Yazar: Sinem ÖZCAN
İki büyük düğümle noktaladık bu hafta, Erkenci Kuş’u: Can’ı kurtarmak için Sanem’in parfümü Fabri’ye vermesi ve benim aylardır sayıklayıp durduğum Hüma Hanım’ın gelmesi. Anlaşılan o ki sezon arasından sonra öykü bu iki kanaldan yürüyecek.
Sanem ve Can’ın arasına yine bir “yalan” girdi, üstelik bu defa Sanem’in bile isteye söylediği bir yalan söz konusu. Her ne kadar “Can’ın iyiliği” için yaptığını düşünse de bu yalan, öyküde yeni bir kırılma noktası yaratacak. Can’ın apar topar emniyete götürülmesi, bütün bunların kendisi yüzünden olduğunu düşünen Sanem’i çaresiz kıldı, kabul ediyorum ama itirazlarım da var.
Bu arada Sevgili Can Divit, sen acilen şu avukata bir yol ver. Avukat filan değilim ama ben bile daha iyi savunurum seni. Yahu, ne zamandan beri şirket “konut” ya da “ev” kapsamına giriyor da “haneye tecavüz” iddiası ortaya atılıyor? Hadi atıldı, avukat bunu nasıl “çok ciddi suçlama” kapsamına alıyor? Can Divit’in suçu darp ve buna bağlı yaralamadır. O da daha önce bir vukuatı olmadığına göre ya ertelemeye gider ya da para cezasına çevrilir. Niye organize suç örgütü kurmuş mafya babası muamelesi yapılıyor ki adama? Can, bak senin bir avukat arkadaşın vardı Metin. Sen git, onu bul getir annem; belli ki bu Fabri ve türevleri senden daha çok sopa yiyecek. Bu avukat bozuntusuyla olmaz bu işler, ben diyeyim.
Açıkçası ben Sanem’in suçluluk duygusunu son ana kadar anlasam da özellikle Fabri’nin hisseleri Aylin’e devrettiğini öğrenince parfümü vermez diye umuyordum. Yanıldım hem de kötü yanıldım. Hoş, eğer vermese buradan bir çatışma da çıkmazdı kabul ediyorum ama ikinci bir “yalan”ı gönlüm istemediğinden olsa gerek sapılan sokak pek de hoşuma gitmedi. Bu arada, olaya yeniden Aylin’in dahil edilmesini de çok anladığımı söyleyemeyeceğim. Muhtemelen Emre ve Leyla arasında kara kedi olsun diye şirkete sokuldu da Aylin’den plan da engelleyici de çıkmıyor, üzgünüm.
Can, ilk andan beri Fabri’nin şikâyeti geri çekmesinden işkillenmiş durumda. Bu da Sanem’in yalanının ortaya çıkmasıyla çarşı pazarın fena karışacağının işareti. İlkinde gerçekten bir kandırılma durumu olduğu için Sanem’i anlamış ve gerçekleri itiraf edememesine hak vermiştim. Can’ın bu konuda fazla inatçı ve tek boyutlu düşündüğünü de dile getirmiştim ama hiç kusura bakma Sanemcim bu defa ben direkt Can’ın tarafındayım. Baştan beri o kokuya, ilişkinin bütün anlamı yüklendi, durdu. Can, kokuyu vermemek için şirketi feda etti ve çok da net “Senin kokun bana ait!” dedi. Bu noktada hele hele Fabri sözünü tutmamışken sen gidip o imzayı atıyorsan bana bunu “Ama Can’ın iyiliği için…” diye açıklayamazsın. Hayır yani, adam şikâyeti geri çekmese ne olur? Alıp alacağı para cezası ki o bile şüpheli. Burada Donkişotluğa ne gerek vardı, acaba? Şimdi ayıkla pirincin taşını.
Bütün kötümserliğime rağmen içimden bir ses yine de “Sinem, bi’ dur! Sanem’i çok mu hafife alıyorsun, acaba?” demiyor da değil. Özellikle Fabri’nin yalan söylediğini bile bile o kokuyu götürüp onun avcuna teslim etmesini yediremediğimden olsa gerek kafamda tilkiler dolaşıyor. Anlaşılan kokunun içeriğinde bir değişikliğe gitmemiş de ilave birkaç malzeme ile parfümle oynamış olabilir mi? Hani, belki alerji yapacak bir madde eklese ya da ne bileyim kokunun alt notalarında bir bozulma yaratsa diye hayal ediyorum. Kokuyu verdi mi verdi ama işe yaramaz kılsa bari. Gerçi Fabri, parfümü kendi elinde denediği için lekelenme ve alerji durumu pek olası gelmiyor bana ama yine de görünenin aksine cin gibi bir Sanem’den sağlam bir oyun da çıkmalı, ümidi taşımıyor değilim, doğrusu.
