeliydi ama olsun – yalnız geçiş fazla mı hızlı oldu, ben mi anlayamadım, bilemiyorum. Bildiğim Hüma’nın ekmeğine yağ sürüldüğü… Şimdilik kendini galip hissediyor: oğlunu geri kazandı, Sanem’le ayrılmalarını sağladı ve Can’ın Polen’le gitmesini ayarladı. Oğlunu kazanmasına bir şey diyemem ama diğerleri geçici zaferler o, kesin. Hüma Hanım’ın içtenliğine hiç inanmadığım için olsa gerek, Can’ın bu kadar kolay geri adım atmasına da üzüldüm, doğrusu. Anneyi bile bu kadar kolay bağışlarken Sanem’e “İlişkimiz bitti!” tavrı da iyice sinirlendirdi beni. Can’ın anne terliğiyle tanışma vakti bana göre, hızla geliyor. Ah, Mevkıbe ah! Ticaret hırsına mağlup olmayaydın da böreklerle sarmalarla beslediğin Can’ın bir de terliğinin tadına bakmasını sen sağlayaydın, keşke!
Can’ın lansmandan sonra gideceğini düşünen Sanem, bütün kırgınlıklarını öteleyip son bir kez daha mücadele etmeye karar verdi. Bence de yaptığı en doğrusuydu. “Sen de herkes gibisin.” diyen Can’ın doğru söyleyip söylemediğini, bu hâle gelmelerine sebep olan kokunun büyüsünü bir kez daha test etmesi gerekiyordu. Hâlâ Can’ın peşinden koşmak olarak düşünmedim ben o son hamlesini. Tam aksine, Sanem’in daha sonra “keşke…” dememek için, kendi duyguları adına yaptığı bir atak olarak algıladım. Dans sırasında büyünün varlığını hissettiği için de son kez konuşmak istedi Can’la. Muhtemelen “Gitme, bizden vazgeçme!” diyecekti ama Hüma Hanım’ın oyununa geldi. Artık gerçekten havlu atması lazımdı ve “Bazen vazgeçmeyi bilmek gerekiyor.” diyerek de noktayı koydu. Çok haklı, vazgeçmeyi göze alamazsanız bu kez kendinizden ödün vermeye başlıyorsunuz ve o ödün size aşkı getirmiyor. Aksine özsaygıyı söküp alıyor ve ardından, kaybetmemek için ne pahasına olursa olsun karşınızdakine tutunmaya çalışan, ödün üstüne ödün veren, değerini yitirmiş biri oluyorsunuz. Polen bunun en canlı örneği. Vazgeçemediği ve onurunu kaybetmek pahasına da olsa kazanmak istediği için kendini değersizleştiren ama sonunda, hâlâ hırsla dudaklarını kemiren zavallı bir kadına dönüştü. Polenleşmemek adına gözden çıkarmayı bilmesi gerekiyordu, Sanem’in. Ne olursa olsun Can’ı kaybetmeyi göze almalı; o gitse de gitmese de “Benden bir tane daha yok!” demeyi başarmalıydı. Ancak o zaman kendi değerinin tam olarak farkına varabilecekti ki günlüğüne yazdıkları bu aydınlanmayı yaşadığının kanıtı bana göre.
Kim ne derse desin, ben bu bölüm, Sanem’i gerçekten çok sevdim. Benim hep özlediğim ara ara ortaya çıkan o kararlı ve güçlü kadını, bölüm boyunca izledim ve bence bu hafta Demet Özdemir, benim için oynadı. İlk sahnede gözünden yaşlar aka aka Can’ı silkelemesinden başladım ve pek çok yerde “İşte bu!” derken buldum kendimi. Hele annesiyle dertleştiği sahnede apayrı bayıldım, ona. Bir yanı kırılgan, bir yanı dimdik; bir yanı acı çeken, bir yanı kararlı o genç kadını o kadar güzel giydi ki üzerine, gözlerim dolu dolu izledim anne – kızın dertleşmesini.
Sahnede sunum yapan Sanem’de ayrıca çok başarılıydı Demet Özdemir. Duruşuyla, vurgularıyla, bakışıyla Sanem’i ekranın diğer yüzüne çok iyi taşıdı. Ben orada Sanem’in bütün sitemini, kırgınlığını hatta son çırpınışını sonuna kadar hissettim. Eline, emeğine sağlık Sevgili Demet Özdemir.
Bu hafta benim tartışmasız favorim, ilk sahne… Hem Demet Özdemir’in hem Sevgili Can’ın o sahneye kattıklarını çok sevdim. Birbirlerine çok güzel alan açarak, tek başına sivrilmeden, çok sağlam bir dengeyle verdiler sahneyi. Sanem’in her cümlesiyle irkilen, yüzüne çarptığı gerçeklerle şaşıran ve kendi korkularının arasına sıkışan Can Divit’i nefis aktardı Sevgili Can. Boynunu hafif kısarak başını öne alışı, Sanem’in acısı ve kırgınlığı karşısında küçülmesini olduğu gibi sezdirdi. Gözlerini sık sık kaçırması, Sanem’e değil aşağıya bakması, ona baktığı anlarda gözlerindeki üzüntü; bir yandan korkularını, bir yandan kaçma isteğini, öte yandan aldığı kararın altına ezilmesini bütünüyle ortaya serdi. O kadar minik nüanslarla o kadar seri duygu geçişleri sağlıyor ki Sevgili Can, bir sürü repliği bedeninde ve gözlerinde toplamış gibi ardı ardına sıralıyor, izlerken o an Can Divit’in ruhunda ne olup bitiyorsa an be an yakalıyorsunuz.
Sevgili Can’ın bu hafta en bayıldığım performansı dövüş sahnesinde geldi. Harika çekilmiş, harika canlandırılmış bir sahneydi. Karanlığın içinde yerde oturan Can’dan, dövüşe ve ardından tekrar Can’ın yüzüne odaklandı kamera ve tamamen repliksiz harika bir öykü anlattı. Ben o sahnede Sevgili Can’da Fight Club ruhu yakaladım. Dövüşten çok anlayan biri değilim ama ben bile tam anlamıyla “gücün estetiğini” hissettim. Orada rakibiyle değil kendisiyle mücadele ediyordu, attığı her yumruk da yüzleşmekten kaçtıklarına, beyninde dönüp dolaşanlara ve içini burkup duranlaraydı. Bir anlamda Can Divit’in, aklı ve ruhuyla kavgasını verdi bize, Sevgili Can. İşin teknik boyutunu bilemem ama profesyonelce olduğunu çok net hissettim ancak onun da ötesinde bir ruh sundu, o sahnede bize. Hep söylediğimi bir kez daha yineleyeceğim ben oyunculuğun teknik olanına saygı duyarım ama ruhu olanına bayılırım. Can Yaman oyunculuğunun da ilk günden beri ruhuna hayranım. Emeğine, aklına ve yüreğine sağlık Sevgili Can.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü sırtlayan herkesin emeklerine sağlık.