Kurgunun dinamiği gereği öyküye yeni bir çatışma gerekiyordu. Can ve Sanem’in mutlu mesut evlenmeleri ve “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine” durumunun olmayacağı belliydi. Hikâye ne zamandır yeni bir engelleyici istiyordu ve epeydir telefonlarda adını gördüğümüz Hüma Hanım’ın kanlı canlı karşımıza çıkması da öyküye yeni bir çatışma sağlayacak.
Can’ın annesiyle problemleri ortaya çıktığı andan beri merakla bekliyordum ben, onu. Oğullarından birini bırakıp giden bir annenin kendi gerekçelerini ondan duymayı, bu seçime onu neyin zorladığını ve dahası oğlunun kendisini reddetmesine nasıl izin verdiğini anlamaya çalışıyordum. Emre ve Can yapı olarak çok farklı iki kardeş. Annesiyle büyüyen Emre’nin snopluğu, mesafesi ve şekilciliği onu yetiştiren anne hakkında da fikir vermişti, biraz. Bu açıdan da Emre’ninkinden de itici tavrını bir yana bırakırsam karşılaştığım kadın, zihnimdekine yakın oldu. Oğlunun bir “çalışan”ıyla evlenme kararı, üstüne üstlük tutuklanışı annesinin gelişini hızlandırmış olabilir ama sanıyorum tek neden, bu değil. Şimdi asıl merak ettiğim onu silip geçmiş oğluyla yeniden nasıl bağ kuracağı?
Can, Sanem’le ilk kez annesi hakkında bu bölüm konuştu ve “Annemle babam aynı denizde bile değilmiş!” cümlesini sarf etti. Babasına düşkünlüğünü hatırlayınca annesi için bu değerlendirme çok keskin geldi bana. Muhtemelen kendisinin de annesiyle aynı denizde olmadığına inanıyor. Küçük yaşta öyle ya da böyle annesi tarafından terk edilmiş bir çocuk, o. Hüma Hanım’ın gerekçeleri ne kadar sağlam bilemiyoruz ama ne olursa olsun bir çocuğun bunları anlaması, dahası bunlara hak vermesi mümkün değil. Şu anki tabloya göre anne – oğul arasında kocaman okyanuslar var. Oğluyla uzun bir aradan sonra karşılaşan Hüma Hanım’ın gözlerinden özlem ve sevgi okunsa da aldığı karşılık koskocaman bir karanlık oldu. Gidişat ne getirir bilemem ama çok uzun zamandır anne – oğul arasındaki buz dağının nedenlerini ve bunların Can’da neler yaptığını görmeyi bekliyorum. İçimden bir ses, Can’ın yalana hiç toleransının olmamasının altından da annesinin çıkacağını söylüyor.
Hüma Hanım’ın Aylin’le süregelen ilişkisini düşününce onunla anlaşabilen bir kadın profilinin Sanem’e dert olacağını tahmin ediyordum. Sahte ilişkilere ve yapaylığa alışkın bir kadının Sanem’i kabullenmeyeceği de çok açık. Üstelik mahalledeki tesadüf, Sanem’in de duracağı yeri belli etti. Şimdi, tam da burada benim iki büyük kaygım var. Umarım Hüma Hanım’ın gelişi, klasik bir gelin – kaynana ya da dünürler çekişmesine yol açsın diye değildir. Öykünün komedi damarını besleyen pek çok unsur var ve o noktada taşlar yerine fazlasıyla oturmuş durumda, buraya bir ekleme yapmaya ve olayı “alaturka” Mevkıbe’yle “alafranga” Hüma çekişmesine bağlamaya hiç ihtiyaç yok, bana kalırsa. Keza âşık olduğu adamın annesiyle talihsiz bir karşılaşma yaşayan “gelin adayı” Sanem’in de bu kadına şirinlik yapmasından yana değil, gönlüm. Hüma Hanım’da sağlam bir “dram” damarı bulunuyor ve öykü de buradan çatır çatır yürür. Umarım Aylin’le kafa kafaya verip “plan”(!) lar yapan, “mahalle kızı” Sanem’i ve ailesini küçümsemek adına tuhaflaşan bir kadın izlemeyiz. Yoksa haftalardır bekleyişime çok yanarım.
Bu hafta benim için bölümün en hoş detaylarından biri; Sanem’in yaşananları, ay taşlarının kırılmasına bağlamasına karşılık Can’ın “Benim koruyucu meleğim sensin!” demesi oldu. Geçen hafta taş kırıldığında “Can’ın artık o taşların büyüsüne ihtiyacı yok, hayat ona kendi büyüsünü sundu.” demiştim. Anlaşılan o ki Can Divit de taşlardan gelen mesajı almış. Planladığı gibi Sanem’e evlenme teklif edebilse biz aytaşının Sanem’in parmağında asıl yerini bulmasına da tanık olacağız. Ah, bir de “Benim tılsımım da koruyucu meleğim de sensin!” dediğin kadına, son anda “Niye çemkiriyorsun Sanem?” demeyeydin Cancım Divitcim, yüreğimin baş köşesine daha da yayıla yayıla yerleşecektin.
Sanem’in babasıyla olan konuşması da çok sevdiğim diğer detaydı. Ben de Sanem gibi en büyük zaafı babası olanlardanım ve her şeyden çok sevdiğin o insanı, istemeden de olsa incitmenin ne kadar acı vereceğini çok iyi tahmin ediyorum. Öte yandan “Seni gök gürültüsünden koruyacak adamı buldun mu?” sorusuna “Evet!” cevabı verebilmenin güveni de huzuru da bir başka güzel… Duygusu nefis, oyunculuğu bambaşka tatta; Berat Yenilmez’in de Demet Özdemir’in de çok dolu dolu oynayıp yükselttikleri enfes bir sahneydi. Demet Özdemir’e en çok bu sahnede bayıldım. “İlk kahramanı”nı istemeden inciten Sanem’in acısını gözlerinden an be an izledim. “Ben sana kırılamam ki…” diyen babasının boynuna sarıldığında içinden fırlayan o nahif kız çocuğuna vuruldum ve gözümden yaşlar inerek izledim sahneyi.
Fabri’yle ilk buluşmasında o nahif kız çocuğunu kökten yok etmiş, dimdik genç kadını da çok sevdim. İçinde kopanları sezdirmeden sadece bakışlarına yüklediği bir nefret duygusuyla Sanem’in tepkisini ekranın diğer yanına çok iyi taşıdı, Demet Özdemir. Sanem’i çok doğru vurgularla çeşitlendiriyor ve sarsak genç kızın içindeki derin dünyayı doğru yerde, doğru tepkilerle ortaya çıkarıyor. Bir kez daha emeklerine sağlık Demet Özdemir.
Son sahne olmasaydı bu hafta Sevgili Can’ın en beğendiğim performansı olarak annesiyle ilgili konuşmasını yazıyor olacaktım. Final sahnesi bunu silip geçti ama yine de söz etmeden geçemeyeceğim. Hayatında ilk defa kendisinden başka biriyle, annesiyle ilgili konuşan o genç adamın duygusu o kadar ince işlenmişti ki… Önemsemiyormuş, sıradan bir şey anlatıyormuşçasına işi zaman zaman espriye boğarak başladı anlatmaya, denize sığındığı o özel yerinde. Bir an geldi annesinden umudu kesmiş, o küçük çocuk canlandı gözlerinde ve yüzündeki tebessüm aniden siliniverdi. “Annemle babamın barışmasını…” derken bir hüzün bulutu gelip yerleşiverdi yüzüne. Kısacık ama çok keskin bir duygu geçişi yaşattı ve ardından “Yooo, önemli değil…” diyerek yine o sözde (!) umursamaz adama dönüverdi. Bir anda Can Divit’in yaşananı kabullenişindeki ince kırgınlığını geçiriverdi. Öylesine anlık ve öylesine keskin koydu ki duyguyu sanki Can Divit’in yüreğinin kapısının aralandığını, tam içeriye göz atarken o kapının suratıma kapanıverdiğini hissettim.
Ama, ama, ama…. Annesiyle yıllar sonra karşılaşan Can Divit’te gerçek anlamıyla bütün yüreğimi bıraktım. Gülerek, dalga geçerek yöneldiği kapıda kimin durduğunu fark ettiği anda yavaşlayan adımlar… Bir anda betona dönen yüzündeki o ağır ifadesizlik… Bütünüyle durdu, sahnede Sevgili Can. Ne vücudu kıpırdadı ne yüzünde tek mimik oynadı. Öylece donuverdi! Bir tek yer hariç: gözleri. O gözler, bir anlık şokun ardından annesiyle bağıra bağıra kavga etmeye başladı. “Nerden çıktın sen?” diye başlayan hesap sorma, “Ne işin var burada?” öfkesine; ardından çocukluğundaki kırgınlığa ve kopkoyu bir karanlığa döndü. Annesinin gülümsemesi, özlem dolu bakışları o koyu karanlığın içinde sönüp gitti. O an zihnime Attila İlhan’ın “Bakışları, kıyısız deniz uzaklığı…” dizesi düşüverdi ve özlemişim Sevgili Can ben senin bakışlarını, dedim. Gerçekten çok özlemişim hem de. Aklına, o güzel yüreğine ve emeklerine sağlık…
Bütün diziler gibi Erkenci Kuş da birkaç haftalık bir sezon tatiline giriyor. Hüma Hanım’ı Can’ın kapısında, aklımı da anne – oğulda bırakıp bir küçük mola veriyorum ben de. Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan herkesin emeklerine sağlık…